(Her şeyden önce bir not düşmek istiyorum: Bu yazı, ne kadın hareketinin eril dile yönelik eleştirisine bir katkı sunmaya cüret ediyor, ne de zaten, ancak dışarıdan bir izleyici olarak sınırlılıkla gözlemleyebildiğim bu mücadelenin hâlihazırdaki etkin yöntemlerine değiniyor. Ek olarak, burada sözü edilen iktidar birlikteliğine karşı gelişen feminist teori ve direniş ile dayanışmaya dayanan feminist mücadele, bilinçli olarak bu yazının dışında tutuldu. Dil ve milliyetçi siyaset üzerinden ataerkiyi pekiştiren iktidar yapılarına karşı oluşturulmuş feminist literatür konuyla ilgili derli toplu cevapları barındırıyor. Bu yazı, bir ortak akıl yürütme sonucunda, benim literatürünü akademik olarak az çok kurcalamış olduğum milliyetçilik ile söylemsel iktidar ilişkisi bağlamında, cinsiyetçi ifadeleri meşru kılma gayretindeki TDK'ye yönelik doğrudan bir eleştiri yazısı olarak okunmalı diye düşünüyor, böyle olmasını umuyorum.)
Bir süredir, dikkatli ve hassas kullanıcılar sayesinde iyice görünür olan Türk Dil Kurumu'nun 'Güncel Türkçe Sözlük'ündeki eril ve heteronormatif kelime karşılıklarının, sınırlı bir gündeme oturan sonuncusu "kirli" oldu.
Sözlükte "kirli" kelimesine verilen üç karşılıktan biri (mecaz), "Aybaşı durumunda bulunan (kadın)".
Bir süredir benzer sözcük karşılıkların ortaya çıkmasıyla iyice yerin dibine batan (ya da bizim öyle olmasını beklediğimiz) TDK, kadınların "kirli" ile ilgili tepkileriyle karşılaşınca, sözlüğü gözden geçirme kararı verdiğini açıkladı. Burada, epeyce özet ve eksik bir biçimde, ne TDK'nin ne de dili biçimlendirmeye çalışan, üstbelirlemeci herhangi bir kurumun, varoluşları gereği ayrımcı, hegemonik, eril dilden kurtulamayacağı görüşünü dile getirmeye çalışıyorum. Dahası "ulusal dil oluşturma" projelerinin altında yatan milliyetçiliğin eril hayal dünyasının, bu milliyetçiliklerin yarattığı dillere de doğal olarak yansıdığını savunuyorum.
"Kirli", "müsait", "kötü kadın" ve diğerleri...
Hepsinden önce, TDK'yi, özellikle de sosyal medyada tepkilerin odağına yerleştiren sinir bozcu bazı örnekleri hatırlayalım:
Sözlükteki "kadın" ve "erkek" kelimelerinin karşılıkları, her şeyi anlatır nitelikte aslında.
"Kadın" kelimesinin iki karşılığı şöyle:
-"Analık veya ev yönetimi bakımından gereken erdemleri, becerileri olan..."
-"Hizmetçi bayan."
"Erkek" kelimesinin altında ise iki sıfat yer alıyor:
-"Sözüne güvenilir, mert."
-"Sert, kolay bükülmez."
Sözlükte "müsait" kelimesine verilen iki karşılıktan biri, "Flört etmeye hazır olan, kolayca flört edebilen kadın". "Müsait" kısa bir süre eleştirel bir mizahın da malzemesi haline gelmişti.
"Esnaf" kelimesine gösterilen üç karşılıktan biri "Kötü yola sapmış olan kadın".
"Hayat kadını"nın karşısında ise epeyce uzun bir açıklama yer alıyor: "Para karşılığında erkeklerin cinsel zevklerine hizmet eden ve bu işi meslek edinen kadın, fahişe, orospu, orta malı, kaldırım çiçeği, kaldırım süpürgesi, kaldırım yosması, sürtük."
"Serbest" kelimesinin karşılıklarından biri, "Ağırbaşlı olmayan, hoppa kadın".
"Kötü kadın" ve "mal" kelimelerinin karşılıkları aynı: "orospu".
"Kötüleşmek" gibi çok geniş kapsamlı bir sözcüğün altında iki açıklama var: "Kötü duruma gelmek" ve "Kadın, toplumun ahlak kurallarına aykırı davranmaya başlamak".
"Hanım" kelimesi ise "Kadınlığın bütün iyi niteliklerini taşıyan" olarak açıklanıyor. Yukarıdaki düşmanca tanımlara bakınca sözlük yazarlarının "kadınlığın iyi nitelikleri" olabileceğine inanıyor olduğunu düşünmek bile azıcık da olsa içimizi rahatlatıyor (!).
Yalnızca bunlarla sınırlı değiş cinsiyetçi tutum tabii. Mesela, "oğlan" kelimesi için verilen "Erkeklerin zevkine hizmet eden sapık erkek" tanımı, homofobik olduğu kadar, zevkine hizmet edileni değil de o zevke hizmet edeni "sapık" addettiği için başka sorunlar barındırıyor (bu tanım belki, erkekliğin cinsel ilişkinin tek taraflılığına dair algısını ve "eşcinsel" nefretinde asıl hedefin kim olduğunu da hatırlatıyor bize.)
Bu tür karşılıklar, sözlükler yenilense de ilk TDK sözlüğünden ve bu sözlüğe kaynaklık eden Kamûs-ı Türkî gibi ilk kapsamlı Türkçe sözlüklerden bu yana benzer şekilde varlığını sürdürüyor. Bunun en önemli nedeni, sistematize edildiği biçimiyle dilin erkekliği.
Eril iktidarın eril dili ya da tam tersi...
Ulusal dillerin evrim süreçlerinde bir tür mutasyon olarak hızla öne çıkan "dil oluşturma" projeleri, eşitsizliğe dayanan iktidar ilişkilerinin birbiriyle ilişkili iki olgusu üzerinde çalışır: Erkeklik ve milliyetçilik.
Feminist teori içindeki dil tartışmaları, diller özelinde kadının dildeki ontolojik yokluğu, eril kökenli kelimeler, eril imalardan oluşmuş ve dile yerleşmiş kullanımlar gibi konulara olduğu kadar, postyapısalcı düşünürlerin söyleme birer iktidar aracı olarak yaptıkları vurguya ve dil ile iktidar arasında ilişkiye yönelik akademik dikkate de yaslanıyor. Buna göre en basitleştirilmiş haliyle; toplum söylemler yoluyla farklı, geçirgen ve girift olduğu kadar her durumda erkeklik izleri taşıyan iktidar mekanizmaları tarafından inşa ediliyor. Bu, kimi zaman soyut, belirsiz, fark edilmeyen çoklu bir iktidar çemberi yaratıyor. Neyi nasıl söylediğiniz, aslında varolan bir ya da birden çok iktidarla ilgili pozisyonunuzu belirliyor.
Henüz sözlükler icat edilmeden önce de dildeki kelimeler, kullanımlar, sıfatlar ve atıflar eril tarihsel iktidarın izlerinden muaf değildi. Hayal edilen en üstün varlık olan "Tanrı"nın erkekliğinden başlayarak, Türkçedeki meşhur "kadın"/"kız" karşıtlığı meselesine, ya da diyelim birçok dilde "adam" kelimesinin "insan" kelimesine karşılık olarak kullanılmasına kadar, dil katmanlarının hemen her yerinde erkek iktidarının belirlediği kullanımların, eril söylemin hâkim olduğunu kolayca görmek mümkün.
Toplumsal eşitsizliğin hem nedeni hem de sonucu olarak dilin, bir biçimde zaten içinde barındırdığı bu kültürel/toplumsal/tarihsel nüveler, dilin milletin inşası sürecinde tıpkı tarih gibi yeniden kurulduğu bir sürece, daha doğrusu bir projeye tabii ki yansıyor -ki kurulmuş tarih anlatısının içinde de pek tabii gerçekten yaşanmış olayların bir tür ideolojik yeniden üretimine rastlamak mümkün.
Milliyetçiliklerin ele aldığı ve milletin temeline yerleştirdiği dillerin, milliyetçiliğin kendisinde barındırdığı erkeklikten ve saldırganlıktan muaf olmasını bekleyemeyiz. Milletin inşasını güç, zafer, savaş gibi eril kavramlarla özdeşleştiren ideoloji, kadını bir biçimde ya genetik, biyolojik bir üretici, ya erdemli millet fertlerini yetiştiren bir milli kimlik aktarıcısı ya da (hemen her milletler savaşında yaşanan tecavüzlerde de gördüğümüz üzere) "ele geçirme"yi simgeleyen, bedeni üzerinden düşman milletten intikam alınan bir araç gibi görüyor.
Milliyetçilik erkektir
Milliyetçiliği anlamak için mutlaka ziyaret etmemiz gereken adreslerden olan Anderson'a göre milliyetçiliğin bir türlü sistematik bir olgu olarak tanımlanamamasının nedeni, büyük M ile "Milliyetçilik" diye bir kavram yaratıp onu bir ideoloji olarak sınıflandırma çabası.
Anderson, milliyetçiliğin, “liberalizm”, “faşizm” gibi olgularla değil de “akrabalık”, “din” gibi olgularla bir arada düşünülmesi gerektiğinin altını çiziyor (1). Buna göre aslında ailenin, erkeğin avantajına belirlenmiş kurallarının ve hiyerarşisinin, soyut bir aile gibi tasavvur edilen millet için de aynen gereçli olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Ailedeki gibi doğrudan ilişkinin ve iletişimin var olmadığı millet, yine Anderson'a göre "Hayal edilmiştir, çünkü en küçük ulusun üyeleri bile diğer üyeleri tanımayacak, onlarla tanışmayacak, çoğu hakkında hiçbir şey işitmeyecektir ama yine de her birinin zihninde toplamlarının hayali yaşamaya devam eder."
İşte bu toplamın hayalinin, diyelim "Türklük"ün, cinsiyetten en azından cinsiyetçi hiyerarşiden muaf olabileceğini düşünemeyiz sanıyorum. Ayrıca, modern milliyetçiliğin kökenlerinde, yalnızca imparatorlukların yıkılışı sürecinde ortaya çıkan ideolojik, ekonomik, toplumsal bir yeni sistem yaratma çabasının ve bunun değişkenlerinin yer aldığını söylemek yanlış olur.
19. yüzyılda, özellikle Avrupa'da biçim değiştirmeye başlayan, yeni bir erkek kuşağının, kurtarıcı, fedakâr, örgütlü, eğitimli ve genç erkeklerin politik birlikteliklerinin modern erkeklik söylemini yarattığı bir dönemde, milliyetçilik bu erkek dayanışmasının altında en yoğun biçimde örgütlendiği şemsiye halini aldı. Örneğin, yeni erkeklik ile milliyetçiliğin bu karşılıklı oluşum sürecinin Osmanlı'daki meyvesi olan Jön Türkler, üç farklı kaynakta doğdu: dönemin başat yükseköğretim kurumları olan ve yalnızca erkeklerin kabul edildiği tıp (Tıbbiye'deki ebelik kurslarını manidar biçimde bunun dışında tutalım) ve harp okulları, ordudaki gizli örgütler ve yine tamamı erkeklerden oluşan, Avrupa'nın büyük kentlerinde yükseköğrenim gören gençlerin oluşturduğu gruplar. Jön Türkler'in ortaya çıkış sürecinin, aynı zamanda Genç Kalemler çevresinin Türkçe'nin yapısal biçimde ele alınmasını, yabancı kelimelerden ve tamlamalardan arındırılmasını içeren talepleriyle, yani "dilde sadeleşme" olarak özetlenen "dili yeniden inşa etme" hareketiyle eşzamanlı geliştiğini belirtmek gerekiyor.
Çoğu çokeşli olan bu erkek grubun yeni toplum hayalinde, Batı kökenli kaynaklarının etkisiyle yer yer görülebilen "kadın hakları" meselesi, yazık ki "kadının, toplumun eğitiminde edindiği önemli rol"e vurgudan öteye de geçmez. Şemseddin Sami'nin "Kadınlar" risalesinde, Kasım Emin'in "Hürriyet-i Nisvân" (Kadınların Özgürlüğü) kitabında ve benzer metinlerde, nüfusun yarısını oluşturan kadınların cahil kalmasının, diğer yarısını da cahil bırakacağı vurgusu hâkimken, Selahaddin Asım gibi isimler, kadınların toplumsal hayattan uzaklaştırılmasının ekonomik zararlarına vurgu yaparak, eleştirilerini araçsal bir duvara yaslarlar. (2)
Tekrar söyleyelim: Kadının ya ulusun inşasına yaptığı katkılarla bir değer bulabildiği ("erkekleri cephedeyken onlara silah taşıyan fedakâr Türk kadını"na yapılan vurguda olduğu gibi), ya da milletin evlatlarının "anası", milli kültürün (esasen biyolojik) taşıyıcısı olarak kutsandığı, aile kavramını temele alan kurucu milliyetçiliğin, mesele kadınların eşit hakları olduğunda takındığı sorunlu tutum; yalnızca pratik siyasetin erkekliğine değil, bu erkeklerden müteşekkil milliyetçi elitin iktidar, devlet ve toplum görüşüne de karşılık geliyor.
Bu görüş bir yanıyla "vatan" ile "namus" arasında kurduğu sembolik özdeşlik yoluyla, kadının iffetinin genelde erkek tarafından korunduğu namus anlayışıyla, "girilmez" vatanın yabancı öznelerden korunduğu milliyetçilik anlayışının aynılığını barındırıyor. (Bu çok katmanlı "milliyetçilik/cinsiyetçilik" ilişkisine bir örnek olarak aklıma geliyor: Kadın düşmanlığının en görünür yüzlerinden olan kürtaj karşıtlığının arkasında, dinî olduğu kadar ulusun nüfusunun tüm çevresel, duygusal ve kültürel bağlamlardan soyutlanarak, kadının iradesinin ötesinde ve üstünde tutulan istatistiğe dönüştürüldüğü bir milliyetçiliği de görmemiz mümkün.)
Türk'ün icadı ve Türk Dil Kurumu
Yeniden ve sonuçta, Türk Dil Kurumu'na dönelim. Dilin yeniden inşası yahut keşfi, Cumhuriyet öncesi milliyetçiliğinin önemli sorunlarından biriydi. Bir önceki yüzyılın sonundan itibaren Ziya Gökalp gibi kimi Türk milliyetçilerinin dille ilgili temel meselesi, dilin özellikle Arapça ve Farsça sözcüklerden arındırılmasıydı. Fransızca ve İngilizce etkisi ise, bu milliyetçilerin yüzlerini Batı'ya dönmelerinden olacak, pek konuşulmuyordu. Mustafa Kemal'in, Türkçeye bir Batı dilinden girdiği aşikâr olan "kültür" gibi kimi sözcüklerden rahatsız olmak bir yana, bu sözcüklerin çoğunun kökeninin Türkçe olduğunu dille ilgili sohbetlerde iddia ettiğini biliyoruz.
Cumhuriyet'in ilanının üzerinden geçen birkaç yıl, kuruluşun teknik sorunlarıyla uğraşmayı gerektiriyordu. Ancak fiilen meşruiyet zeminine oturmaya başladığı andan itibaren kurucu elit, imparatorluk artığı bir toplumdan homojen bir millet yaratmanın yollarını aramaya başladı. İşte 1932'de, tam da böyle bir amaçla, "milletin dili"ni yeniden biçimlendirmek için Türk Dili Tetkik Cemiyeti adıyla kuruldu Türk Dil Kurumu (bu adı 1936'daki üçüncü kurultayda alacaktı). Mustafa Kemal'in emriyle hayat bulan ve kültürel olarak çok önemli bir işlev üstelenecek olan Cemiyet'in dört üyesi de erkek milletvekilleriydi (bu durum milletvekilliği bağlamında sonraları değişse de "erkek"lik bağlamında değişen pek bir şey olmadı. İlk kurultay metninde "Kadın erkek her Türk yurttaş Türk Dili Tetkik Cemiyeti üyesidir" denmiş olmasına rağmen üstelik...).
Not düşelim: TDK'nin bugüne dek görevde bulunan 25 başkanının hiçbiri kadın değildi. Kurultaylar, yoğun erkek "bilgin" katılımıyla gerçekleştiriliyor, bir yönüyle, toplumun neyi nasıl konuşacağına/konuşması gerektiğine bu bilgin erkekler karar veriyordu. Bugün, beş kişilik Kurum yönetiminin tamamı erkek. 20 kişilik Bilim Kurulu'nda ise yalnızca bir kadın (Doç. Dr. Funda Kara) bulunuyor.
"Erkeklerin milliyetçiliği kadınları susturmak için nasıl kullandıklarının ve milliyetçi ideolojilerin, stratejilerin ve yapıların, erkeklik imtiyazlarının, günün koşullarına uyarlanıp yeniden üretilmesinde nasıl işlev gördüğünün artık fazlasıyla farkındayım. Geçtiğimiz yıllarda, milliyetçiliğin -kaçınılmaz olarak olmasa da çarpıcı bir tutarlılıkla- kadınları eninde sonunda marjinalize eden militarizmin çarklarını nasıl yağladığını görmeye başladım" diyor Cynthia Enloe (3). Dil ve dile dair kurumsal tasarruflar, bu sürecin en önemli ayaklarından ve araçlarından birini oluşturuyor. Çünkü "şeyler"in, durumların ve yaşayan varlıkların yalnızca dil yoluyla kurulan anlam dünyasında bir kimlik ve karşılık bulduğunu kabul ettiğimizde, dilin sadece bir kategorize etme, sınıflandırma aracı değil ayrıca toplumsal ve siyasi pratiğin temel alanı olduğunu da anlamış oluyoruz. Böyle baktığımızda, kelimelerin "gerçek anlamları", nesnel karşılıkları olmadığını; esasen kelimelere verdiğimiz anlamlar yoluyla toplumsal olanı yeniden inşa ettiğimizi de görüyoruz. Dili, bir mücadele alanı haline getiren de bu özelliği.
İşte bu kadim anlam verme mücadelesinde, erkek devletin bir aracı olarak Türk Dil Kurumu ya da diğer bütün önbelirlenmiş resmi/gayri resmi sözlükler ve dil sınıflandırmaları doğal olarak iktidar alanının bir parçası olarak işlev görüyor.
Geçenlerde AKP milletvekili Hakan Çavuşoğlu, Meclis Genel Kurulu'nda konuşan HDP milletvekili Meral Danış Beştaş'ın sözünü keserek, "Çirkin şey! Ben senin çirkinliğine bir şey diyor muyum?" diye bağırdı.
"Çirkin", TDK sözlüğünde "(kadın)" açıklamasıyla birlikte yer almıyor henüz; ancak erkek bir siyasetçinin, söylediklerini beğenmediği bir kadına "çirkin" demesi, dahası bu tür bir muhasebenin (güzellik/çirkinlik) özellikle muhalif ve Kürt kadınlar söz konusu olduğunda durmadan yapılıyor olması, dil-erkeklik-iktidar-milliyetçilik zincirinin tam ortasında bir örnek teşkil ediyor.
Tüm bu mütalaa sonunda, milliyetçi ve militarist bir ulusal inşa sürecinin temel parçalarından biri olarak Türk Dil Kurumu'nun cinsiyetçi sözlüğünün ayrıksı ve özel bir durum olmadığını, olamayacağını rahatça söyleyebiliriz.
Doğru, Türk Dil Kurumu'ndan önce de dil, yukarıda özetlenen tarihsel ve politik nedenlerle cinsiyetçiydi. Ancak hatırlamalı ki, TDK sözlüklerinde karşılaşılan bu cinsiyetçilik tam olarak "resmi bir dil kurumu"nun (ne tuhaf bir tamlama) tarihsel misyonuna ve pozisyonuna denk düşüyor. (MÇ/ÇT)
(1) Benedict Anderson, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması; İkinci Basım. İstanbul: Metis Yayınları, 1995.
(2) Fatma Kılıç Denman, İkinci Meşrutiyet Döneminde Bir Jön Türk Dergisi: Kadın; İstanbul: Libra, 2009.
(3) Cynthia Enloe, "Feminizm, Milliyetçilik ve Militarizm", iç.: Vatan, Millet, Kadınlar, Der.: Ayşegül Altınay; Altıncı Basım. İstanbul: İletişim Yayınları, 2016.