Derin iktisadi krize rağmen Türkiye ile İtalya arasında halen en aktif ticaret yollarının birinde seferlerini sürdürmekte olan RORO gemisiyle seyahat ediyorum. Bazıları için denizleri aşılmaz kılan çetin kış şartlarına nispet yaparcasına sakin yolculuğu sağ salim tamamlayarak Trieste limanına varıyorum.
Bilhassa kışın saat 22'den sonra fazlasıyla sessiz kente ulaşmamla gece yarısını biraz geçe Trieste depremle sarsılıyor. Depremin merkez üssü değerli Bizans eserleriyle ünlenmiş Ravenna kentine yakın, üstelik 4 derecenin biraz üstünde olmasına rağmen yer sarsıntısı ertesi gün liman kenti sakinleri için kısa bir süre de olsa gündem oluşturuyor.
Fakat son günlerde yalnız Trieste'yi değil, tüm İtalya'yı sarsması istenen gündem eski solcu militan Cesare Battisti'nin iadesiydi. Brezilya'nın akıllara zarar lideri Bolsonaro iktidara gelir gelmez eski PAC (Komünizm İçin Silahlı Proleterler) üyesinin İtalya'ya iadesine yönelik olarak harekete geçmiş, bunun üzerine Battisti Bolivya'ya kaçmış, orada yakalanmış ve memleketine deport edilmişti.
Fakat polis armalı mont giymiş hoyrat İçişleri Bakanı Matteo Salvini ve Adalet Bakanı Alfonso Bonafede'nin Battisti'yi Roma Ciampino hava alanının pistinde karşılaması geniş bir kesim tarafından şov olarak algılandı.
Gezegende neo-faşizmin önde giden temsilcilerinden Salvini sansasyonel politikasını ırkçılığa dayandırıp sayılarını epeyce abarttığı göçmenleri nefret odağı haline çoktan getirmişti.
Battisti'nin iadesi vesilesiyle iyice coşup İtalya güvenlik kuvvetlerinin başka ülkelerdeki meslektaşlarıyla işbirliğini yoğunlaştırarak dünyanın çeşitli diyarlarında keyif çatan daha birçok suçluyu çizmenin hapishanelerine tıkmak için elinden geleni ardına koymayacağını da bildirdi.
Arada Trieste'nin dinî otoritesi, piskopos Giampaolo Crepaldi'nin göçmenlikle ilgili talihsiz bir ifadesini de çirkin emellerine alet etmeye çalıştığından piskopos sözlerinin Salvini tarafından haksız biçimde kullanıldığını duyurmak zorunda kaldı.
Bu arada kentin "Uyuyan Prenses" olarak betimlenmesine inat, coğrafyanın nabzını tutan yerel Il Piccolo gazetesinde bir okuyucu Trieste'nin medarıiftiharı Pedocin plajının kültürel varlık olarak tescillenmesine ateş püskürüyordu.
Okuyucuya göre mevzubahis plaj bir kapris uğruna günümüzde kadınlarla erkeklerin ayrı ayrı denize girmesine imkan sağlamaktan başka özelliği olmayan nostaljik bir Avusturya Macaristan İmparatorluğu kalıntısıydı.
Kadınlarla erkeklerin nispeten yakın temasta olduğuna dair, kulaktan kulağa yayılmış bir dedikodunun merkezinde ise limandaki bir mekân vardı. Yine Il Piccolo'dan aktarma suretiyle, bilhassa Türkiye kökenli şoförlere hizmet veren söz konusu mekân hem restoran görevi görüyor, içinde bir market barındırıyor, televizyon, tuvalet ve duş hizmetlerini de sağlıyor. Fakat mekânı daha çekici hale getirmek için seçilmiş kadınlar dahil 20 adet personelin geleceği tehlikede çünkü işletmeyi üstlenmiş şirketin bürokratik yükümlülüklerini tam olarak yerine getirmediğine dair şaibeler var.
Kesin olan bir şey varsa o da, bu haberin yayımlanmasından iki gün sonra aynı gazetede Mersin'den gelen bir gemideki üç kaçak yolcunun gayet sıkışık bir alanda günlerce seyahat ettikten sonra bitkin halde bulunduğuna dair bilgiydi. Haberde ayrıca Türkiye'nin Suriye'deki otonom Kürt bölgelerine yeni bir operasyon hazırlığında olduğu, geçen sene Afrin kantonuna düzenlenmiş olanından çok daha kanlı bir işgalin beklendiği, bu durumda da büyük olasılıkla göçün yoğunlaşacağı iddia ediliyordu.
Kentte, Trieste Film Festivali başlamadan hemen önce çok ilgi gören bir gösterim de Il Piccolo'nun dikkatinden kaçmadı. Coğrafyanın gerçek sahipleri konumundaki Slovenler bir yana, Trieste'nin en köklü ve kalabalık cemaatlerinden Sırplara ilişkin belgeselde adeta izdiham yaşandı. Trieste'nin bağımsızlığını korumaya çalışan son alternatif sineması Ariston'da gösterilen, yönetmenliğini Alessio Bozzer'in üstlenmiş olduğu The Community - Ordinary Serbian Life in Trieste (Cemaat - Trieste'de Sırpların Gündelik Hayatı) adlı filme yoğun ilgi kentin faşizmle özdeşleştirilen mazisine nazire yapar gibiydi. Ne de olsa Mussolini 1938 yılında ırkçılık politikasını Trieste'nin denize hakim ana meydanı Unita' d'İtalia'da çok kalabalık ve coşkulu bir halk topluluğu karşısında resmen açıklamış, gerisi bir çorap söküğü gibi gelmişti…
Asi Trieste Film Festivali
İçine kapanık, egosantrik ve narsist İtalya'nın aksine önce doğusundaki yakın coğrafyaya, yıllar içinde de daha geniş bir alana ilgisini yönelten Trieste Film Festivali neo-faşizmin yükselişe geçtiği bu dönemde otoriteye, sınırlamalara, baskılara bir kez daha meydan okuyor ve politik misyonunu sürdürüyor.
Etkinlik için özel olarak hazırlanmış, sade olduğu kadar şık bez çantanın bir yüzünde emir kipinde "Çizgiyi Aşma" anlamındaki DO NOT CROSS THE LINE yazıyor, fakat olumsuzluk belirten DO NOT kısmının üstü çizilmiş, böylece anarşik sayılabilecek bir mesaj verilmiş.
18-25 Ocak tarihleri arasında gerçekleşmekte olan etkinliğin posterinde Isabelle Adjani'yi 1980 senesinde Berlin'i ikiye ayıran duvarın önünde görüyoruz. Fotoğraf Dominique Issermann'a ait. Yönetmenliği Andrzej Zulawski'ye ait ödüllü Possession(Cin Çarpması) adlı filmin çekimi sürerken yoğun baskı altındaki Adjani bir dinlenme anını değerlendirerek dünyayı ikiye ayıran zihniyete nispet yaparcasına duvarın yanı başında neşeyle ip atlayarak gevşemeye çalışıyor. Trieste Film Festivalinin bu unutulmaz karesiyle onurlandırdığı Issermann'ın geniş spektrumlu kariyerinde müteveffa Leonard Cohen'in şarkılarına çekilmiş klipler bile var.
Etkinlikte Possession dışında, Berlin duvarını konu almış Billy Wilder, Giorgio Bianchi, Christian Petzold ve Bartek Konopka imzalı başka eserler de seyirciyle buluşacak.
Festivalin 30 senelik geçmişinin muhtelif programlarındaki parlak örneklerden müteşekkil Wind of Change (Değişim Rüzgarı) adlı seçmede tekrar görülmesi gereken filmler de kaçmaz. Cristi Puiu, Damyan Kozole, Danis Tanoviç, Milcho Manchevski, Goran Paskalyeviç bu bölümde filmi gösterilecek yönetmenlerden.
Trieste'deki her zamanki gibi geniş çaplı etkinlikte bu sene masterclass verecek olan sinemacılar Ildikó Enyedi, Sergei Loznitsa ve Jacopo Quadri.
Rusya'nın kirli çamaşırları
Loznitsa'nın geçtiğimiz aylarda Türkiye'de gösterilmiş olan Donbass adlı çarpıcı eseri festivalin uzun metrajlı filmler yarışmasında yer alıyor. Ukrayna'daki şiddet dolu girift vaziyeti aktaran bilumum anekdotlar insanlığın içine sürüklenmekte olduğu karanlık çukurun net bir profilini çiziyor. Filmden asabınız bozulmuş, bitkin ve ümitsiz çıkmadıysanız linç gibi hadiselere, şiddet ve kötülüğe karşı hissizleşmişsiniz demektir!
Festivalin açılış filmi olan Meeting Gorbachev'de de günümüz Rusyasına eleştiri eksik olmuyor. Werner Herzog ve André Singer imzalı belgesel Sovyetler Birliği'nin dağılma sürecine tekrar dönmemizi sağlarken Gorbachev'in silahlanma karşıtı mesajlarını da iletiyor.
Belgesel yarışmasında yer alan Vitalij Manskij imzalı Putin's Witnesses de Putin'in iktidara geldiği ilk yılları yakından takip ederek acımasız lider hakkında gerçekçi bir fikre sahip olmamızı sağlıyor. Manskij o zamanlar devlet televizyonunun resmi belgeselcisi olduğundan hadiseleri içeriden, olabildiğince tarafsız ve normalde göremeyeceğimiz detaylarla izliyoruz.
Trieste ve deniz
Trieste'nin dillere destan çılgın borası, çok yüksek sayıdaki yelkenli katılımlı Barcolana'sı ve özellikle klasik ahşap yelkenlileri estetik fotoğraflarıyla ölümsüzleştiren Franco Pace'si olsa da, kentin ne yazık ki denizle alakası her geçen gün eriyip gidiyor.
Alpe Adria'nın düzenlediği Trieste Film Festivali aşağı yukarı her sene Avusturya- Macaristan İmparatorluğunun limanı konumunda şanlı bir geçmişe sahip şehrin sakinlerini denizle alakalı filmlerle buluşturmayı yine de ihmal etmiyor.
Bu sene Ege'de, Yunanistan adalarıyla Anadolu arasında mekik dokuyan 1910 yılı, Birleşik Krallık yapımı Moya adlı yelkenli tekneye misafir oluyoruz.
Alla Ricerca di Europa (Looking for Europe/Europa'yı Ararken) adlı belgeselin yönetmeni Alessandro Scillitani, zarif mi zarif yelkenlinin misafirleri de meşhur Triesteli yazar Paolo Rumiz ile tarihçi ve denizci kimliğiyle geziye katılan Piero Tassinari. Ekip Brexit sürecinin hızlandırıyormuş gibi göründüğü Avrupa'nın çözülmesini mitolojik referanslar çerçevesinde tartışıyor.
Avrupalı olmanın anlamından, yozlaşmış Avrupa değerlerinden, ortalığı kasıp kavurması için her yerde pompalanan muhtelif milliyetçi akımlardan, Avrupa deyince bazı insanların aklına bankaların, Almanya'nın veya korkuların gelmesinden dem vuruluyor.
IDFA'da seyrettiğim ve Trieste Film Festivalinde de yer alan Eszter Hajdú imzalı Hungary 2018 (Macaristan 2018) veya Avusturya'dan Nikolaus Geyrhalter'in yönettiği Die Bauliche Massnahme (The Border Fence/Sınır Çiti) gibi belgeseller vaziyetin vahametini bize zaten kanıtlamış eserlerden.
Yaşlı kıtanın halini sorgulayan aydın kahramanlarımız arada Egeli bir balıkçıya da Avrupa hakkında ne düşündüğünü soruyorlar ama cevap iyimser olabilmek için gayet yetersiz.
Ama kesin olan bir şey varsa o da Europa'nın Doğu'da, Fenikeliler'in topraklarında doğup Zeus tarafından Batı'ya kaçırılmış olduğu. Lakin şu anda nerede olduğunu kimse kestiremiyor, akibetini tahmin edebilen de yok, bu durumda çizgiyi aşmaktan başka çare kalmadı sanki…
30. Trieste Film Festivali hepimize hayırlı olsun!
Festival hakkında teferruatlı malumata buradan ulaşabilirsiniz
Türkiye bugünlerde, -son 12 yıldır- belki de hiç gerçekleşmeyeceğini düşündüğü bir çekirdeğin içinde yeniden filizleniyor. Umut alıp başını gidiyor, eller ellere dolanıyor, gözler yılgınlığın çapağından arınırken direniş; düşlenmeye, niyetlenmeye, bir yanlarımızın eksildiği gölgemizden çekilip ötekilerin gölgelerine düşebilmeyi ve cesareti öğretiyor.
Bize neler olmuştu? Hep birlikte delirmenin son raddini yaşadığımız günlerden bu günlere iyileşebilmenin mümkününü nerede bulmuştuk? Neler eksilmişti de neleri doldurabilmenin yollarını ummuştuk?
Bize olanlar olmuştu. “Artık bu kadarı da olmaz,” dediğimiz her şey olmuştu. Adaletin bozuk plak misali dönüp durduğu bu karanlık yokuşta direnişin kaçınılmazlığı yanı başımızda durmuştu. Öfke ilk kez patolojik bir gösteren olmaktan çıkarak, çoğullukta vuku bulmuştu. Öfkelenme özgürlüğümüzün tutsak edildiği bu son 22 senede, haykırmanın başkaca yollarını arayıp dururken, en iyi bildiğimiz isyan dinamiklerinin renkleri yeniden dokunmuştu.
Sahi, bize neler olmuştu?
Toplumsal sağalmanın yolu politikacıların hatalarıyla yüzleşebilirliği, hesap verebilirliği, güvenirliği ve dahası hitap ettiği toplamın yas’lanabilme özgürlüğünü kollamasından geçer. Bu geçen 22 yılda, yüzleşmek istedikçe adeta yok olmaya söz vermiş bir siyasi erkin kendini dayattığı vahşet etabında, topluma düşen seyirlik oyunlar izlemekti, günden güne.
“Onaracağız” dedikleri her şeyi, ellerine gözlerine bulaştıran siyasi akıllar, hesap vermek şöyle dursun acılarımızla alay ederek, bırakın hesap vermeyi yası boyunu aşmış herkese türlü bedeller ödettiler, özür dilettiler, göz göre göre izlettiler ve en sonunda “öyle bir şey yok” dediler. Bu günlere elbette kolay gelmemiş, birilerinin keyfi adaletinin, bahşedilmiş merhametinin, narsisistik eziyetin kurbanı olmamayı Gezi’de öğrenmiştik. Neleri var edebildiğimizi yine ve yeniden direnerek öğrendiğimiz bir tarihi unutmamaya söz vermiştik.
Son 22 yılda elimizden alınan bu başka bir “biz” olma halinin getirdiği yükselme; insan canlısının haddini aştığından, sokak yalnızca bir gösteren değil, öteki ile buluşma alanı olarak, unutulan pozisyonunu yeniden muştuladı, tam da bu yüzden “normalleşemiyoruz”. Tek’in yetkesinin, biz’in varlık alanına sürdüğü yılgınlığın son kavşağında oluşumuzun farkındayız artık, normalleşemiyoruz.
Bir ülkenin elinden “değişebilir”liği alıp, o ülkeyi “daimi”liğe mahkum ettiğinizde, direniş kaçınılmazdır. Neşeyi tekilliğe mahkum ettiğinizde direniş kaçınılmazdır. Güzelliği tek’e demirlediğinizde direniş kaçınılmazdır. Kahkahanın izlerinden özgür yaşam düşünü çaldığınızda direniş kaçınılmazdır. Sayısı giderek katlanan acıların içinden pervasızlıkla çıktığınızda direniş kaçınılmazdır. Vurdum-duymazlığın hitabet gezegenine dönüştüğü yerde direniş kaçınılmazdır. Rezil düzeneklerin karaya vurduğu yerde direniş kaçınılmazdır. Arlanmazlığın mevcudiyete büründüğü yerde direniş kaçınılmazdır.
Ve bugün, kaçınılmaz direnişin yarattığı tutku, topyekûn kendi varsıl tabiatımıza yaslandığındandır ki, içimizin bir yanında coşku pareleniyor. Ülkenin sokaklarında hare hare yanan özgürlük, karanlık ne kadar bastırırsa bastırsın, bir yanlarımıza iyi geliyor. Kurtuluşun tek başına olmadığını gülümseyerek haykırdığımızda anımsıyoruz, yalnız olmadığımızı. Bu öğretilmiş yoksunluk girdabında bir başına olmadığımızı hatırladığımızda işte hep birlikte iyileşiyoruz, hiç değilse bir nebze, bu kez “normalleşmiyoruz”.
Esas “normal olmayan” bu güne kadar yaşadıklarımızdı. İşte bu yüzden bu kaçınılmaz direnişin “normalleşemeyen” özneleriyiz artık. Biliyoruz acılarımızı paketleyemez, bireyselleştiremez ve savuramazlar. Yan yanalığın tadına vardığımız bu son çeyrekte, direnişin kaçınılmazlığı “hiçbir şey olmasa bile” estetik bir oluştur.
Ege Üniversitesi Psikoloji bölümü mezunu. Psikoterapist. Özel eğitim gereksinimi olan çocuk ve ergenlerle çalıştı, ailelerine yönelik danışmanlık hizmeti sağladı. Dokuz Eylül Üniversitesi Aile Eğitimi ve Danışmanlığı...
Ege Üniversitesi Psikoloji bölümü mezunu. Psikoterapist. Özel eğitim gereksinimi olan çocuk ve ergenlerle çalıştı, ailelerine yönelik danışmanlık hizmeti sağladı. Dokuz Eylül Üniversitesi Aile Eğitimi ve Danışmanlığı master'ı tamamlayarak "uzman psikolog" unvanı aldı. Aktif olarak çocuk-ergen danışmanlığı ve oyun terapistliği yapmaya devam ediyor. Aynı zamanda ailelere de danışmanlık hizmeti veriyor. Çalışmalarını özel bir danışmanlık merkezine bağlı sürdürüyor.
"Okullardaki gibi onlara kızan, bağıran birileri yok ve de burada ilk kez ailelerinden ayrı kalıyorlar, hayatı görüyorlar, bulaşık yıkıyorlar, bunlar da onlar için heyecanlı bir deneyim oluyor ve anısı kalıyor."
Erken saatte başlayan bir okulun mesaili çalışan bir müzik hocası olarak, bayram tatili çok kıymetli oluyor. Ne yapsam, nerede dinlenirim diye düşünürken yıllardır merak ettiğim Nesin Köyü geliyor aklıma, bu tarihte kamp olacağını bile düşünmemişim, sadece kalıp ortamı solumak isterken, şansıma derslere denk geliyorum. Doğasıyla, manzarasıyla, kütüphanesiyle insanı öğrenmeye teşvik eden bir yer burası. Bildiğimiz okullara benzemiyor. Çok etkileniyorum ve Ali Nesin’le okul hakkında bir söyleşi gerçekleştiriyorum. Bizi kırmıyor, okulunu anlatıyor. Keyifli okumalar!
Matematik ve Oyun kampının ismi çok oldukça ilgi çekici, üstelik davetkar. Matematik bir oyun mu? İsme nasıl karar verdiniz?
Matematikte yirminci yüzyılın başlarında bulunmuş oyunlar kuramı vardır. John von Neumann da bu konuyu kitaba ilk taşıyan matematikçidir. Hatta Akıl Oyunları (A Beautiful Mind) filminden bildiğimiz John Forbes Nash da bu kuramın katkısı sayesinde ekonomi ödülünü alır.
Çocukların tatil günü bir kursa veya kampa katılmasını teşvik edip, matematikten korkmasını engelleyecek bir başlık aynı zamanda…
Matematiği bir anlamda oyun olarak görebiliriz. Doğaya karşı tek başına oynanan bir oyun. Matematik doğayı, doğanın yasalarını, evrende hangi kuralların işlediğini anlamamıza yardımcıdır sonuç olarak. Bir mücadele veriyor, dünyada kimsenin bilmediği sorular üstüne çalışıyorsun. Bilinmeyeni bulmaya uğraşıyorsun. Bu bir oyun değil de ne?
Peki içeriği nasıldı bu kampın?
Biz bu kampta birçok oyun oynadık. Bu oyunlar tüm bilginin satranç gibi ortada oynadığı oyunlar. Son derste oynattığım hapishane oyunu en zoruydu. Malesef Covid sebebiyle kaybettiğimiz Conway’in yüzlerce oyunundan biridir. Çözemeyeceklerini de biliyordum ama çocuklar çok meraklıydı ve zekice sonuca ulaşmaya yaklaştılar. Şaşırtıcı bir sonucu vardır bu sorunun.
Genelde kimler geliyor derslerinize?
Bazen anneler babalar “Çocuğumu yollayacağım kampa.” diyorlar, ben de Aras Kargo ile alıyoruz diye espri yapıyorum. Çünkü ailesinin dayatması ile gelmesini tercih etmiyorum çocukların. Kendi istekleriyle gelsinler istiyorum. Kimisi yapamıyor, eksikliğini gidermek istiyor, kendi isteyerek geliyor. Böyle akıllı çocuklar da var. Anlamadığı şeyi aşağılamıyorlar, kedi uzanamadığı ciğere pis der misali…
Okullarda matematik dersi çok önemli değil mi? Nasıl buluyorsunuz eğitimi?
Biz dünyaya matematik sayesinde anlıyoruz, elimizde başka bir veri yok. Ama sanki matematik bu kadar önemli değilmişçesine müfredatta çok fazla detaya kaçılıyor. Ayrıca nelerin öğrenilmesi gerektiğinin dışında nelerin öğrenilmeyeceğine de karar veriyorlar ve bu haksızlık. Daha iyi öğrenen ve ilerlemeye açık çocukların daha çok öğrenmesini nasıl engelleyebilirsiniz ki? Bu yüzden müfredatın mutlak doğru olarak görünmesine karşıyım ve konuların öğrenciye göre düzenlenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Öğretmenler de çocukların matematiği sevmemesine sebep oluyor sanki…
Maalesef evet. Kusura bakmasınlar ama öğretmenler de yeterli değil çoğu okulda, çünkü sınavla gelmiyorlar. Onlar yetersiz olunca da öğrenciler matematikten daha kolay soğuyor…
Peki Matematik Köyü’nden çıkan öğrencilerin geri dönüşleri nasıl?
Bilinen bir gazeteci geçenlerde bize yazmış, yeğenleri gelmiş bizim kampa ve hala anlata anlata bitiremiyorlarmış. Öğrencilerin hepsinin öğrenme seviyesi farklı ve biz onlara burada alan da tanıdığımız için hepsi kendi öğrenme hızında zevk alarak matematiği deneyimleyebiliyor. Okullardaki gibi onlara kızan, bağıran birileri yok ve de burada ilk kez ailelerinden ayrı kalıyorlar, hayatı görüyorlar, bulaşık yıkıyorlar, bunlar da onlar için heyecanlı bir deneyim oluyor ve anısı kalıyor.
Daha çok bilgi ve kaynağa ulaşması için öğrencilere ne önerirsiniz?
Ben öğrencilere hep, kendini annenle, babanla, mahallenle kısıtlı tutarsan ilerleyemezsin diyorum. Evrensel bir eğitim almalı ve kendini Oxford’daki, Cambrigde’teki, Harvard'daki yaşıtlarınla yarışmalısın diyorum. Dünya çapında olmak için müfredat dışına çıkmak şart özetle. Bizim zamanımızda imkanımız yoktu, sadece sahaflardan kitap toplardık ama şimdi imkan çok, internet var ve yabancı dil daha yaygın. Araştırsınlar ve neyin kendilerine göre olduğunu anlayacaklar. Okumalarını ve düşünmelerini tavsiye ediyorum kısacası.
Düşünmek çağımızda önemini kaybediyor ama sanki…
Ben de birkaç gündür bunun üstüne düşünüyorum. Şunu gözlemliyorum, gençlerin çoğu anlamaktan ve düşünmekten vazgeçmiş durumda. Peki neden? Çünkü bir şeyi anlamak için karşıda anlaşılacak bir şeyin bulunması gerekiyor. Mesela benim küçüklüğümde annem ve babam bana bir bisiklet almıştı. Bisikletin freni bozulmuştu ve ben vidayı sıktım. Meğer gevşetmek gerekiyormuş. (Gülüyor.) Ama bu şekilde çözdüm, anladım. Çünkü bir çok şey mekanikti ve anlaşılırdı. Şimdi ise çoğu şeyi anlamak çok zor, yeniliklerin hızına yetişilemiyor ve çocuklar bu dünyanın anlaşılmaz olduğuna karar verdikçe düşünmekten de vazgeçiyorlar. Anlayamam bunu diyerek sadece bana hangi tuşa basıcam ya da ne yazıcam onu söyle noktasına geliyorlar, anlamamayı kabul etmek de eğitim hayatına sirayet ediyor, çocuklar ezberliyorlar, ne yapmam gerekir diyerek icraat istiyor. Bu da çağımızın çocuklarının büyük handikapı.Bu ya pandeminin etkisi ya da modern çağın temel problemi. Mekanik olmayan anlamadığımız şey sayısı arttıkça meraktan da uzaklaşılıyor.
Peki daha iyi anlamak için önerdiğiniz başucu matematik kitapları var mı?
Türkiye’de çok fazla çeviri kitap yok. Kendi kitaplarımı önerebilirim. Onları kendi çocuk halimi düşünerek yazdım. Çünkü okur kitlesini, daha doğrusu seviyesini neye göre belirleyeceğinizi bilemediğinizde en doğru eylem kendinizden yola çıkmak oluyor. Bir de TÜBİTAK Yayınları’nı önerebilirim naçizane.
Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?
Köyümüzü ziyaret etmek isteyenler, nesinkoyleri.org sayfasından yıl içindeki etkinliklerimizin tarih ve detaylarına ulaşabilirler.
1987'de Ankara’da doğdu. 2008’de yine aynı şehirde Bilkent Ünüversitesi Müzik ve Sahne Sanatları’ndan mezun oldu. Mezuniyetin ardından İsviçre’ye taşınıp Hochschule der Künste Bern’de master yaptı...
1987'de Ankara’da doğdu. 2008’de yine aynı şehirde Bilkent Ünüversitesi Müzik ve Sahne Sanatları’ndan mezun oldu. Mezuniyetin ardından İsviçre’ye taşınıp Hochschule der Künste Bern’de master yaptı ve üç yıl orada çalıştı. İstanbul’a döndükten sonra doktorasını da tamamlayarak, birçok yerde ders vermeye başladı. Yazmaya olan tutkusunu keşfetti ve yedi kitap yayınladı. Hâlâ tiyatro yazarlığı eğitimine devam ediyor ve bağımsız yayınlarda kültür sanat haberleri yapıyor.