“Gitmek, başka bir yerde yeni bir hayat kurmak herkesin hakkıdır. Böyle bir tercih yapana, yapabilene, bunun için harekete geçebilene anca başarılar dilenir.” (1)
1 Kasım 2015 Genel Seçimi, yurtdışında yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının gümrük kapılarına ek olarak yaşadıkları ülkelerde oy kullandıkları üçüncü seçimdi. Sonuçlara göre yurtdışında oy kullanan seçmenlerin yüzde 56.23’ü AKP’yi, yüzde 18.2’si HDP’yi, yüzde 16.39’u CHP’yi, yüzde 7.12’si MHP’yi ve yüzde 2.06’sı diğer partileri tercih etti (2).
Hem seçim sonuçlarının bütün partiler için sürpriz olmasından hem de yurtdışı oyların sonuçlar üzerindeki belirleyici rolünün daha iyi anlaşılmasından dolayı yurtdışındaki seçmenlerin Türkiye’de yaşamadıkları hâlde oy kullanmalarının doğru olup olmadığı sorusu önceki seçimlere kıyasla daha fazla tartışıldı.
Fakat bu tartışmalar yüzeysel kaldığı gibi, öne sürülen argümanlar da yeterince irdelenmedi. Bu noktadan yola çıkarak bu yazıda hem son altı senedir yurtdışında yaşama deneyimimin hem de sosyal medyada tanık olduğum tartışmaların ışığında yurtdışındaki seçmenlerin neden oy vermemesi gerektiğini ileri süren başlıca argümanları sıralayıp her argümanı kısaca tartışacağım.
Argüman 1: “Sadece Türkiye’de yaşayanlar oy kullanmalı.”
Bu argümanın sahiplerinin gözden kaçırdığı birkaç noktadan bahsetmek gerekirse, öncelikle belirtmek gerekir ki yurtdışında yaşamak vatandaşlıktan çıkmak anlamına gelmemektedir. Pasaportunuza çıkış damgası basıldığı andan itibaren sihirli bir şekilde askerlikten, vergilerden, ikametgâh bildirme zorunluluğundan, vizelerden, harçlardan vs. muaf olmamaktasınız. Kısacası hangi ülkede olursanız olun taşıdığınız pasaport yaşamınızın sınırlarını belirlemeye devam eder.
Gözden kaçırılan ikinci nokta, uç örnekler hariç yurtdışına çıktığınız anda doğduğunuz, büyüdüğünüz, ailenizi, arkadaşlarınızı, yaşadıklarınızı arkada bıraktığınız ülkeyle ilişkinizin birden bire bıçak gibi kesilmemesidir. Çok klişe bir alıntı yapacak olursam, gerçekten de “[n]ereye giderseniz gidin, ülkeniz peşinizden gelir. Artık siz orada yaşamasanız da o içinizde yaşar” (3). Zaten Türkiye’nin gündemini takip eden ya da işiniz gereği takip etmek zorunda olan biriyseniz, iletişim devrimiyle hızlanan ve yoğunlaşan bilgi akışı ve çeşitlenen haber alma kanalları düşünüldüğünde artık Türkiye’yi takip etmenin değil, etmemenin daha zor olduğu anlaşılabilir. Dolayısıyla yurtdışına gidince Türkiye’nin gündemine ilişkin ilgi ve duyarlılık birçok kişi için azalmak bir yana genellikle artmaktadır. Özellikle Avrupa’da sadece Türkiye kanalların izlendiği evleri, sadece Türkiye gazetelerinin okunduğu kahvehaneleri, sadece Türkiye gündeminin konuşulduğu dernekleri bu tabloyla birleştirince, yurtdışında yaşayanların Türkiye’de yaşamadıkları için Türkiye’den “bihaber” olduğu ithamı biraz ağır kaçmaktadır.
Gözden kaçırılan üçüncü nokta, yurtdışında yaşamaya başlasanız bile Türkiye için sorumluluk almaya devam etmenin mümkün olmasıdır. Örneğin 7 Haziran 2015 seçimlerinden önce Türkiye’ye gelmiştim ve çok yakın dört arkadaşımla oturuyordum. Arkadaşlarımdan biri tamamen apolitikti, biri sadece gündem takipçisiydi, diğer ikisi ise oldukça politikti ve okumaya, tartışmaya meraklıydı. Siyasi içerikli bütün tartışmalarımız “sen kaç yıldır uzaktasın, bilmezsin, anlamazsın” noktasında tıkansa da, ertesi gün Oy ve Ötesi’yle müşahitlik yapacağım okulda müşahit eksiği olduğu ortaya çıkınca politikayla ilgilenen iki arkadaşımı arayıp görev alıp almayacaklarını sordum. İkisi de “çok yorulacakları” gerekçesiyle bu görevi kabul etmedi. Bu noktada amacım kimseyi politik olmadığı veya sorumluluk almadığı için yargılamak veya duyarsızlıkla suçlamak değil. Vurgulamak istediğim nokta, örnekten de anlaşılabileceği gibi Türkiye gündemini takip etmeyen ve Türkiye için sorumluluk almayan seçmen bulmak için Türkiye’den kilometrelerce uzaklara gitmeye gerek olmaması. Politikaya ilgi duymayan ve sorumluluk almayan seçmenin tutumu Ankara’da da, Berlin’de de, Tokyo’da da benzerdir. Dolayısıyla sadece yurtdışında yaşayan seçmenlerin ilgisiz ve sorumsuz olduğunu ileri sürmek haksızlıktır.
Argüman 2: “Eğitimsiz, cahil ve bilinçsiz ‘gurbetçiler’ oy kullanmamalı.”
Öncelikle bu yaklaşımın her seçim öncesi ve sonrası klişeleşen “koyunlar, Aysun Kayacı haklıymış, yüzde 60, Anadolu çomarı, makarna, kömür” temalı konuşmaların ürünü olduğunu belirtmek gerekir. Bu argümanın sahiplerinin gözden kaçırdığı noktalardan bahsetmek gerekirse, birincisi, Murat Sevinç’in de belirttiği gibi “[s]eçmen enayi değildir. Aptal da değildir. Çıkarı neredeyse, kim ona hitap ediyorsa ona yönelir…Belli siyasal toplumsal koşulların ürünüdür ve o koşullar içinde, ‘bir yönde’ davranır” (4). Bir başka deyişle, nasıl ki Mardin’deki bir seçmen çıkarları doğrultusunda bir seçimde A partisini, bir başka seçimde B partisini destekleyebiliyorsa, Madrid’deki seçmenin davranışı da aynı motivasyona dayanabilir. Çifte vatandaşların Avrupa’da sol partilere, Türkiye’de ise milliyetçi muhafazakâr partilere oy vermesi de benzer sebeplere dayandırılabilir. Tam da bu sebeple Türkiye’de seçmen olmakla yurtdışında seçmen olmak arasında çok dramatik bir fark görünmemektedir.
Gözden kaçırılan ikinci nokta, eğitim seviyesi, cehalet ve siyasi bilinç arasında bu denli basit bir denklem kurmanın mümkün olmamasıdır. Cehalet de, siyasi bilinç de kendi başlarına bile oldukça göreceli kavramlarken, bunları bir de eğitim seviyesine endekslemek kolaycılığa kaçmaktır. AKP’li Taner Yıldız’ın “Eğitim seviyesi arttıkça AK Parti’nin hitap ettiği alanın daha da daraldığını görüyoruz” dediği bir gerçektir (5). 50 yılı aşkın süredir Türkiye’den ağırlıklı olarak düşük vasıflı iş gücü çeken Almanya, Hollanda, Fransa gibi ülkelerde AKP’nin, yüksek vasıflı iş gücü çeken ABD, İspanya, İrlanda gibi ülkelerde ise CHP’nin açık ara birinci parti olması da bunu destekler niteliktedir (6). Gelgelelim sırf bu tabloya bakarak bir AKP karşıtının eğitim seviyesi kendisinden daha düşük AKP’li seçmenlerin hepsini cahil olarak nitelemesiyle, ortalama bir “AK troll”un AKP’li olmayan herkesi “elit” veya “darbeci” olmakla suçlaması arasında çok da fark yoktur.
Eğitim ve siyasi bilinç ilişkisini yine bir örnekle açıklarsam, geçen ay Köln-İstanbul uçağında yanımda oturan kişiyle üç saat boyunca siyaset konuştuk. Kendisi Cizreli, 1990’larda Almanya’ya siyasi mülteci olarak kaçıp gelmiş, ilkokul 3’te okumayı bırakmış bir Kürt’tü. O üç saatlik konuşmada Almanya’nın iç siyasetine ve Kürt siyasi hareketine dair çok şey öğrendim. Amacım eğitimsizliği veya Kürt siyasi hareketini romantize etmek değil. Vurgulamak istediğim, bu örnekte olduğu gibi kavramların göreceliliğinden dolayı yurtdışında yaşayan ilkokul terk bir seçmen yaşadıklarıyla ve ödediği bedellerle pekâlâ Türkiye’de yaşayan üniversite mezunu apolitik veya kendini politik olarak tanımlayan bir seçmenden daha yüksek bir siyasi bilince sahip olabilmektedir. Dolayısıyla yurtdışı seçmenlerin bilinçsiz olduğunu iddia etmek, hele de bu bilinçsizliğin eğitimsizliklerinden kaynaklandığını ileri sürmek doğru değildir.
Argüman 3: “Yurtdışının kaymağını yiyenler oy kullanmamalı, Türkiye’nin kahrını çekenler oy kullanmalı.”
Bu argümanın sahiplerinin gözden kaçırdığı noktalardan bahsetmek gerekirse, öncelikle bu kişilerin hangi verilere ve gözlemlere dayanarak her yurtdışında yaşayanın bir elinin yağda bir elinin balda olduğu kanısına vardıklarını açıklamaları gerekmektedir, zira “Bizim Almancı komşu iki senede altına Merso çekti” veya “Amerika’daki kuzenin restoranı para basıyor” benzeri yüzeysel yaklaşımlar gerçeği yansıtmakta yetersiz kalmaktadır.
Açmak gerekirse, nerede olursa olsun yaşadığımız mekanlar içlerinde avantaj ve dezavantajları beraber barındırır. Her gün iş çıkışı “Allah belasını versin böyle şehrin!” diye isyan edip sonra hafta sonu boğaza karşı “Dünyanın en güzel şehri tartışmasız İstanbul!” diyenlerin deneyimi bu duruma örnektir. Yurtdışında yaşama deneyimi de bu anlamda yukarıdaki örnekten çok da farklı değildir. Herkesin deneyimi ülkeden ülkeye, hatta aynı ülke içinde şehirden şehire bağlama ve kişiye göre değişse de dil bariyeri, yabancılık, uzaklık, özlem, yalnızlık duygusu, kültür şoku, baskı, ayrımcılık, ırkçılık vs. gibi aşılabilecek veya sistem yüzünden aşılamayacak sorunlarla baş etmek yazıldığı, okunduğu veya sağdan soldan duyulduğu kadar kolay değildir. Sürekli “gurbetçi” diye eğlenilen kişilerin hayatları aslında hiç de güldürmeyen acı deneyimlerden oluşabilmektedir. Kısacası arasında öğrenci, işçi, işsiz, iş insanı, mühendis, doktor, mirasyedi, kaçak, küskün, mülteci vs. her tür insanın bulunduğu milyonlarca vatandaşı barındıran bir topluluğu homojen bir grup olarak düşünmek yanlış bir tutumdur. Nasıl Türkiye’deki herhangi bir şehrin A semtindeki yaşantıyla B semtindeki yaşantı 180 derece farklı olabiliyorsa, X ülkesinde yaşayan bir seçmen zenginliğin, Y ülkesinde yaşayan bir seçmen ise yoksulluğun sınırlarında gezebilmektedir. Dolayısıyla bütün yurtdışı seçmenlerin “yurtdışının kaymağını yediğini” düşünmek haksızlık ve kolaycılıktır.
Gözden kaçırılan ikinci nokta ise “Türkiye’nin kahrını çekmek” ile kastedilenin ne olduğunun muğlak olmasıdır. Bunun sebeplerinden birisi hemen her grubun ülkenin kahrını çektiğini iddia etmesi ve kendileri dışında başka bir grubun Türkiye’de zorluk yaşayabilmesine ihtimal dahi vermemesidir. Öyle ki, orta-üst ve üst sınıfa mensup, yaşadıkları şehirlerde yaşanabilecek en iyi semtlerde oturan, hanelerindeki kişi sayısı kadar arabaları olan, tatillerini yurtdışında geçiren birçok insanın bile Türkiye’nin kahrını kendilerinin çektiğini iddia ettiği ve yurtdışındakilere burun kıvırdığı görülmüştür. Seçim sonuçlarının açıklanmasından dakikalar sonra bu kişilerin çoğunluğunun sosyal medya hesaplarından “Parası Neyse Verip Vatandaşlığını Alabileceğiniz 23 Ülke” (7) listesi başta olmak üzere benzer paylaşımlarda bulunması ise ironiktir. Hâl böyleyken Türkiye’de yaşayan bir memurun veya yurtdışında yaşayan bir işçinin perspektifinden sorulabilecek “Siz Türkiye’nin kahrını mı çekiyorsunuz yoksa kaymağını mı yiyorsunuz?” sorusuna bu grubun ne cevap vereceği meçhuldür. Kısacası, benmerkezci bir tutumla Türkiye’de kimin daha fazla kahır çektiğini baz alarak yurtdışında yaşayanların hayatının daha az değerli olduğunu düşünmenin kime ne gibi bir katkısı olduğu tartışmalıdır.
Bonus argüman: “O kadar çok seviyorlarsa gelsinler Türkiye’de yaşasınlar.”
Bu argüman, yukarıdaki üç temel argümanı güçlendirmek adına en sık kullanılan argümanların başında gelmektedir. Gelgelelim Türkiye’yi sevmek için neden fiziksel olarak ülke sınırları içinde bulunmak gerektiği izaha muhtaçtır. Zira Türkiye’yi uzaktan sevmek de, Türkiye’ye uzaktan faydalı olmak da pekâlâ mümkündür. Bunun en güzel örneklerinden biri 40 seneyi aşkın senedir Amerika’da yaşamasına rağmen bir Türkiye aşığı, hatta koyu bir Türk milliyetçisi olan 2015 Nobel Kimya Ödülü sahibi Aziz Sancar’dır. Herhâlde Sancar gibi yıllar önce yurtdışında bir hayat kurmaya karar vermiş on binlerce kişinin Türkiye’ye bilim, sanat, spor, ekonomi, diplomasi gibi alanlarda bugüne kadarki katkılarının kendilerini kimin ülkede kalması, kimin gitmesi gerektiğini belirleme mercii ilan edenlerden daha fazla olduğu konusunda herkes hemfikirdir. Dolayısıyla bu yaklaşım tutarsız olması yanı sıra, evrensel değerler çerçevesinde hem kendilerini hem de ülkelerini geliştirmek isteyenleri küçümseyen, suçlayan, zaman zaman engelleyen ve ilgili olmadıkları birtakım sorunların sorumluluğunu onlara yükleyen olumsuz bir yaklaşımdır.
Sonuç
Son yıllarda hızla artan “Türkiye’yi terk ettim, ama sorun bakalım niye terk ettim?” veya “Türkiye berbat bir yer, yurtdışında yaşamak harika!” temalı yazıların içeriğinin aksine yurtdışında yaşamanın kimseyi Türkiye’de yaşayanlardan üstün veya ayrıcalıklı kılmadığının altı çizilmelidir. Benzer şekilde yurtdışında yaşayanların homojen bir grup olmadığı, kişilerin deneyimlerinin birçok değişkenden etkilendiği ve kendine has olduğu da unutulmamalıdır. Hâl böyleyken yurtdışında yaşayanları ve özellikle yurtdışı seçmenleri modası geçmiş söylemler ve köhnemiş kalıpyargılar üzerinden tanımlamak ve anlamaya çalış(ma)makta ısrar etmenin bir anlamı yoktur.
Seçim öncesinde ve sonrasında sadece ve sadece anayasada belirtilen seçme ve seçilme haklarını kullandıkları ve siyasi ödevlerini yaptıkları için (8) yerden yere vurulan yurtdışı seçmenlere yönelik öfke ve “oh olsunculuk” (Schadenfreude) dolu yaklaşımlar düşünüldüğünde, hemen her alana sirayet etmiş uzlaştırılması zor zıtlıkların (antagonizma) ürettiği mevcut ikiliklere bir de terk eden-geride kalan, hain-kahraman, sefa süren-cefa çeken gibi yapay ikiliklerin eklendiği görülebilir.
Ayrıca, seçim sürecinin normdan sapanları uzaklaştırarak düzeni sağlamayı amaçlayan “ya sev ya terk et!” anlayışını, normdan sapanları içererek dönüştürmeyi ve “normalleştirmeyi” amaçlayan “ya gel ya sus!” gibi bir anlayışa dönüştürdüğü de söylenebilir. Bu iki durumun da kimseye faydası olmadığını ve uzun vadede herkes için zararlı olduğunu anlamak için de ne nerede doğduğumuzun, ne de nerede olduğumuzun önemi vardır. (AB/ÇT)
(1) Ümit Kıvanç, “Kapıyı Usulca Çekip Çıkamıyor Musun?,” Riya Tabirleri, Kasım 4, 2015,
(2) “Yurt Dışı Sonuçları,” Anadolu Ajansı, Kasım 5, 2015.
(3) Khaled Hosseini, Bin Muhteşem Güneş (İstanbul: Everest, 2008).
(4) Murat Sevinç, “Küsen Döşeğini Ayrı Sarsın Mı?,” Diken, Kasım 3, 2015.
(5) “Bakan Yıldız: “Eğitim Seviyesi Arttıkça Akp’nin Hitap Ettiği Alan Daralıyor” onedio, Haziran 17, 2013.
(6) “Yurt Dışı Sonuçları,” Anadolu Ajansı, Kasım 5, 2015
(7) “Parası Neyse Verip Vatandaşlığını Alabileceğiniz 23 Ülke,” onedio, Mart 13, 2014.
(8) “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası,” Türkiye Büyük Millet Meclisi.