Mao'dan beri Çin'in en güçlü lideri olarak kabul edilen Xi Jinping gezegenin en büyük ordusuna geçenlerde seslenirken, zafer yolunda ölümden korkulmaması gerektiğini ifade etti, böylece şehitlik bir kez daha ulaşılabilecek en yüksek askerlik mertebesi olarak lanse edildi.
Ülkenin dört bir yanındaki iki milyonu aşkın askerin hazırolda dinlediği konuşmanın medyaya yansıyan görüntülerinde başkumandan savaşa daima hazır olunması gerektiği yönünde telkinde bulunurken sayısız birliğin hizalanmış duruşu, agresif tonda bir ağızdan okunan mesaj ve toplu alkış, bana Adolf Hitler'in propaganda filmlerini hatırlattı.
Yerküre büyük çaplı militarist tehditlerin altında eziledursun, düzenli şekilde sıraya girmiş kalabalıkların topluca senkronize hareket etmesi, diktatörlerini trans halinde izleyen güruhları oldum olası hipnotize etmiştir.
Bilhassa Leni Riefenstahl adıyla hatırlanan Hitler dönemi belgeselleri dışında Naziler tabii ki boş durmamış; Hollywood'a özenerek bir hayal makinesi olarak sinemayı ele almış ve pek azı resmen propaganda filmi olsa da 1000 civarında "eser"in ortaya çıkmasını sağlamış. Muhalifler susturulduktan sonra propaganda bakanı Joseph Goebbels'in yakın takibi altında sektörün tekeli durumundaki UFA film stüdyoları 1933-1945 yılları arasında durmadan üretimde bulunmuş.
Geçen senenin Şubat ayında Almanya'da gösterime girmiş Hitler's Hollywood (Hitler'in Hollywood'u) adlı belgesel ABD'de Telluride, Belçika'da Gent festivali gibi düşük bir başarı grafiğiyle karşıma çıkmış olsa da mevzubahis telkin biçimleri muhtelif iktidarlar tarafından fazlasıyla kullanılmaya devam edildiğinden filmi hararetle tavsiye ediyorum.
Kıvrak sinemacı Rüdiger Suchsland'ın elinden çıkma Almanya 2017 yapımı 105 dakikalık etkileyici seyirlik, ölümün yüceltildiği, ırkçılığın beslendiği, nefretin bilendiği filmler aracılığıyla seyirciyi Naziliğin dehşetli yıllarına taşıyor. "Sinemanın bilip bizim bilmediğimiz nedir?" sorusunu defalarca sorup, bizi yedinci sanatın gücü aracılığıyla faşizmi analize sevkediyor.
Hayal makinesi olarak görüntü
Nazi döneminde üretilmiş filmlerin pek azı açık açık propaganda filmi imajını taşıyordu. Mühim olan kalplere ve gözlere seslenmekti: Muazzam teatral sahneler, uyum içinde hareket eden revü yıldızları, abartılı, gösterişli mekânlar, şaşaalı dekorlar, destansı hikâyeler…
Bu bağlamda perdeye yansıyan törensel cenaze merasimlerinde ölüm kültü yüceltiliyor, şov endüstrisi şehitlik ritüellerini kullanarak ölümü adeta arzulanan bir olgu haline getiriyordu. Mübalağa, fazlasıyla absürt hatta kitsch seviyelerde sinema ürünlerinin ortaya çıkmasına sebep oluyordu, ama olsun: "Propaganda bir sanat formudur, tek amacı güruhları fethetmektir".
Bu arada tabii ki aile değerlerini öven eserler de önemseniyordu. Ingrid Bergman'ın da rol aldığı Die Vier Gesellen (Dört Ahbap) filminde iş hayatlarında başarılı olmuş dört kadının nihai kaderi evlenip çoluk çocuk sahibi olmaktı.
Nazi sinemasında ironiye hiç yer yoktu, buna mukabil zorlama neşe bir salgın gibi herkesi sarıyor, hatta rejimin kaçınılmaz sonu hissedildiğinde histerik bir hal alıyordu.
Alman filmlerinin patronu Goebbels
Totaliter rejimin en üst düzey halkla ilişkiler yetkilisi, propaganda bakanı Goebbels'in ta kendisiydi. Radyo, basın ve sanatın her alanını kontrol ediyor ama sinemaya hususi ehemmiyet gösteriyordu. Auteur sayılabilecek yönetmenler gittikçe silikleşmişti, ne de olsa Alman filmlerinin patronu "otör"ün önde gideniydi.
Göz boyamak üzere en etkili sistem olarak görülen "star" sistemi beslenirken Goebbels senaryodan oyuncu listesine, provalardan filmlerin bitmiş haline, her şeyi şahsi denetimi altında tutuyordu. "İnsanları bir fikre öylesine cezbetmek ki, sonunda ona hapsolsunlar ve ondan kurtulamayacak hale gelsinler…"
Marlene Dietrich Hollywood'da zaten çalışmıştı, bir daha dönmemek üzere Almanya'yı terk ediyor, Fritz Lang da ABD'yi boyluyordu.
Belgeselin yönetmeni Suchsland'ın ödüllü From Caligari to Hitler (Caligari'den Hitler'e) adlı 2014 yapımına büyük katkısı olan Sigfried Kracauer Hitler'in Hollywoodu'nda da karşımıza çıkıyor: "Propaganda totaliterdir, regresif ve nihilisttir. Manalı ifadelerden geriye kalmış herhangi bir özü atıp kabuklarının ayartıcı suretleriyle reklam yaparsın".
Estetik meselesi
Nazilik milleti bir ateş gibi sarmıştı. Estetik siyasileştirildikten sonra sıra siyasetin estetikleştirilmesine gelmişti. Leni Riefenstahl'ın Nürnberg geçit töreni bir pop konserinin koregrafisini andırıyordu. Pop star Hitler'in ta kendisiydi, kamera onu arkadan takip ederken etkisi ona bakan müritlerinin yüzünde okunuyordu. Riefenstahl'ın Olimpiyat belgeseli günümüzde bile zevkle seyredilebilecek bir sinema klasiği sayılıyor.
Faşizmin haydi haydi kullandığı beden fetişizmi tavan yapıyor, ari ırkın yüzleri perdede yüceleşiyordu, buna erotik bir dokunuş katmanın zararı yoktu!
Belgeselde Susan Sontag'dan da mesaj var: "Görüntü gerçeğin basitçe kaydı değil artık; gerçek, görüntüye hizmet etmek için inşa ediliyor" ve insanlığın hâlâ peşinde olduğu mutlak lider arzusu tatmin edilmeye devam ediliyor.
Sinema güruhlara afyon oluyor, komedilerde çocukluk halleri prim yapıyor.
Hanna Arendt'ten de inciler var Hitler'in Hollywood'unda: "Artık gözleriyle gördüklerine, kulaklarıyla duyduklarına inanmıyorlar, sadece hayal güçlerine güveniyorlar, yanılsamalarının tutarlılığına bağlanıyorlar"
Kaçınılmaz çöküş
II. Dünya Savaşının patlamasıyla savaşın meşrulaştırılması, kahramanlık destanları, soykırımın haklı çıkarılması, engellilere yönelik imha politikasının yansımaları sinemada daha çok yer almaya başlıyor. İşler sarpa sardığında ise Almanya sineması gerçeklerden iyice koparak adeta fantastiğe kayıyor, hissî patlamalar tavan yapıyor, histeri gemlenemez halde ortalığa saçılıyor.
Senaryoya mümkün olabildiğince ironik mesajlar yediren Erich Kästner'in dönemi layıkıyla yansıtan popüler film Munchhausen'e katkıları belgeselde unutulmamış; yasaklı yazarın Berthold Burger mahlasını kullanmasına rağmen fazla riske girmemek için kendini tuttuğu bile söyleniyor.
Dönemin sinemacıları arasında Naziler’e hizmet etmeden sanatını icra edebilen veya sürgünde olmayıp hayatta kalabilen ender simalardan biri de Helmut Käutner.
Uzun süre inkâr edilen yenilgi yadsınamayacak hale geldiğinde ise çöküşü kahramanlaştırmaya yönelik tavır göze çarpıyor.
Hitler'in Hollywood'u adlı belgesel, sinemanın bilinçaltını yönetme aracı olarak kullanıldığı en etkin dönemlerinden birine ışık tutuyor, ayrıntılarını tek tek aktarıyor. İrlandalı belgeselci Mark Cousins misali, arşiv görüntülerinden müteşekkil resmigeçide yönetmen ve senaryo yazarı Rüdiger Suchsland tatlı sesiyle eşlik edip seyirciyi aydınlatıyor. O dönem için son derece ileri pazarlama teknikleri kullanılarak filmlere yedirilmiş küçücük anekdotlarla bile olsa "düşman" klişesinin, nefret tohumlarının zihinlere nasıl serpildiğini, beyinlerin nasıl yıkandığını detaylarıyla açıklıyor.
İşin kötüsü Hitler'in diktatörlüğü sona erdiğinde çeşitli mazeretler öne sürerek senelerce rejime hizmet etmek zorunda kaldığını belirten birçok yıldız ve sinema çalışanı herhangi bir fatura ödemeden hayatını sürdürmüş. Ve kaçınılmaz olarak Almanya sineması kaldığı yerden bir şekilde yoluna devam etmiş…
Belirli bir özenle unutturulmaya çalışılmış dönemin kahramanları ve film için teferruatlı malumata buradan ulaşabilirsiniz. (MT/ÇT)