“6 yaşındaydım. Elim annemin avuçlarında, her hafta Dağkapı’dan kalkan dolmuşa binerek cezaevinin yolunu tutardık. O yol çok uzun gelirdi ve yol boyunca dolmuş camından baktığım kentin her yanı gözüme siyah-beyaz gözükürdü. Yazın güneşin altında, kışın ise soğukta cezaevi kapısındaki kuyrukta içeri girmek için beklerdik. Bir gün hiç unutmam, 23 Nisan’dı. Çocukları içeri alıp açık görüş yaptırmışlardı. Duvarlarda acayip resimler ve yazılar vardı. Bir şey dikkatimi çekmişti. Orada bulunan mahkumların hepsinin gözlerinin rengi neden elaydı? İnsanın ağlamaklı olup gözleri dolduğunda, gözleri buğulanıp renkli gözükürmüş meğer. Bunu büyüdüğümde anladım. Babam bana sarılıp kulağıma, ’Annene söyle, burada şartlar çok kötü’ diye fısıldamıştı.”
Bu sözler, 1982’de Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde işkenceyle öldürülen Necmettin Büyükkaya’nın kızı Serdıl Büyükkaya’ya ait. Babasının anma töreninde anlatmıştı bu yakıcı hatırayı. Aradan yıllar geçmesine rağmen o küçük kız çocuğunun travması geçmemişti.
Nasıl unutabilirdi ki malum Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi. İsmini duyduğumuzda bile tüyler ürperten gerçekliği geliyor aklımıza. Türkiye yakın tarihinin kara lekelerinden biri. 12 Eylül askeri cuntasının ardından Metris, Mamak gibi birçok cezaevinde görülen işkence ve baskınının en katmerlisinin yaşandığı zulüm aygıtı. “Burası askeri bir okuldur ve amacımız sizleri Türkleştirmektir” denilerek, özel olarak Kürt muhalif güçleri “dize getirmek” için akıl almaz işkence tezgahlarının kurulduğu yer. “Türkçe konuş, çok konuş” uyarılarının asıldığı görüş kabinlerinde Kürtçe konuşmanın yasaklanması, pek çok ırkçı marşın ezberletilerek işkence aracına dönüştürülmesi de bunun somut örneklerinden birkaçı. Birçok tanığın anlatırken o günleri yeniden yaşadığı, kitaplara, belgesellere, resimlere konu olmuş cezaevi. Orada olan biteni duyup inanamayan Aziz Nesin'e “Yahu çocuklar, kendi hayal dünyamı geniş biliyordum. Ama Kürtlerinki çok daha genişmiş” dedirten, insanı dehşete düşüren işkence metotlarının uygulandığı cehennem.
Her şeyin zıvanadan çıktığı Diyarbakır Cezaevi’nin kötü şöhreti sınırları aştı. 20. yüzyılın belli başlı insanlık suçları listesinde yerini aldı. Birçok siyasal analizci, 1980'lerde başlayan "son Kürt İsyanı"nın, ivmesini burada yaşananlardan aldığı kanısında. Genelkurmay’ın resmi verilerine göre 54, ancak Cezaevi Müze Koordinasyonu’nun araştırmalarına göre yüzden fazla kişinin yaşamını yitirdiği cezaevinden onca işkence sonrası sağ kalmayı başarabilenler ise yaşadıkları travmayı hayatları boyunca taşımaya mahkum oldu.
Bazen iyi ki insan bazı şeyleri (özellikle de kötü hatıraları) unutabiliyor diyoruz. Aksi takdirde onca vahşetin gölgesi altında akıl sağlığımızı koruyarak yaşayabilir miyiz? İşkenceyi unutmak, onun sarsıcı etkisinden kurtulmak önemli ama bu durum geçmişte bunu yaşamadığımız anlamına gelmiyor. Geçmişle yüzleşmek onun üstünü örtüp unutmaktan geçmiyor. Aksine toplumsal hafızamızı diri tutarak, bu belleği aktarmak çok daha elzem. Ancak toplumsal düzeyde hatırlayarak, ona ilişkin hakikatleri bilince çıkartarak geçmişle hesaplaşabilir ve onun yol açtığı travmalarla baş edebiliriz.
Benzer uygulamaların yaşanmaması ve geçmişin tecrübelerinden güçlü bir duyarlılık yaratılabilmesi için 14 Temmuz adlı filmle cezaevindeki direniş perdeye taşındı. Filmin yönetmeni Haşim Aydemir’le 14 Temmuz’u konuştuk.
Öncelikle emeğinize sağlık, tüm ekibin ve sizin büyük bir özveriyle ortaya koyduğu bir film olmuş. Bu filmi yapmaktaki amacınız neydi?
Kürtlerde sözlü edebiyat kültürü ön plandadır. Dengbêj kültürüyle büyüdüğüm için anlatıcılık bizde çok gelişkindi. Sürekli destanlar, efsaneler ve mitolojilerle şekillendik. Mesela o hafızayı annem, dedem beraberinde götürdüler. Bu anlatıların görselle buluşması gerektiğini her zaman düşünmüşümdür.
Orta halli bir aileyiz. 80’li yıllarda ağabeyimin ve kuzenimin Dersim’de yakalanıp cezaevine girmesiyle birlikte annem üzerinden cezaevi ile tanışmış olduk. Çünkü annem sürekli ağabeyim için dualar eder, ağıtlar yakardı. Ağabeyim çıktıktan sonra bu kez köyümüzün yakılması ve yaşanmışlıklar iz bırakıyor. Amed Zındanı ve Dörtlerin Gecesi adlı kitapları okuduğumda 14-15 yaşlarındaydım ve çok sarsılmıştım. Kimliğinin ve varlığının yok edilmeye ve betona gömülmek istenen yerde insanların kendilerini yakarak, asarak, açlık grevine girerek, ölümle hesaplaşarak, yaşama olan büyük tutkularını bu kitaplarda bulmuştum. Ve kafamda büyük bir imge oluşmaya başlamıştı.
Neden bunların filmi yapılmıyordu? Birçok Kürt sinemacı Amed zindanıyla ilgili film yapmak istemiştir. Daha önce belgeselleri yapıldı ancak insanlar kurmacayı daha çok seviyor ve kendini filmin içerisinde bulabiliyor. Ortadoğu Sinema Akademisi’ndeki arkadaşlarla birlikte bu yakın dönemi arşivlemek ve toplumsal hafızayı oluşturmamız gerektiğine karar verdik. Sinemanın dili ve üslubuyla kafa yorarak o dönemi anlatmaya cüret etmeye çalıştık. Çünkü bir yerden başlamamız gerekiyordu.
Nasıl bir hazırlık sürecinden geçtiniz?
Bu filmi yaklaşık üç yıllık çalışmayla yaptık. Film öncesi geniş kapsamlı araştırmalar yaptık. 2014 Haziran ayı itibarıyla senaristlerimiz Metin Ewr ve İlham Bakır tarafından senaryo aşamasında inceleme, araştırma, o döneme ilişkin kaynakları bulup incelemeler, röportajlar yapıldı. 4 ay senaryo yazma süreci, 6 ay da ince detaylar yazıldı. 1 yıla yakın senaryo çalışması sürdü. Dekor, kostüm sanat yönetmeni, oyuncular, kamera önü hazırlıkları da 2016’daki çekime başlayacağımız ana kadar sürdü.
O dönem cezaevinde kalan 150’ye yakın insanı dinledik. Ayrıca 19 yıldır cezaevinde olan ağabeyim Hasbi Aydemir bilgisi ve tecrübesiyle yanımda olarak, bu filmin çekiminde büyük manevi desteği oldu. Müthiş bir deneyime sahip oluyorsun. Kürtlerin tarihi hep acılarla, zorluklarla anlatılmıştı. Biraz da böyleydi elbette ama direnişler de geri planda kalıyordu. Halbuki o acıların yaşatılmasında en büyük neden Kürtlerin o direniş ruhuyla alakalı. Dersim katliamı, Şeyh Sait isyanında olduğu gibi. Aslında Kürtlere yaşatılan acılar, onların kendi varlıklarına, kimliklerine sahip çıkmalarından kaynaklı. Kürtlerin özgürlüklerini kaybetmemek için verdikleri bir mücadele var. Bu mücadeleyi boğmak için Kürtlere büyük acılar yaşattılar ve 80’lerde de bu inkar ve imha süreci doruğa ulaştı.
Kültürel bir soykırım süreci 12 Eylül’le birlikte tırmandı. Mamak ve Metris’te de birçok baskı vardı ama özellikle Amed zindanında Kürtlere özel bir politika uygulandığını okuyup araştırdıkça gördük ve dinledik.
Bu temelde sinemanın dili, görselin gücüyle; bu zorluk ve baskıların bir daha kimseye yaşatılmaması açısından benlikleri alınmaya çalışılan bir halkın mücadelesini, özgürlük tutkusunu evrensel alanda dünyaya ulaşmasını istedik. Birçok halkın mücadelesi de bu temelde gelişti. Bu bir yüzleşme, hesaplaşma.
Çünkü devletin de buna dönük bir yüzleşme, bir hesaplaşma yapması gerek. 12 Eylül’le ilgili çok film yapıldı. Etrafında dolanıldı. Sanatsal kaygılar taşıyan filmler de yapıldı ancak 14 Temmuz, 12 Eylül’le direkt hesaplaşan ve yüzleşen bir film oldu.
Bir Kürt filmi olmasına rağmen filmin dilinin çoğunlukla Türkçe olduğunu görüyoruz. Çekim aşamasından biraz söz edebilir misiniz? Oyuncuları nasıl seçtiniz?
14 Temmuz’un birçok boyutu var. Kürdistan’da sinema yapıyoruz ama filmin yüzde 95’i Türkçe. Bunun nedenlerinden biri o dönem Kürtçenin yasak olması bir de bazı karakterlerin anadilinin Türkçe olması. Ama kendi aralarında yer yer Kürtçe konuşturduk. Kast için Amed Şehir Tiyatrosu oyuncularının yer almasını istedik, bazı karakterler yerlerini aldılar.
Ana karakterler noktasında İstanbul’dan da özellikle Kemal Pir ve askeri kanadı batıda oyunculuk yapan arkadaşlardan oluşturduk. Çünkü diksiyon açısından gerçeğe sadık kalmaya çalıştık. Birçok kişinin elbette o dönem Amed’de devam eden durumlardan kaynaklı çekinceleri oldu ancak toplumsal olaylara karşı sanatçı duyarlılığıyla yaklaşıp yanımızda olan arkadaşlara da buradan bir kez daha teşekkür ediyoruz.
Film için mekanı nasıl oluşturdunuz?
İşini çok titiz ve disiplinli bir biçimde yapan Mustafa Ziya Ülkenciler’in hummalı çalışması sonucunda bir plato kuruldu. Onunla çalışma şansına sahip olduk. 1300 metrekareye filmde geçen mekanları sığdırdı. Diyarbakır’a 6-7 km uzaklıktaki bir hangar içerisinde inşa edildi. Filmler için biliyorsunuz platolar inşa edilir, sonra yıkılır.
Filmde pek çok hikaye var. Dörtlerin kendini yakması, Mazlum Doğan’ın Newroz eylemi, 12 Eylül mahkemeleri, Esat Oktay Yıldıran figürü, açlık grevinde öne çıkan dört isim, hatta kendini öldü zannedip cezaevinin de cehennem olduğuna inanan aklını yitiren bir mahkum. Bunların hepsi ayrı ayrı bir film konusu olacakken kaotik bir durum var gibi. Yaşanan her şeyi verebilme kaygısı filmi biraz karmaşaya sürüklemiş. Hiçbir karakter ön plana çıkmıyor. Ben izleyici olarak kendi adıma daha süzülmüş bir hikaye izlemek isterdim. Buna ilişkin ne söylemek istersiniz?
Bu çok önemli bir nokta. Tam da sinema, sanat, resim ve edebiyatta da olduğu gibi yükselen dramatik eğrinin oluşması açısından önemli bir soru. Filmin ismine dikkat ederseniz 14 Temmuz. Yani 1982’de Diyarbakır Cezaevi’ndeki vahşete karşı başlatılan ölüm orucu direnişini işlemek istiyorduk. Fakat tabi sanatta olduğu gibi hayatta da diyalektik bağ olduğu için o dönemi anlatan pek çok kitabı araştırdık, inceledik. Muzaffer Ayata’nın Amed Zindanı adlı kitabını esas alıp diğer kitaplardan da yararlandık. Özellikle çıkan sonuç şuydu: Amed zindanının iki yönü vardı. Biri vahşet ve teslimiyet dönemi, diğeri ise direniş ve mücadele dönemi. Biz de filmi ikiye böldük. Dikkat ederseniz filmde iki mevsim geçiyor. Elimizden geldiğince o sanatsal kaygıyı her sahneye yedirmeye çalıştık.
Fakat filmin handikabı o yükselen dramatik eğri olmadığı için yani kişinin direkt özdeşim kuracağı ana karakter oluşturmadığımız için problem oradan başlıyor. Ancak hem 12 Eylül döneminin karmaşası hem de ilk film yapmış olduğumuzdan kaynaklı aksaklıklar, kaygılar “bunu anlatmasak olmuyor” dediğimiz durumlar vardı. Özellikle o vahşetin anlaşılması için Dörtlerin anlaşılması gerekti, Dörtleri anlayabilmek için Mazlum Doğan’ı anlatmak gerekti. Mazlum için Esat Oktay’ın bilinmesi lazım. Dolayısıyla hepsini anlatınca film biraz Diyarbakır zindanına dönüştü. Bu nedenle öykü boyutuyla problem başladı.
Biraz panoramik kaldı, genelleyen bir film oldu. Bu dağınıklık aslında biraz da 12 Eylül’ün dağınık bir dönem olmasından kaynaklı. Toparlama, mücadele ve özgürlük arayışı var. Kameranın hareketleri bile biraz böyleydi. İlk bölümde kamera dıştan bakıyor, hücrelere girmemeye çalışıyor. Mazlum Doğan’ın kibriti yakıp, “Direnmek yaşamaktır” yazdığı an tarihe bir kayıt olarak geçip, vahşetin filminin yani Esat’ın filminin bittiği andır. Ve ikinci filmin başlangıcı oluyor. Ölümle korkutulan bir yerde ölümün üzerine gitmek ve betonları kırarak, tekrar bir özgürlük ruhunu birbirlerine devretmesi anlatılıyor.
İki film bir arada aslında. Film; kostümden, mevsimine ve rengine kadar iki bölümden oluşuyor. Direniş ve vahşetin ayırımını vermeye çalıştık. O parçalı hali ikinci kısımda direniş ruhuyla birbirine devrettik. Onun için her karakteri anlatmamaya çalıştık. Hatta bir karakteri anlatmaktansa o ruh üzerinden anlatmak istedik. Onu da öyle dışarıya taşıdık. İnsanlığın o sistem içinde kaybolmasını flulaştırarak verdik. Her sahnenin bir dili ve üslubu vardı bizim için.
Tabii izleyiciye nasıl ulaştığı önemli. Bu denenen bir tarz oldu. Aslında belki de her bir karakterin bir filmi olmalı. Mesela yerleri temizleyen bedenen zayıflamış bir karakter var. O iradesi alınmış, köleleştirilmiş bir Kürdü temsil ediyor. Onun ekseninde de bir film yapılabilmeli.
Belgesel ve kurmaca arasına sıkışmış bir durum söz konusu…
Daha güçlü, daha farklı minimal hikayelerle de vermek isterdim. Hem işin içinde belgesel ve kurmaca biraz iç içe oldu. Bazı şeyleri duyumsatmak için yaptığımız sahneler de vardı. Belgesel çok önemli bir alan, arşiv olması bizim için çok önemli. Bir arşiv ve hafıza olarak da gördük. Kuyumcu terazisi gibi, asıl cezaevini anlatmaya çalışsak 40 saat sürerdi.
Filmin müzikleri, görsel efektleri ve final sahnesi oldukça etkileyiciydi. Oyuncuların karakterleri canlandırırken neler hissettiklerini çok merak ediyorum. Sonuçta biz izlerken çok gerildiğimize göre filmi çekenler ve oynayanlar bu gerilimi daha fazla hissetmiştir. Nasıl bir ruh hali içerisindeydiler?
Biz bu halkın sanatçılarıyız. Bu halkın öyküleri, romanları yazılıyor, türküleri, ağıtları yakılıyor. Yılmaz Güney sinemasının toplumsal gerçekçi tarzı yeni sinemacılar tarafından devam ettirilmeye çalışılıyor.
Kültürel soykırım kıskacında bizler de sanatsal bir duruş, sanatsal bir sinema direnişi yaratmaya çalıştık. O açıdan bu dönemi tam anlatamadığımızda tabiri yerindeyse o figürlerin kemikleri sızlar. Mesela bir işkenceci işkence yapamıyorsa komik duruma düştüğünde filmin sahiciliği bitebilir. O açıdan da -belki eleştirilebilir- bazı taktik ve acımasızlıklar da yaptık. Mesela kadın arkadaşlara gidip “size yanlışlıkla vurulduğunda sahneyi sakın bozmayın, siz de karşılık verebilirsiniz” dedik. Askerlerin yanına gittiğimizde, ellerindeki plastik coplarla biraz hissettirmeye çalışmalarını isteyerek, “hafifçe bir şiddetiniz olsun” dedik. Orada ince bir hat var. Mesela Esat’ı oynadığında da, devrimci tutsağı oynadığında da bunu hissederek vermek gerekiyordu. Oyuncuları ikiye böldük. Bir dönem hatta askerlerle tutsakları bir arada tutmamaya çalışıyorduk. Çünkü bir dostluk geliştiğinde ister istemez sahneye yansıyacaktı. O gerçekçiliği vermek adına bu tarzı uyguladık. Bir gün o koğuşlarda yatırdık. Ölüm orucu sahneleri için 8 kilo, 15 kilo verenler oldu. Bağırmalardan, işkencelerden ister istemez etkilendiler. O dekor, kostüm ve ışık giderek seni şekillendirmeye başlıyor. Tüm ekip bir anda kendini cezaevinde gibi hissediyordu. Bu role hazırlanırken hakkını verebilmenin kaygısını ve sorumluluğunu taşıyorlardı. Genelde oyuncularımız iyi iş çıkarttılar.
Bir de kadınlar koğuşu meselesi var. O dönem kadınlara da işkence ve baskı yapıldığını biliyoruz ama filmde sadece değinilip geçilmiş. Ve Sakine Cansız karakteri. Kadınlar koğuşundaki tavrını, duruşunu biliyoruz ancak filmde bu rol yetersiz kalmış. Kadınlar koğuşunu ya hiç vermeseydiniz ya da daha farklı biçimde görmeyi tercih ederdik.
Kadınlar koğuşunu anlatmadan olmayacaktı. Erkekler koğuşu için İrfan Babaoğlu ve Gani Alkan, Kadınlar Koğuşu için de o dönem cezaevinde kalan Emine Turgut filme danışmanlık yaptı.
Sekiz sahne çıkarttığımız için kadınlar koğuşunu tamamen çıkartmayı düşünüyorduk aslında. Sakine karakterinden dolayı kadınlardan birçok eleştiri aldık. Sakine yıllarını kadın özgürlük mücadelesine vermiş, yaşamı ve duruşuyla güçlü bir semboldür. Kadın koğuşu büyük bir direnişle Esat’a karşı durmuştur. Oyunculuk açısından o edayı ve ruhu verememiş olabilir. O artık izleyicinin takdiri.
Sakine Cansız’ın filmi yapılacak. Daha güçlü bir film yapılırsa özrümüzü dilemiş oluruz. Aynı şekilde Mazlum Doğan ve Dörtler için de ayrı ayrı film projeleri var. Bu biraz 14 Temmuz’a odaklandı. Buna bağlı olarak 79’dan 84’e kadar bir dizi yapılması düşünülüyor. Aslında o kadar detaylar var ki. Bizim için de Amed zindanı bitiş değil başlangıç filmi.
Filmde karakter dönüşümünü göremiyoruz. Karakterler sanki doğuştan devrimci ve direnişçi. Hiç arka planı yok. Aileleri, sevdikleriyle ilişkileri, gündelik yaşamda neler konuştuklarını bilmiyoruz. Mesela filmde geçen Laz Böreği hikayesi gibi hayata dokunan ve belki de filmi rahatlatacak sahnelere de ihtiyaç vardı. Bu yönüyle karakterler biraz mekanik kalmış.
Birçok sahne atıldığı için biraz mekanik kaldı. Aslında o dönemi yaşayanlar kendi aralarında daha çok şakalaşıyor ve başka konular hakkında konuşuyorlar. Bu film 3 saat 40 dakikaydı. Ve atılan sahneler arasında bu tip sahneler çoktu. Kaçma hikayeleri, dengbêj kilamları gibi insana dokunan sahneler vardı. Ama işte Amed zindanı için “şunu da anlatalım, bunu da anlatalım” derken biraz mekanik kaldı. Karakterin dönüşümü çok önemli. 2 saate indirmemize rağmen bu hali bile uzun kaldı. Bu konuda haklısınız, size katılıyorum.
Film nerelerde gösterildi ve nasıl tepkiler aldınız?
Yurtdışında ilk olarak 15 Mart’ta Duesseldorf’ta gösterildi. 23 Mayıs’tan itibaren Avrupa’nın hemen hemen tüm ülkelerinde ve merkezlerde gösterildi. 98 yerde dağıtım üzerinden değil de özel gösterim yapıldı. İzleyicinin tepkisi gayet olumluydu. İlk defa okudukları ve dinledikleri şeyleri beyaz perdede kurmaca filmle görmeleri onları etkiledi. Bugüne kadar hep belgesel olarak görmüştük, dediler.
Boynumuza sarılıp ağlayanlar oldu. Devamının gelmesini istediler. O vahşetten etkilenen birçok insan izlediğinde bu hafızanın korunması açısından teşekkür etti. Acı ve vahşetten etkilendiler ama “Burada sadece mağduriyet değil direnişe de tanık olduk. Bu bizi mutlu etti. İlk defa bu makus talihimizi tersine çevirerek bu direniş tarihinde kimlerin olduğunu görmüş olduk” dediler.
Film Türkiye’de vizyona girecek mi? Filmi izlemek isteyenler nasıl izleyecek?
Elbette Türkiye ve Kürdistan’ın dört parçasında gösterime girmesini ve halkımıza ulaşmasını çok istiyoruz. Neticede bu topraklarda yaşanan bir dönemi anlatıyoruz. Özgür ortamlarda bu filmin halkımıza ulaşmasını istiyoruz. 80 yıllık imha siyasetine tabi tutulan Kürtlerin vermiş olduğu o özgürlük mücadelesini anlatıyoruz. 40 yılın sonunda bu mücadelenin filmini yaptık. Bir zihniyeti eleştirdik, sorguladık.
Filmlerin sinemada gösterilmesi için bir Eser İşletme Belgesi isteniyor. Kaba ismi sansür kurulu. Filmler genelde bu kurula takılıyor. O kurul izin verir mi vermez mi bilemiyoruz. 80 dönemindeki zihniyet devam ettiği için Türkiye ve Kürdistan’da yayınlanacağını düşünmüyoruz. Bu konuda Mir Multimedya Almanya yapım şirketinin filmin Türkiye’de yayınlanması için sonbaharda bir başvurusu olacak. Artık onların takdiri. Tüm film ekibi olarak biz bu filmi bu topraklarda çektik ve bu filmde yaşananlar acısıyla, direnişiyle buraya ait. Dolayısıyla en temel hak olarak filmin izleyiciyle buluşması, en azından Türkiye ve Kürdistan’da yaşayan halklar ve hatta egemen olan güçlerin bu filmi izleyip 12 Eylül’le, 80 yıllık süreçle yüzleşmesi ve bu halkın tartışma götürmez gerçekliğinin artık hakikatten kabullenilmesi ve kültürel soykırımdan vazgeçilmesi gerekiyor.
Bugün Kürtler edebiyat, müzik, resim, sinema yapıyorlar. Bu soykırımdan bir başarı elde edemezler. Bu kadar kör bir inkarın da bir şey sağlamayacağı, zulmün artık ortadan kalkması ve tüm halkların kendi kimlikleriyle var olması gerektiğini ve en temel hissiyatın özgürlük olduğunu bu filmle anlatmaya çalıştık.
Çünkü kendileri de zaman zaman “Diyarbakır Cezaevinin dili olsa da konuşsa” diye o vahşete göndermeler yapıyorlar. Umarım bu fikirlerinde samimiler. Bu filmin de bu temelde sansüre uğramaması bu yüzleşmeyi ve hesaplaşmayı yapabilmesini diliyoruz. Bütün filmlerimizin temelini özgürlük ruhu oluşturacak. Özgür olmadığımız müddetçe sinema da, müzik de, edebiyat da yapamayız. O yüzden bir sanatçı olarak en temel kavgamızın özgürlük olduğunu belirtmek istiyorum.
Son dönem yaşananlarla da o kadar elzem olarak ortaya çıkıyor ki o köleliği kabul etmemeli ve özgürce eserlerimizi ortaya çıkartmalıyız.
Haşim Aydemir hakkında |
Diyarbakır Lice doğumlu. İlk ve orta öğrenimini Adana’da tamamladı. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nden mezun oldu. Okul döneminde kısa film denemeleri yaptı. Çeşitli dizi setlerinde çalıştı, klip ve rejide yer aldı. Diyarbakır’da Dema Evin Dikeve Dil adlı belgesel film ile Ax û Jiyan ve Ref adlı dizileri yönetti. 2014’ten bugüne kadar da 14 Temmuz filminin yönetmenliğini yaptı. |
Filmin künyesi |
Yönetmen: Haşim Aydemir Senaryo: İlhan Bakır – Metin Ewr – Mehmet Emin Engizek – Haşim Aydemir Görüntü Yönetmeni: Touraj Aslani Sanat Yönetmeni: Mustafa Ziya Ülkenciler Oyuncular: Suat Usta, Şahin Yalçın, Nedim Rojhat Yeşilçınar, Tahsin Özmen, Veysel Erel, Bülent Keser, Aysel Dalar. |
(BD/AS)