"Psikolojik tedavi" cezasının bedelini kim ödeyecek? Aile Mahkemesi'nin 'tedavi olma zorunluluğu' kararı nasıl uygulanacak?"
Yargı süreçlerin sonunda verilen "kararlarla", buna dair uygulamaların uyuşmadığı durumların sayısı oldukça fazla.
Sonunda bu uzlaşmazlıklar yine "mahkeme"ye yansıyor ama üst mahkemelerin "son kararları" da genellikle "uygulanmadığından" sorunlar çözülmüyor. Çünkü hem "yargı", hem de "idare" aslında yalnız "hukukun üstünlüğü"ne değil "çıkardığı yasalara" da hem inanmıyor hem de kabul etmiyor.
"Sağlık alanı" bu tür sorunların en sık yaşandığı alanlardan birisi. Ama bununla sınırlı değil. Benzer durum "ticari" uygulamalarla "idari" kararların uyumsuzluğu konusunda da sıklıkla yaşanıyor.
Sosyal, ekonomik ve kültürel hakların gereği olan uygulamaların yapılmasında ve yerine getirilmesinde hemen her dönemde ciddi sorunlar yaşanıyor.
Bunların çoğu ya görünür hale gelmiyor, ya da "idare"nin muhatap olduğu "davalar"la "mahkeme dosyalarının sonuçlarına bağlı olarak yıllarca sürünüyor ve ilgililerini de süründürüyor.
Bu nedenle hiç bir ülkede mevcut "idare"lerin, bizim ülkemizde olduğu kadar sık ve yoğun bir şekilde başlarının "mahkemelerle dertte" olduğunu sanmıyorum.
Koca kime emanet?
9 Haziran 2009 tarihli Radikal'in "Kocam size emanet hakim bey" başlıklı haberinde, ülkemiz standartlarına göre çok "farklı kararlara" imza attığı iddia edilen bir mahkeme olan "Ankara 8. Aile Mahkemesi" ve onun yargıcı Sayın Eray Karınca'nın bir kararından söz ediliyor ve bu örnek karar kamuoyuna biraz da "övülerek ve övünülerek" yansıtılıyordu.
Yargıç Karınca; kendisini döven, yazın üç ay Bolu'daki ailesinin yanına yollayan ve temizliğine dikkat etmeyen kocasını mahkemeye şikâyet eden bir kadının başvurusu sonucunda verdiği kararda şikayet edilen kocanın "altı ay eve girmemesine", "psikolojik tedavi görmesine" ve "dişlerini fırçalamasına, sağlığına dikkat etmesine" ve "ev içinde sigara içmemesine" karar vermiş.
Kararların uygulanmasından "mahalle karakolu" sorumlu olacak ve uygulanmazsa "koca" tutuklanacakmış!
"Yasa ne diyorsa o olur!" ya da "şeriatın kestiği parmak acımaz!"
Yasa ne diyorsa o olur? Olur da "nasıl" olur?
Gerçekten de erkeğin her koşul ve durumda "egemenliği"nin bir yaşam tarzı olduğu, "aile içinde yaşananlara müdahalenin söz konusu olamadığı ya da çok zor yapılabildiği" ülkemizde bir yargıcın böyle somut ve kesin bir karar alabilmesi kuşkusuz çok sevindirici.
Keşke yargıçlar, çağdaş yaşamın gereklerini yerine getirmeyen, tutum ve davranışlarıyla kendileri başta olmak üzere çevrelerine ve çevrelerindekilere zarar veren herkes için böyle kararlar alabilse.
Belki de yine "kol kırılır yen içinde kalır" yaklaşımıyla pek çok aile içinde yaşanan "temel insan hakları ihlâlleri"nin görünür hale gelmesinde "özendirici" olur ve "ihlâllerin azalmasına" katkıda bulunur.
Ama burada üzerinde ciddi biçimde düşünülmesi gereken bir "ama" var! O "ama"da tabii ki bunların "uygulanabilmesi".
Eğer bu "ama" iyi anlaşılamaz ve onun gereği yapılmazsa, pek çok başka örnekte olduğu gibi kararlar "uygulanamaz" hale gelir ve yaşananlar da sürer gider.
Bu "ama" söz konusu kararların da aslında kökeninde yer alan "vatandaş olmanın anlamının" ve "vatandaş için devletin yapması gerekenlerin neler olduğunun" tam ve doğru anlaşılmasını da sağlayacaktır.
Somut sorulara net yanıtlar
Öyle uzun çözümlemeler yapmadan doğrudan somut örnek üzerinden giderek aklıma gelen şu soruların yanıtlarını merak ediyorum:
"Evine altı ay süreyle giremeyecek olan koca, nerede barınacak?" Yani "barınma hakkı"nın gereğini kim ve nasıl yerine getirecek?
"Karnını kim, nasıl ve nerede doyuracak?" Yani "beslenme hakkı"nın gereğini kim ve nasıl sağlayacak?
"Zorunlu psikolojik tedavi görmesi gereken bu kişinin tanı ve tedavi giderlerini kim, nasıl ve nereden karşılayacak?" Yani "Sağlık hizmetine ulaşma ve yararlanma hakkının gereği nasıl sağlanacak?
"Gerek toplumsal ilişkilerinde gerekse gündelik yaşamında uygulaması gereken olumlu davranışları öğrenmek, denetlemek ve desteklemek için gereksindiği eğitim ve sosyal desteği kim, nasıl ve ne şekilde sunacak?"
Yani "eğitim hakkı"nın gereği olan hizmetlere erişmesi kimin sorumluluğunda olacak?
Yargıç Sayın Karınca'nın bunları düşünüp, bunlara dair çözümlere de kararında yerip vermediğini bilmiyoruz. Ama çeşitli örneklerden çok bildiğimiz bu hakların sağlanması ve yurttaşların bunlardan yararlanmasına dair uygulamalar, hiç de "karşılıksız" değil. Dolaysısıyla bunlar için gerekli kaynağa sahip olmayanların "yasa karşısında" ve "toplum içindeki" durumlarının ne olacağı ülkemiz ve insanımız açısından ciddi bir sorundur.
Sosyal ve ekonomik hakların karşılığı
Burada söz ettiğimiz "hakları" çeşitli belgelerde bir hak olarak tanısa da, bunları "ekonomik olanakların varlığına" bağlı olarak sunabilme "özgürlüğü"ne sahip bir devletin, onu var eden ve üzerinde yükseldiği temel güçlerden biri olan "yargının kararı karşısında" nasıl tutum takınacağının bilinir, somut yanıtı yoktur. Çünkü böyle olduğunun örnekleri çoktur.
Yalnız son dönemden bir örneği belirteyim: Sosyal Güvenlik Yasası'nın ilgili maddeleri, gebe, anne ve bebeklerin bu dönemlerde gereksindikleri sağlık hizmetlerinin tümüne hiçbir karşılık ödemeden devletçe sağlanmasını açıkça "kabul ve taahhüt" eder.
Oysa çok yakınlarda, büyük bir ilimizin bir devlet hastanesinde olduğu gibi, bu hizmetleri sunan yine devletin sahibi olduğu kamu sağlık kuruluşlarında bile bu yasa uygulanamaz hale gelmiş, "karşılıksız hizmet vermekten dolayı daha önce gündeme gelen sorumluların yargılanması" söz konusu olduğu için olmalı, doğum yapan annelerden "doğum ücreti" talep edilmiş, vermeyenlerden de senet alınmış.
Böyle bir sağlık sistemi içinde, mahkeme kararıyla "tedavi edilmesi" gereken bir kişinin tedavisinin yapılıp yapılamayacağı, yapılırsa karşılığının nasıl ödeneceği gerçekten önemli bir soru ve sorundur.
Eğer bu tedavi yapılamaz ise o koşulda da "mahkemenin verdiği karar", kağıt üzerinde ne dersin sonucu itibariyle "yok" hükmünde olmayacak mıdır? Dahası sorumlu, bunu sağlamayan kamu sağlık kurumu mu, sağlayamayan "mahkum" mu olacaktır.
Eğer adalet dediğimiz şey yalnızca "mağdur edenlerin mağdur edilerek cezalandırılması" ise buna bir diyeceğimiz yok. Ama çağdaş ve uygar bir ülkede yaşıyorsak, devletin sosyal bir hukuk devleti olduğunu kabul ediyorsak, bunları suçun, cezanın, suçun ve mağduriyetin önlenmesi temelinde anlıyorsak, mevcut durumu kabul etmek pek de kolay olmasa gerek.
Sorunu 'karakol'daki "polis"e havale etmek
Başta da söylediğim gibi verilen bu "önleme" kararlarının uygulanma ve gözetimi "mahalle karakol polisi"ne verildiğinde ise, gerçek yaşamla yüz yüze ve toplumun içinde olan polisin, filan evde karı-koca kavgası var biçimindeki müdahale taleplerine "kocadır sever de döver de" demesine kapı açıyoruz demektir. Çünkü o da bu sorunun "çözümlendiği sanılan kararlarla" çözümlenmediğini çok iyi bilmektedir.
Yapmak ve uygulamak
Yasaları "yapmak" kolaydır. Yasaların "güç"le ilgili olanlarını "uygulamak" da genellikle kolaydır.
Ama yasaların tümünün uygulanmasının gerektiği bir toplumsal yaşamı kurmak, uygulamak ve gereksinimlerini karşılamak ve sürdürmek hiç de kolay değildir.
Niyetler, temenniler, ümitler "bireyler" ve "yurttaşlar" içindir.
Devletler ve idarecileri yalnızca "niyet", "temenni" ve "ümit veren sözlerle" hareket edemezler. Aklımız eğer "yürütme erki"nin anlamını yalnızca mecazi anlamıyla sınırlı olarak kabul etmiyorsa, sorumluluk alarak yapmak ve sürdürmek bunun temel işlevi olarak kabul ediliyorsa yalnızca bunlarla yetinilemez.
Eğer öyle yaparlarsa sırasında pek çok kişi için tanımladıkları "özde değil sözde" tanımını kendileri için yapmak ve yapıldığında da kabul etmek durumundadırlar.
Tabii bunun böyle olduğunu kabul etmek bunu fark edenlere bir de görev tarif etmemize yol açıyor:
Şimdi de medya ve ilgili hak örgütlerine bir görev tanımlamış oluyoruz:
"Karısına kötülük yapan koca 'B.Y.'nin, yargıcın karar altına aldığı önlemleri, yerine getirip getirmediğinin ve nasıl yerine getirdiğinin izlenmesi demek. Hem de "karakol polisinden önce!"(MS/BÇ)