(*) başlık için not: yanlış algı, anlama ve kanıları önlemek için, eğer daha önce okunmamışsa bu yazıdan önce mutlaka “y” yazısı okunmalıdır.
“bulunacak yeni eğlence ve etkinliklerle herkesin bu buluşmayı benimsemesi, katılması, çoğalması ve yaygınlaştırması; böylelikle herkesin kendi gücüne inanması ve özgüvenini yüksek tutması sağlanmalı; buluşmaya karşı olan ve engellemek isteyenlerde de bu yol ve yöntemlerle yenilmişlik, çaresizlik ve başa çıkamama duygusu yaratılmalıdır.”
parkta gördüğüm diğer çadırlara benzemiyordu bu çadır.
pratik şeylere, özellikle de açık alanda kullanılabilecek olanlarına meraklı birisi olarak önünde durup anlamaya çalıştım.
sanki bir “panço”nun ortasındaki baş boşluğuna eklenmiş iki kukuleta gibiydi en üstte çıkıntı yapan bölümleri. aynı zamanda da bir “havalandırma deliği” gibiydi. dışarıdan görünmüyordu ama içlerinde bir ağaç ya da uzun bir çubuk olmalıydı. kare şeklinde parçalardan oluşuyordu ve tepedeki iki kukuletanın benzerleri de yanlarda vardı ama sanki bir hava deliği ya da çadır penceresi gibiydi. parçaların birbirine metal bir telle “teyellendiğini” fark ettim. hem tuhafıma gitti, hem de hoşuma. askerlerin ‘panço’larından da birleştirilerek çadır yapıldığını biliyordum ama böyle altısının birleştirilerek büyük bir çadır olabileceği aklıma gelmemişti.
“yaratıcılığın sınırı yok” diye geçirdim aklımdan.
belki bir sabah uyandığında...
artık hava iyice ışımıştı. etraftaki diğer çadırlarda kalanlar birer ikişer çadırlardan çıkmaya başlamışlardı. merakım beni orada yere oturttu ve izlemeye başladım.
çok geçmedi, kukuletalardan birisinin daha önce sivri olan tepesi yuvarlaklaştı, sonra bir kafa yerleşti ve dışarıya çıktı, kukuletayı geriye doğru itince kısa kesilmiş saçlı bir baş çıktı ortaya. tanıdık gelmişti yüzü, anımsamaya çalışırken başıyla ve sözüyle “merhaba” dedi. karşılık verdim. o anda tepedeki diğer kukuletada da aynı şey oldu. hemen ardından da yanlardaki diğer kukuletalardan da birer baş uzandı. başlar yukarıya doğru biraz yükselirken çadırın parçalarını birleştiren tellerin teker teker sıyrıldığını gördüm. diğerlerinden tümüyle ayrılan her panço bir adama dönüştü. ortasında kukuleta bölümü olan bu kare şeklindeki kalın bez parçasını ‘giymiş’ altı insan çıktı ortaya.
işte o zaman anımsadım:
bunları iki yıl önce de orada görmüş, hatta yazmıştım. kafalarında “y” yazanlardı.
o zaman beş kişilerdi.şimdi ‘altı’ olmuşlardı.
-“sizi hatırladım, ama altı olmuşsunuz” dedim. sonrada sürdürdüm:
-“nerelerdeydiniz? iki yıldır, sizi ne gördüm, ne de sizden söz edildiğini duydum sağda solda. o kadar ki o gün gördüklerimin ‘rüya’ olduğunu sanmaya başlamıştım neredeyse...”
içlerinden birisi yanıt verdi:
-“‘altı’dan daha da çokuz, şimdi ‘altı’mız burada, hep olduğu gibi ‘arınmış alanlarda’ydık!”
“arınmış alanlar” szünü başka türlü söylemişti. gülümsedim. onlar da benimle güldüler.
sonra daha önce çadır olan yerde bağdaş kurup oturarak bir halka oluşturdular.
bana yanıt veren “siz de katılmaz mısınız bize?” dedi.
yerimden kalktım, onların halkasına dahil oldum. onlar birbirlerinin elinden tutmuşlardı. Ben de iki yanımda oturanların ellerinden tuttum.
en yaşlı olan erkek belli belirsiz bir sesle bir ezgi mırıldanmaya başladı. dudakları kıpırdamıyor ama kalın, bas bir ses çıkıyordu, tekdüze bir ezgiydi bu. bir süre sonra aynı ezginin farklı biçimlerde ama birbirine bağlanarak yinelenmesinden oluştuğunu fark ettim bu müziğin. diğerleri de daha düşük tonda katılmaya başladılar. becerebildiğim kadarıyla ben de aynı biçimde eşlik ettim onlara, herkes yanından başlayarak başı ve gözleriyle birbirini selamlamaya başladı.
sadece bir selamlama değildi bu. birbirlerinin yüzlerine bakıyor, adeta mimikleriyle konuşuyorlardı. bana birbirlerine geceyi, düşlerini ve bugün yapacaklarını anlatıyorlarmış gibi geldi. sırayla bana da baktıklarında ben de onların yaptıklarını sandığımı yaptım. geceyi anlattım önce, sonra gördüğüm rüyaları anlatmaya çalıştım mimiklerimle, bugün de neler yapacağımı söyledim. her biri ile aynı şeyleri yaparken mimiklerimin ve beden hareketlerimin düşündüklerimi daha doğru anlattığını fark ettim. ortalık o hafif ve tekdüze ezgi ile en çok da kuşların sesleri olmak üzere, dışarıdan gelen birkaç ses dışında sessizdi. ama ben onların sessizliğini duyuyor, sessizliğimle onlara düşüncelerimi anlatıyordum. sanırım yarım saat sürdü bu sessiz konuşma.
sonra hep birlikte ayağa kalktık. halkayı bozmamıştık. yalnızca geriye doğru biraz giderek halkayı genişlettik. ezgiyi mırıldananın işaretiyle beden hareketlerine başladılar. tam karşımdakine bakarak ben de onların yaptıklarını yineledim. çevreden birkaç kişi daha olduğu yerde egzersize katıldılar. baş hareketleriyle başlayan bu egzersiz safhası da yukarıdan aşağıya doğru bedendeki tüm kasların hareket ettirildiği ritmik bir jimnastiğe dönüştü. yaklaşık yarım saat içinde ayaklarımıza geldiğimizde zıplıyor, dizlerimizi karnımıza doğru çekiyor, tam yatay haline geldiğinde ellerimizle ayaklarımıza dokunuyor, zıp zıp zıplıyorduk. bu hareket giderek hızlandı ve herkes yorgunluğun son kertesinde geldiğinde mırıltı giderek gülmeye, gülme de kahkahalara dönüştü. hepimiz birbirimizin tuhaflığına ama hareketteki uyumluluktan kaynaklanan bir keyifle kahkahalar atıyorduk. birer birer durduk sonra.
sabahın da, çorbanın da sahibi herkes
ilk duranlar, çadırın yanında duran kazan benzeri bir şeyin kapağını açtılar ve bir metal tas ile başlarından aşağıya su dökerek kendilerini yıkadılar. benim üzerimde normal giysi olduğu için ben yalnızca yüzümü ve açık olan kısımlarıyla kollarımı ve bacaklarımı yıkadım. yıkanma faslı da bitince, grubun içinden iki kişinin yine kenarda duran üç tane sandığı çadırların önünde yol olarak kullanılan boşluğun kenarına yan yana dizdiklerini gördüm. merakla onları izlerken birisi “dükkânımızı açma zamanı geldi” dedi.
sonra sandıkların dibinde duran iki çubuğa sarılmış, pankart olduğunu sandığım bir bezi aldı ve üç sandığın arkasına çubukları toprağa sokarak yerleştirdi. pankartın uzunluğu yan yana duran sandıkların uzunluğu kadardı ve onlardan biraz yukarda duruyordu. üzerinde büyük harflerle türkçe olarak “varsa bırak, yoksa al!” yazıyordu.
aynı cümle bundan daha küçük harflerle ve farklı renkte boyalarla ama başka dillerde de pankartın üzerinde yazılıydı.
sandıkların her birinin üzerinde de ortada büyük harflerle “paylaş ve tümleş” yazısı vardı. her sandığın üzerinde de ne sandığı olduğu yazılıydı. birincisinde “giysi”, ikincisinde “gıda”, üçüncüsünde ise “kitap” yazıyordu. yaşamımızdaki en gerekli üç şey. geri kalanı onlara katılınca yani ortaklaşınca ve sevgiyle bütünleşince tamamlanıyordu.
“kitap” sandığının içinden daha küçük bir sandık çıktı ve onu da üçünün önüne ve ortasına koydular. üzerinde ‘sebil’ yazıyordu. onu diğerlerinin önüne koyan kişi, bana döndü, ‘bizim için değil, biz parasız yaşıyoruz...’ dedi. kasanın içinde en büyüğü 10 lira olan biraz kağıt parayla neredeyse sandığın dibini dolduracak kadar bozuk para vardı.
iki kişinin açtıkları “dükkân”ı izlerken, biraz daha gerideki ikisinin de yere çömelmiş elleriyle toprağın içine 20-30 cm çapında bir çukur açtığını fark ettim. ellerinde küreğe benzer bir alet yoktu ama çok olay açıyorlardı çukuru. yanlarına gittim.
-“burası ocağımız” dedi birisi. diğeri de onu tamamladı: “şimdi burada ateş yakacağız ve çorbamızı kaynatacağız”.
belli ki bu amaçla kullanılan bir yerdi ve küllerle karışık gevşek toprak vardı. çukurun içinde. altı kişiden ikisinin çevreden yanacak bir şeyler toplamaya gittiğini o zaman anladım. çukur oluşunca birbirine ortadaki bir halka ile bağlanmış 70-80 cm. uzunluğunda 1,5-2 cm kalınlığında yuvarlak üç demir çubuğu, çukuru tam ortalayacak şekilde çukurun üzerine yerleştirdi. tepedeki halkaya da yine üç tane uçları kancalı zincir taktı. bir çeşit ocak askısı ortaya çıktı. geride duran sandığın içinden de orta büyüklükte bir bakır kazan çıkardı ve yanlarındaki deliklere zincirlerin kancalarını taktı. çorba kazanı hazırdı. sandıktan çeşit çeşit sebze, kuru gıda, toz halinde farklı renklerdeki bazı maddeleri kazanın içine koydu, sonra da az önce banyo yapmak için kullandıkları su kabını getirerek kazanın içine yarıya kadar dolacak şekilde koydu. bu işlemler bitmek üzereyken, ortadan kaybolan ikisi de çalı çırpı, kağıt, karton, yanabilecek ne varsa ellerindeki torbalara doldurmuş geldiler. çukura önce kağıtları sonra çalı çırpıyı en üste de birkaç tahta parçası koyarak bir defada ateşi yaktı çukuru açanlardan birisi. saat altıya geliyordu bu sırada.
yarım saat sürdü çorbanın kaynaması. altı kişinin hepsi de yine o ortak sandıktan birer metal kase ile birer tahta kaşık çıkardılar ve kaselerine koydukları çorbayı içtiler. benim bir çorba kasem yoktu. o yüzden benimkini bir bardağa koydular. ben de onlarla birlikte adını bilmediğim ama çok lezzetli olan o çorbadan içtim. çorbayı görüp kazanın yanına gelen herkese de eğer isterlerse çorbadan verdiler. ateş azaldıkça yine birkaç parça bir şey atarak ateşi harlıyorlar, kazandaki çorba azalınca da aynı malzemeleri suyu ekleyerek çorbayı kaynatmayı sürdürüyorlardı. dönüşümlü olarak en az birisi ateşten ve çorbadan sorumlu olarak kazanı kaynatmayı sürdürüyorlardı.
barışçıl, şiddetsiz, eğlenceli, özgür ve bir işlevi olan...
çorba içtikten sonra yeniden bağdaş kurup oturduk. hafta sonunda yapılacak toplu eylemin ne olacağını konuşmaya başladılar. ben de onları dinliyordum. içlerinden birisi böyle bir şeyin yapmanın gerekli olup olmadığını sordu. değişik düşünceler çıktı her birinden bir süre sonra düşünceler daha netleşti ve ortaklaştı. böyle toplu bir etkinliğin iki açıdan iyi olacağında buluştular. ilki parkta olan herkesin güçlerine inanmayı ve özgüvenlerini yüksek tutmanın gerekli ve yararlı olduğu gerçeğiydi. böylelikle direniş sürekli yeniliklerle yayılacak, benimsenecek ve yaygınlaşacaktı. tıpkı daha önce yapılan “duran insan”lar gibi hem tüm toplumda sempatiyle karşılanmayı sağlayacak, hem de bunu yapanların kendilerini direnişe dahil etmelerini sağlayacaktı.
ikincisi ise karşı oldukları ‘sistem’i rahatsız etmiş olacaklardı. üstelik onların itiraz edemeyecekleri bir eylem olması halinde çaresiz kalmaları da aslında ne kadar güçsüz olduklarını herkese gösterecekti. eğer şiddet uygulamaya kalkarlarsa bu da onların teşhir olmalarını sağlayacak, tüm coğrafya ve dünya ölçeğinde tepki çekeceklerdi.
ardından böyle bir eylemin ne olacağını tartıştılar uzun uzun. hem eylem olmalı hem de eylem sayılmayacak bir hareket olmalıydı. üstelik barışçı olmalı, şiddet içermemeli ve herkesin kendisi olarak katılımını mümkün kılmalı ve eylem olmaktan başka bir işlevi bulunmalıydı.
genellikle en az konuşandan çıktı en iyi öneri ve de hemen benimsendi. bence de iyi bir öneriydi. adını “trencilik oyunu” olarak söylemişti. gerçekten de bir eylem değil bir toplu oyundu önerdiği. eğer iyi duyurulursa ve doğru zamanlanırsa tüm kentti kaplayan bir oyun da olabilirdi. yine uzun uzun ayrıntılarını konuştular. sonunda her bir noktası herkesin anlayacağı açık seçiklik ve netlikte şekillendirildi. trencilik oyunu aslında yaya yapılan bir yolculuktu. ama birlikte yapılan bir yolculuk olacaktı. gruptaki altı kişinin her biri bir lokomotif olacaktı. onlar altı farklı istikamete doğru ellerinde varacakları noktayı gösteren bir kağıtla yürümeye başlayacaklardı. onların gideceği yerlere gidecek insanları da arkalarından tutunarak birlikte yürümeye çağıracaklardır. amaç toplu bir yürüyüş ya da bir yere topluca varılması değildi. herkes zaten gideceği yönde ve yere kadar bu tren katarına katılacak, varacağı yere gelince inecek işine gidecek, ama aynı istikamette bir yere giden herkes de tren katarına eklenmeye çağırılacaktı. ne kadar çok insan bu trene birer vagon ya da yolcu olarak katılırsa, ne kadar uzun bir katar oluşturulursa, bu yolculuk sırasında ne kadar çok temas kurulup bu direnişin ve bu hareketin anlam ve önemi anlatılırsa, yolculuk sırasında ne kadar eğlenilir, ne kadar gülünürse o kadar başarılı olunmuş olacaktı. eğer kollar çok uzar, dallanıp budaklanır, yeni istikametlere doğru yeni trenler oluşturabilirse, bu trenler birbirleriyle buluşacak ve kentteki, belki de dünyadaki herkes birbirinin ardından tutarak aynı yöne doğru yürüyecekti. eylem için yapılmaması, hiçbir yasaya aykırı olmaması, kimseyi engellememesi, ancak herkesin eşit biçimde katılımına açık olması ve özellikle yukarıdan çekilecek fotoğraf ve videolardaki görüntüsü ile eylemin güzelliği yakalanabilecekti. herkesin çok hoşuna gitti düşünce. içlerinden birisi arkalarından tutunacak kişilere tutunmaları için bellerinde farklı renklerde ipler bağlamalarını önerince bu da karar altına alındı. sonra başlama zamanını ve süreyi, ardından da yürünecek güzergahları belirlediler. sandıktan küçük karton parçaları çıkardılar ve güzergahlar üzerindeki noktaların adlarını o kartonların üzerlerine yazmaya başladılar. giderek kentin her yanının adının yazıldığı kartonlar altı farklı grupta birbirlerini takip edecek şekilde ardarda dizildi. güzergâhların son noktaları trenlerin lokomotifi olacak kişilerin elinde olacak, varılacak en yakın yer en sonda olmak üzere tren katarına katılacak herkes kendi gideceği noktanın kartını diğer eliyle kendisi tutacaktı. anlattıklarını gözümün önüne getirdiğimde çok hoşlandım öneriden ve belirtilen gün ve saatte bir trenin son noktasına kadar ben de trene katılmaya karar verdim.
sonra herkes kendi planladığı işle uğraşmak üzere dağıldı. bir tanesi oyunun sosyal ağlarda duyurulması ve paylaşılması için, internet bağlantısı olan bir arkadaşına gideceğini söyledi. ben biraz orada kalanlarla sohbet ettim, akşama doğru yeniden gelmek üzere yanlarından ayrıldım.
‘pyrus’ zaferi
parkın boşaltılması için yapılan müdahale o gece oldu. ben de belirli bir ana kadar oradaydım. ama müdahale sırasında kullanılan gazdan çok etkilendiğim için nefes alamaz hale gelince sonuna kadar orada kalamadım. olanları sonradan bir avukat arkadaş anlattı. onun anlattıklarını paylaşarak bitireyim.
“yüzümde maskemle ben de oradaydım. onların altısı da oradaydı. müdahale başladığında birbirlerine sarılarak adeta bir yumak oldular. bir yere kıpırdamadılar. müdahale eden güvenlik güçleri çok uğraştı onları birbirlerinden ayırmak için, çok vurdular. çok gaz sıktılar. başaramayınca karga tulumba hepsini birden aldılar ve bir arabaya attılar. ben de arkalarından gittim. müdahale etmeme ve avukat olduğumu söylememe karşın beni de tehdit ederek uzaklaştırdılar. arabanın içinde onları dövmeyi sürdürdüklerini çıkan seslerden anladım. sonra arabayı en yakın karakola çektiler ben de bir onları izleyerek arkalarından gittim. karakolda da yine yumak halindeydiler. üstlerindeki örtüler yer yer parçalanmış altlarından, morarmış kısımlarıyla çıplak bedenleri görünüyordu. sorguya alındıklarında kim oldukları dahil hiçbir şey söylemediler. üzerlerinde kimliklerini, ırklarını, mesleklerini uyruklarını belirtir hiçbir şey yoktu. polisler ne yapacaklarını bilemediler. kayıt alamadılar, gözaltına alındıklarını herkes görmüştü, üstelik de ben vardım orada, çaresiz kaldılar. birisi ‘basının haberi olur, yazılır ve toplumun dikkâtini çekerlerse çok kötü olur’ dedi. sonra onlara çay getirdiler. hiç biri çaya dokunmadı. bir doktor çağırdılar, onların yaralarıyla ilgilenmek istedi, ona da izin vermediler. ben konuşmak istedim, benimle de konuşmadılar. yalnızca içlerinden birisi bana fısıltıyla 'bizi bıraksınlar, gidelim, biz kimseye bir şey yapmadık’ dedi. onun söylediğini komisere söyledim. komiser çok şaşkındı, bana ‘avukat bundan kimseye söz edersen senin canına okurum’ dedi ve ardından polislere dönüp ‘götürüp uzak bir yere bırakın’ dedi. sonra hep birlikte çıktılar. ben de bir arkadaşımı aradım, beni aldı ve arkalarından ben de arabayla gittim. gerçekten de bir saat kadar ileride bir dağ başında bir ormanın kenarına bıraktılar onları. polisler uzaklaşınca yanlarına gittim. ger götürebileceğimi söyledim. istemediler. yalnızca eğer parktaki eşyalarını bulacak olursam saklamamı, bir şekilde gelip alacaklarını söylediler. sonra da teşekkür ettiler ve yürüyerek uzaklaştılar.”
biliyorum onlar aramızdalar ve çoğalarak her yerde var olacaklar bir gün.
haa unutmadan çok değil bir gün o trencilik oyunu da oynanacak bu kentte. (hs/hk)