O kadar çok şey var ki paylaşılacak. Zaman yaşanılanları anlatmak için uzun, hesabını sormak için kısa! Hesap; kaybedilenlerin verilmesi gereken cezalardan oluşan bir dizi acı oldu artık, yeterli olmayacaktır elbette yiten canların acısını dindirmeye ama cezasızda kalmamalıdır hiçbir vahşet. Direnişin ilk günleri Ankara sokaklarında boğulduk gaza, suya, dayağa.
Kimilerimiz gelemedi evine bir daha, kimilerimiz ise hastanelere düştü ilk günlerinde. Gündüz haykırış, gece direniş oldu Ankara’da. Artık her sokak Taksim’e çıkıyordu, her park Gezi Park’ı olmuştu, dile gelmişti Kızılay. Adaleti aramaya devam ediyordu halk, elbet bulunacaktı adalet! Sokaklar adalet için, insanlık için, eşit ve kardeşçe bir ülkenin yuvası oluyordu, olmaya da devam ediyordu, hala!
Ankara’da İlk Günler!
İlk gün Kuğulu Park’ta Taksim Gezi Park’ına destek için toplandık. İlk o gece olaylar, müdahaleler ve saldırılar başladı. İnsanlar bu saldırının bir ayaklanma yaratacağının henüz daha farkına varmadan fark eden hükümetin vahşetiyle uyandı halk! Ertesi gün sırt çantama; süt, gaz maskesi -bezden olan- ve çöp poşeti gibi gereçler hazırladım, saldırıya karşı “direnmek” için.
Biber gazlarından, sularından korkmadığımızı elimizdeki sularla, sütlerle, solüsyonlarla gösteriyorduk. Polis, devlet ve üstleri tarafından verilen uygulamaları yaptığını söyleyip vicdanlarını serin tutmaya çalışsa da, gerçek mermi ile vurulan, diğer illerde “direniş” esnasında öldürülen insanlara, yaralanan insanlara bu şekilde müdahale etmek vicdanlarının ve insanlıklarının bittiğini gösteriyordu hepimize.
Tabipler Birliği açıklıyordu gün be gün; yaralılar artıyordu, yüzler, binler olmaya başladı. Her gün onlarca vahşet fotoğrafı, videosu görür olduk. Yanımızda onlarca insanın kanlar içinde yatışı, birikmiş su birikintilerinin kan ile doluşu direnişi katliama çevirmek isteyen hükümetin, günden güne hukuksuzluklara yelken açtığını, insanlığa darbe vurduğunu gösteriyordu. Direniyordu halk; çocuğuyla, ıslığıyla, kornasıyla, yaşlısıyla, genciyle; ne yapacağımızı belirlemek isteyen iktidara, her geçen gün yaşam standartlarımızı değiştirmelerine, dayatmacı eğitim politikalarıyla yaşamımızı şekillendirmeye, her türlü ayrımcı, eşitsizlikçi yaklaşımlarına karşı!
İnsanlık için direniyor!
Yaşamak için direniyor!
Son Çadırlar!
Kuğulu Park’a destek olarak gittiğimiz günlerden birinde –çadırların son kez kurulduğu gece- çadır kurmaya karar verdik, polisin baskısı karşısında az kalan direnişçi arkadaşlarla sesimizi böylelikle iki kişilik daha yükseltecektik. Çadırımızı kurup, üstüne adresimizi de astık gelen dostlar için: “Bambu Dergi Emekçileri Direniş Çadırı!” Ardından Kuğulu İnisiyatifi ile bir toplantı gerçekleştirdik.
Polis müdahalesinde izlenecek yollar konuşuluyordu, çadırları söktürmeyeceğimiz ama bir o kadar da sakin kalacağımız kararı verildi. Döndüğümüzde yol bomboş olmuş, sadece çadırlarda kalacak insanlar kalmıştı. Çadırımıza ilk ziyaretçi arkadaşım gelmişti, gece 02.30’a kadar görüştük, evine uğurlarken Kavaklıdere civarından geçiyorduk, Kennedy Caddesi’ndeki direniş başlamıştı! Alt sokaktaki direnişin kokuları tüm Tunalı Hilmi Caddesi’ne yayılmıştı.
Eve girdiğimizde İstanbul’dan direnişçilere TOMA’lardan “Sitrik Asitli Su” sıkıldığı haberini aldık, vücutlarının aşırı derecede yandığı haberi geliyordu; üzüldük, direncimiz daha da artıyordu. Çadıra doğru yol aldım, etraf sessizdi. Uzaktan gelen bir sirenli aracı “Akrep” (Polisin üstüne çıkıp insanların kafasına tüfekle gaz fişeği sıktığı araç) sanıp yol değiştirsem de ambulans olduğunu geçince fark ettim. Işık gördüğümüz zaman vurulmamak için temkinli hale gelmiştik…
Çadırlarımızın başında sakince bekleyişimiz sürüyordu, ardından gece acıkması ile birlikte yemek yemek için kalktım. Kuğulu’da ince bir sessizlik hakimdi, tam o sırada renkli ışıklarıyla savaş araçları ve üç belediye otobüsü sivil polis, iki otobüs çevik, iki adet TOMA, iki adet Akrep’in gelişi ekmeğimi hızlıca sarmama neden oldu. Çadıra doğru hızla ilerledim, içeriden çantamı çıkarıp, oturdum yanına. Tam bir savaşın içinde gibi hissediyordum.
Saat gece 03.00’ü geçmişti. Herkeste yavaştan bir hareketlenme başladı. Polisler parkın iki çıkış noktasına savaş araçlarını dizmişti. Dağıtımda eşitliği sağlamışlardı, her çıkışa bir Akrep, bir TOMA ve bir otobüs çevik düşüyordu, diğer üç belediye otobüsü polis ise iki çıkışa karşılık tam ortada duruyordu. Yaklaşık 50 kişilik gruba savaşa gider gibi gelen polis ülkedeki adalet fotoğrafının birer yansıması olarak duruyordu. Yan tarafta oturan arkadaşıma şöyle dedim: Eğer bir müdahale olursa buradan çıkamadan ölürüz! Sessiz bekleyişimiz sürüyordu. Polis müdahale için gün ışığına kadar bekledi; biz çadırımız başında dergi, kitap okumaya başlamıştık.
Gün Işığı!
Saat 05.00 civarı, gün ışıdığı ilk anlarda sivil polisler ellerinde coplarla parkın için girdi; teker teker çadır sökülme sesleri geliyordu. Yavaş yavaş ve sırayla gidiyorlardı biz ise hala kitap ile dergi ile çadırın girişinde oturuyorduk. Sakince kitabımı okumaya devam ederken birden dört polis ve bir amir bize doğru yöneldi, okumamızı böldüğünün farkına varması sebebiyle ilk cümleleri şunlar oldu: “Kitap okuyana hiç kimse dokunmazmış ama maalesef sökeceğiz.” Ardından okuduğum kitabın adını, yazarını sorup düşünmeye koyuldu. “Çadırda yeniymiş, yavaş olun arkadaşlar!” diyerek çadır sökümünün işaretini veriyor, tam polisler dokunduğu anda bizlere: “Arkadaşlar haydi siz çıkarın çadırı, zaten sabah oldu, götürmeyelim.” diyerek ayrılıyor, giderken adımı sorup: “Haydi Ali siz indirin, bir daha gelmeyelim.“ diyerek uzaklaşıyorlar.
Diğer çadırların hepsi araçlara bindiriliyor, giden onlarca çadırdan bir tek bizimki sökülmekten kurtuluyor. Çadırımızı o an için söndürüyoruz, uyku iyice bastırmıştı, polisler halen bekliyorlardı. Biz çadırımızı tekrar kurup, uyumaya başladık, saat 07.00 civarında diğer direnişçi arkadaşlar tarafından uyandırıldık, eğer çadırlar indirilemezse tüm parka müdahale olacağı haberi bizim çadırımızı da indirtiyordu. Sonrasında emniyet amirlerinden oluşan bir grup polis parkın içine girdi ve bütün afişleri yırtmaya başladılar. Çimenlerin üzerinde uyuyanları teker teker uyandırıyorlardı. Amirler pankartları söktüğü sıralarda bir Atatürk pankartı kalmıştı: “Onu da sökün işte!” diyen direnişçiye, “Onu sökmeyiz!” diyen amir söktüğü pankartları sağda solda bırakıyordu.
Temizlik çalışanı: Poşetin içine atsanıza…
Emniyet Amiri: İşin ne senin, toplasana işte!
Ardından değişim yapan polisler, amirler yiyecekler dahil, oturduğumuz battaniyeleri bile toplamamızı söyledi, yoksa müdahale edeceklerdi, böylelikle yiyecekler ve kitaplar toplandı. Anons başladı: “Emniyet güçleri adına konuşuyorum, eğer parkı boşaltmazsanız zorla çıkartılacaksınız!” Gelen vekillerin ardından müdahale anonsu değişti! “Arkadaşlar, parkı kuğulara ve çocuklara bırakın.”
Anonsun ardından toplu kitap okuma eylemi gerçekleştirildi, müdahale henüz gerçekleşmemişti. Milletvekilleri bekliyordu, daha fazla olmak için arkadaşlarını arıyorlardı, gelenlerin ardından yorgunlar eve gidiyordu. Bir milletvekili: “Eğer bir parkta ağaç sayısından çok kolluk kuvveti varsa adaletten bahsedilemez.” dedi.
Hukuk, haksızlıklara karşı yetersizliğini sürdürüyordu, hala! Kuğulu Park’ta eli coplu çadırlara saldıran, pankartları yırtan, yemeklerimizi, kütüphanemizi talan etmek isteyenlere karşı, savaş aletleri ile saldırmaya hazır olanlara karşı en güzel cevaptı “okumak!” Halkın kalabalığı gittikçe artıyordu, müdahale olmuyordu, bizler gecenin yorgunluğunu atmak için evlere gitmeye karar verdik çünkü ertesi gün daha dirençli olunacak yeni bir direniş günüydü! (AD/EKN)