Yıllardır içinde olduğumuz şiddet ortamı konuşulması, tartışılması gereken pek çok sorunun üzerini örtüyor. Bu durum tesadüfi de değil; devlet denilen heyulayı eline geçiren siyasal iktidar bu ülkede yaşayan herkesin kaderini esir alan; yapıp ettikleriyle, var etmeyi değil de yok etmeyi şiar edinen bir tutum içinde. Bunca talan, yağma ve yıkım başka türlü de mümkün olamazdı zaten.
Devlet şiddeti hayatımızı derinden etkileyen ve etkileyecek her sorunun gözümüzden kaçırılmasına, çözümsüzlüğe mahkûm edilmesine neden oluyor. Konuşamıyoruz.
26 Temmuz ile 30 Kasım tarihleri arasında parkta veya evinin önünde oynadığı sırada silah veya patlayıcıyla vurularak, bomba veya sivil alanlarda bulunan mühimmatın patlaması sonucu veya polis tarafından dövülerek 44 çocuk öldürüldü ülkemizde.
Çocuklar öldürülürken çevre, sağlık, tarım, beslenme, eğitim… alanlarına ilişkin pek çok sorun hakkında konuşmak abes kaçıyor. En azından insan kendini iyi hissetmiyor bu sorunlara değinirken. En öncelikli konu toplumsal barışı sağlamak olmasına rağmen bu ülkede yaşayan halkların ortak geleceğini mahvetmek için canla başla çabalayan bir siyasal iktidar var işbaşında.
Bu coğrafyada bir arada yaşama, ortak bir gelecek tahayyül etme yetimizi yitiriyoruz ve bu çok daha büyük bir tehlike.
Coğrafya kaderdir. Bu coğrafyada yaşayan herkesin kaderi de birbirine bağlı. Sadece Kürtlerle, Türklerin değil, Suriye ve Irak’ta yaşayan halkların da. Er veya geç fark edeceğiz ki gidebileceğimiz başka bir yer yok; burada birbirimizin yüzüne bakarak yaşamak zorundayız.
İklim krizi nedeniyle her şey daha da kötüye giderken, ya beraber yaşamanın bir yolunu bulacağız ya da içinde yaşadığımız coğrafyayı savaşarak daha da yaşanmaz bir hale getireceğiz. ‘Bizi nasıl bir gelecek bekliyor?’ sorusuna yaşanan iklim krizini de hesaba katan bir açıdan bakmak; bir parça da olsa bunu yapabilmek bir gereklilik. O zaman çocukların vatan uğruna öldürülebildiği bir ülkede, vatan denilen şeyin de öldüğünü, öldürülen çocuklarla birlikte yaşanabilir bir geleceğe sahip olma imkânının da ortadan kalktığını başka bir çerçeveden de görmek olanaklı olabilir.
Vatan sana canım feda
Yakın bir gelecekte iklim değişikliğinin yol açacağı sorunlar bizi çepeçevre saran ve ezelden ebede hiç değişmeyeceğini, hep var kalacağını sandığımız her şeyi aşındıracak, değiştirecek: Devlet yapısı, kurumlar, sınırlar, sanayi, kentleşme… Küresel ısınma ve iklim değişikliği yüzünden ülkemiz giderek artan büyük bir kuraklık tehlikesiyle karşı karşıya örneğin. Ve bunun hiçbir şeyi değiştirmeyeceği sanılıyor. İktidarıyla, muhalefetiyle böyle bir sorunla karşılaşmayacakmışız gibi davranılıyor.
Ülkemizde yıllardır siyasal gücü elinde tutan muhafazakâr, milliyetçi kesime mensup insanların yaptıkları açıklamalara baktığımızda, vatan susuz kalıp çöle dönüşse de, toksik kimyasallarla geri dönüşsüz bir biçimde kirletilse veya savaşla tarumar edilse de, bu insanların kafalarındaki vatan fikrinin her nasılsa bunlardan hiç etkilenmeden, öylece yerli yerinde kaldığını görüyoruz. Uğruna ölümün bile göze alınabildiği bir vatanın, üzerinde yeşeren her şeyi yok edecek bir kirlenmeye maruz bırakılmasını hiç mesele yapmayan bir zihniyetin dikkatini çekmek nasıl mümkün olur?
Ya da yaşanan şiddetin kendisinden uzakta, görmek, duymak, anlamak istemediği bir yerlerde gerçekleştiğini; şiddetin kendi hayatına, sevdiklerine hiç değmediğini sanan bir insana şiddetin sadece çatışma veya savaşla ilgili olmadığı, dolayısıyla çok da uzağında olmadığı nasıl anlatılır?
Anlatmak bir şeyleri değiştirir miydi?
Bütün bu sorulara rağmen yine de daha somut kavrayışlar oluşturabilecek örnekler üzerinden bir şeyler anlatmak belki konuya başka bir çerçeveden bakabilmeyi ve savaşın yol açtığı yıkımın geçici değil de kalıcı olduğunu anlamamızı sağlayabilir. Bu sorunun sadece savaşın etkilerine doğrudan maruz kalanlarda değil çok daha geniş bir coğrafyada insani acılara yol açtığını ve anlatılacak olanın, anlatılması gereken binlerce sorundan sadece biri olduğunu da belirterek.
Savaş vatan denilen yeri uzun vadede yaşanmaz bir hale getiriyor artık.
Gazze’de olanlar bize çok mu uzak?
İnsanın vatanı yok. İlla bir vatan arayacaksak bu ancak yeryüzü olabilirdi; o da geçici bir süre için. Hiç kuşku yok ki bir toprak parçası için ölmeye ve öldürmeye hazır insanlarla dopdolu bir dünyada romantik bir bakış açısı bu. Ama yine de söylemeli: Vatan dediğimiz, yurt bellediğimiz bir yer her şeyden önce hayata elverişli olmalı. Savaş yol açtığı insani acılar bir yana en çok da uğruna savaşılan, bir karışından bile vazgeçilmeyeceği kibirli bir dille vurgulanan yerleri gün be gün daha yaşanmaz bir hale getiriyor. Nasıl bir kalıcı yıkımla karşı karşıya olduğumuzu anlamak için bakılabilecek yerler var. Örneğin Gazze gibi.
İsrail’in saldırıları sonucunda binaları, yolları, petrol depolama tesisleri başta olmak üzere çeşitli işyerleri yıkılan veya zarar gören Gazze’de; bu yıkım sonucunda hangi toksik kimyasalların açığa çıktığını ve bu toksik kimyasalların toprak, hava ve su gibi ortamlarda ne miktarlarda bulunduğunu belirlemeye yönelik bir çalışma gerçekleştirildi. Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) tarafından yapılan çalışmada bölgeden toplanan toprak örneklerinin tamamında pek çok toksik kimyasalın yanısıra asbest kalıntısı da tespit edildi. Üstelik bazı toprak örnekleri beyaz asbeste (Chrysotile) kıyasla 500 kat daha kanserojen olan mavi asbest (Crocidolite) parçacıkları ile kirlenmişti. İçme suyu altyapısının tahrip edilmesi nedeniyle nitratlı bileşiklerin (NO3) sulara bulaşmasının önlenememesi tespit edilen bir başka önemli sorun. Bu bulaşık suların içilmesi nedeniyle ortaya çıkan Mavi Bebek Sendromu hastalığında patlama var.
Gazze, kanın dokulara oksijen taşıma yeteneğini körelten bu hastalığın dünyada en çok görüldüğü yerlerden biri. 1 yaş altındaki bebeklerin yarısında bu hastalık var ve bu oran normalde görülen değerlerin 50 katına karşılık geliyor. Bu kirlenmeyi temizlemek artık olanaksız. Nitrat kirlenmesinin geri dönüşü yok.
Bu kirlenmenin sadece Gazze ile sınırlı kalacağını düşünmekse yanıltıcı. Savaşın içinde doğrudan yer alsın ya da almasın açığa çıkan kalıcı kirlilik yeraltı ve yerüstü sularının hareketliliği veya asbestin yayılım yollarından biri olan atmosferik taşınım yoluyla zamanla çevreye yayılacak, herkesi etkileyecek. Kirliliğe yol açan İsrail’i bile.
Benzeri bir kirlenme Irak’ta yaşandı, şimdilerde Suriye’de yaşanıyor. Bir gün savaş biterse aynı Gazze’de ve Irak’ta olduğu gibi Suriye’nin de hayata ne kadar elverişsiz bir coğrafi bölge haline geldiğini göreceğiz. Çatışmalar bitse de bu ülkelerdeki göç dalgası bitmeyecek. İnsanlar bir zamanlar yaşadıkları ama artık yaşamaya elverişli olmayan, kendilerini, çocuklarını hasta eden köylerinde, şehirlerinde kalmaktan kaçınacak.
Günümüz savaşlarının yıkıcı etkilerinin sürekli olduğunu, çok daha ciddi ve kalıcı bir kirlenmeye yol açmak suretiyle zaman içinde yaşanabilir mekânları ıssızlaştıracağı gerçeğini aklımızın bir köşesine yazmalıyız.
Savaşı durdurmak ya da çatışmaları bitirmek, ölümlere son vermek, barışmak ve yitirilen hayatların yasını tutmak için gerekli olduğu kadar; eğer mümkünse yıkılan, kirlenen mekânları elden geçirmek, temizlemek ve onarmak için de gerekli.
Barış bir lütuf değil bir gereklilik
Sivil yurttaşlar, bebekler, çocuklar, asker ve polisler, kısaca bu şiddet ortamında hayatını yitiren herkesi önemseyerek şu sorulara yanıtlar aramalıyız: Bu insanlar hayatını yitirmek zorunda mıydı? Son birkaç yıldır barış süreci adı altında yaşanan çatışmasızlık durumu savaşmanın bir gereklilik olmadığını ve insanların ölmeyebileceği gerçeğini göstermişken, tekrar şiddet ortamına neden girdik?
Meseleleri Erdoğan karşıtlığı veya başkanlık rejimi üzerinden tartışmak AKP ve AKP’ye eklemlenerek yıllardır kamu kaynaklarını yağmalayan, talan eden çıkar gruplarının görünür kılınmasını engellemekte. HDP’nin 7 Haziran’daki seçim başarısı ile AKP’nin geniş bir ittifak ile yıllardır yürüttüğü bu yağmanın artık sürmeyeceği ya da eskisi kadar kolay olmayabileceği ihtimalinin belirmesi yaşadığımız yıkıcı sürecin en önemli nedenlerden biri.
Yaşanan şiddette çatışan tarafları birbirine eşitleyerek meseleye yaklaşan bir dil tutturmak da doğru değil. İçinde olduğumuz şiddet ortamının ana sorumlusu son birkaç yıldır yürütülen ve içeriği, gerçekliği tartışma konusu olsa da insanlarda barış olabileceği umudu yaratan çözüm sürecini bitirerek, çatışmaları yeniden başlatan AKP iktidarı. Bu yıkıcı süreçten çıkabilmek için asıl rol devlete düşüyor ve şiddeti sona erdirmek için yapılacak her çağrı ve eylemin öncelikli muhatabı da devlet olmalı.
Sadece insanların ölümüne yol açmayan, olumsuz etkileri çok daha geniş bir coğrafya ve zamana yayılan bu savaş durdurulmalı ve barış müzakereleri tekrar başlamalı. Eğer bu ülkede uzun süreli bir toplumsal hayatın hayalini kuruyorsak tabi. (BŞ/ÇT)