Genceciktim yaşlanmayı düşlediğimde. Ruh üflerdim önce yaşlı halime, ıstırapsız. Sonra pencerenin önündeki tek kişilik koltuğa oturtturur, eline kahve fincanını tutuştururdum. Nedense hep yağmurlu olurdu hava düşlerimde. Yaşlı halim yağmurdan kaçan insanlarla, yağmura kavuşan doğayı izlerken, ben de onu izlerdim. Özellikle de acılarını geçmişe bırakmış yüzünün kıvrımlarını.
Kahvesinden son yudumunu alan yaşlı halim usulca kalkardı yerinden. Seğirtirdi yerlere saçılmış defterlerin yanına. Yerdeki defterleri okşayarak alır, özenle açar, okur, tasnif edip sandığa yerleştirirdi. O defterler günlüklerimdi, yetmiş yaşımda açılmayı bekleyen. Ama yetmiş yaşımı bekleyemedi 93 yılına ait günlüğüm. 25 Eylül’de elimi kor gibi yaktı.
Yıllar önce, sandığımda yer kalmadığından 95 yılına kadar olan günlüklerimi bir koliye koydum. Koliyi de bir adet koli bandının tamamıyla bantladım. Görenler koli bandını koli sanırdı. Yetmiş yaşında açmayı planladığımdan sağlam olsun istemiştim.
Kolinin yerini değiştirmem gerekiyordu. Kolinin yanında yöresinde ne varsa çıkarttım. Dokunamadım koliye. Gelip gidip baktım. Bir iki dakikalık iş, kaldı öyle günlerce. 25 Eylül sabahı uyanır uyanmaz daha elimi yüzümü yıkamadan koliyi kucakladım. Kucaklamamla günlüklerimin sağa sola dağılması bir oldu. Koli bandı çürümüş. Toparlamak istedim günlüklerimi. İlk elimi attığımın üzerinde 93 yazıyordu. 93 yazısını okur okumaz, elimde kor varmışçasına fırlattım günlüğümü ve çıktım odadan. Yatak odama gittim, tekrar uzandım yatağıma ve bir iki dakika sonra kalktım. Resetleme oyunum bu benim. Facebook’u açana kadar oyunum işe yaradı. Facebook’ta “Carina’nın Günlüğü” filminin gösterime girdiğiyle ilgili gönderiyle karşılaştım. Üst üstte gelen tesadüfleri, araya bir şeyler sıkıştırıp kendimden uzaklaştırmaya çalışırken, içimin başka tarafı karar almakla meşguldü. ‘Kendi günlüğünü okuyamıyorsun, git Carina’nın günlüğünü oku!’ İçimin başka tarafının sözüne emir gibi uyup kendini ertesi gün filmin ilk seansında buldum.
Film şeridindeki kareler ekrana yansıdığında, yıllarca sıkı sıkıya kapalı kalan bilinçaltımdaki yaşanmışlıklar bilince çıktı. Bilince çıkan yaşanmışlıklarım, filmdeki karelerle örtüşmeye çalıştı. Olmadı. Filmdeki karelerle uyuşmadı. Çelişti. Çelişkiler sorulara ve sorgulamalara dönüştü. Durduramadım kafamın içindeki soruları ve sorgulamaları. Yoruldum. Bazı cevaplara ulaşmak için 93 yılına ait günlüğümü aldım elime. Korlaşmadı. Sevdim günlüğümü düşümdeki yetmiş yaşım gibi. Ve özenle açtım. Sivas’a gitmeden önceki güne ait sayfaya yaklaştıkça sıkıştı göğsüm. Okudum. Asıl okumam gereken 2 Temmuz sonrasıydı. Biraz oylandıktan sonra çevirdim sayfayı. İlk tümceyle son tümceyi okuduktan sonra yüzümü koyup yattım üzerine. “Hesaplaşacak kadar güçlüsün Elif. Ağlama değil, hesap sorma zamanı,” deyip film üzerine düşündüklerimi parça parça yazmaya başladım.
Film eleştirmeni değil, tanığım. Bir tanığın eleştirileri bunlar. “Yangından Önceki Son Nefes”٭ adını verdiğim fotoğrafı gördünüz mü? Sağ taraftan ikinci sıradaki Carina. Sarışın ve kısa saçlıydı Carina. Filmdeki Carina ile gerçek hayatta karşılaşmış olduğum Carina birbirine uymuyordu. Olabilir. Yönetmenin kurmacadaki hakkı deyip geçtim. Ama saatlerce beklediğimiz koridoru aradım filmde. Evet, bir koridorda saatlerce bekledik. Çünkü sürekli taşlanıyorduk. Koridora açılan odaların camlarının kırılma sesleri… Sanki camlar, kırıldıkça tekrar birleşip cam oluyordu. Otelin üst katındaydık. Aklınıza taşların üst kata nasıl ulaştığı gelebilir. Çevredeki binaların çatılarındaydılar. Saatlerce bir koridora sıkıştırılmış olmaktan dolayı yer-yön hafızamda yıllarca sorun yaşadım, az da olsa hâlâ yaşıyorum. Bir insanın hafızasını bozacak kadar travmatik bir sahne, filmde yer alması gerekmez miydi? Takdir sizin.
Tek tek sahnelerle ilgili eleştirilerimi sıralamadan önce, öncelikle şunu sorayım: Yaşanmış tarihi bir olayı, kurgu kavramının ardına saklanarak aslından uzak yansıtmak etik midir?
İlk sahnede Carina’nın Türkçesine takıldım. Carina’nın anlaşabileceğimiz kadar Türkçe bildiğini bilmiyordum. O zamanlar anlaşacak kadar İngilizcem yoktu. Carina’nın da Türkçesi yeterli olmadığını düşünerek yan yana bulunduğumuz zamanlar sadece gülümsedik birbirimize. Bunu da yönetmenin kurmacadaki hakkına verip geçtim. Ama Asuman’la Yasemin’in filmdeki karakterlerine takıldım, geçemedim. Asuman, semah hocam(ız)dı. Yaşının bizden küçük olmasına karşın, otoriterdi. Bir semah öğretişi vardı, en ufak yanlışımızı affetmezdi. İlkokul birinci sınıf bebeleri gibi itaat ederdik. Yasemin ise yasemin çiçeği gibi narindi. Tane tane ve sakin konuşurdu. Bilgeydi Yasemin. Sivri ailesi daha iyi değerlendirir kızlarının karakterlerini, ama yönetmenin kurmacasındaki hakkı olarak göremedim Asuman ve Yasemin karakterlerini.
Carina’nın, Yasemin’e ve Asuman’a takılıp gittiği yer ve sahne vardı. Eğer orası derneğimizse mekânın dizaynı da mekân da dönülen semah da yaşanmışlıklarımızın dışındaydı. Yönetmenin kurmacası tam kurmaca olmuş. Pir Sultan Derneği’nin Dikmen’deki yeri dernek olarak değil, ama daire olarak duruyor. Olanak varken mekân olduğu gibi yansıtılabilirdi. Ve bizler Kırklar Semahı’yla Turnalar Semahı dönüyorduk. Kursumuz vardı hafta sonları. Semah için saz çalmaya gelenler olurdu. Ayrıca saz söz de olurdu. Filmdeki gibi otantik semah dönüldüğünü hatırlamıyorum. Ben hatırlamıyorum diye dönülmüş olmaması diye bir şey de olamaz tabii. Yönetmenin kurgudaki hakkı olsun bu da. Lakin filmde geçmişimizdeki mekânları bulamadım. Geçmişteki mekânları boş verin, bir mekânla buluşamadım ben filmde. Mekân diyebileceğim tek yer Amsterdam sokaklarıydı, gözlerimi okşayıp geçen. Film eleştirmenleri mekânsızlığı nasıl değerlendirir, bilemem.
Otobüs yolculuğuyla filmin asıl konusuna girilmiş olunuyor. Otobüs yolculuğundaki skeçleri yönetmene kurmaca hakkı olarak vermiyorum. Filmi seyredemeyenler, seyredip de unutanlar için iki skeci de yazayım. Skeçler Süleyman Demirel taklidi yapılarak, onun ağzından aktarılıyor. Birinci skeç: “Siyasi rakibinize halk çocuğu diyorlar. O halk çocuğu da biz orospu çocuğu muyuz?” İkinci skeç: “Kerhaneleri kapatacak mısınız? Kerhaneleri kapatalım da halk bizi mi s.ksin?”
Otobüs yolcuğu sırasında böyle skeçlerin oynandığını hatırlamıyorum. Yine tekrar ediyorum, ben hatırlamıyorum diye bu tür skeçler oynanmamış demek değil. Değil de, beş altı saatlik otobüs yolculuğumuzla ilgili bunlar mı yansıtılmalıydı? Alt okumalarını yapın bu skeçlerin? Filmin karesi geçer geçmez alt okumasını yaptı bilincim. “Aleviler, devlet büyüklerine karşı saygısızdırlar. Bu sebeple şiddeti hak ederler.” Dahası var alt okumalarımın, ama değinmiyorum, sadece şu soruyu soruyorum: Toplumda var olan Alevilere yönelik iftiraya dayalı önyargılar bilinçli veya bilinçsiz desteklenmiş olmaz mı bu sahneyle?
Filmin kareleri Sivas’a ulaştığında da mekân aradı gözlerim. Bulamadım tabii. Mekansızlığı unutturacak kareler başlıyordu, en tartışılacak: Reis ve tahrik olmuş üç beş Müslüman. Öyle üç beş kişilik bir iş değildi yakılmamız.
Otele geçmeden önce, otele yakın bir restoranda yemek yiyorduk. Tekbir soslu sloganlar ortalığı sardığında yemek yemeyi bırakıp pencerelere yöneldik. Kalabalığın önünde sayıları yüzlerle ifade edilebilecek tek tip giyimli, yirmi-yirmi beş yaşlarında erkekler vardı. Kalabalığı onlar yönetiyordu. Hareketlerinden militan oldukları anlaşılıyordu. Bu kalabalık sokaklarda slogan atıp gezindiler, üstelik polis eşliğinde. Polisin bir şey yapmayacağına kanaat getirince otele geçtik.
Yönetmenin kurmacasındaki reisi ve yanındaki üç beş Müslümanı gerçeklik olarak kabul edersek eğer benim gördüğü tek tip giyimli militanlarla, 3 Temmuz 2011 tarihinde Madımak Katliamıyla ilgili Özgür Gündem gazetesine konuşan eski özel harekâtçı üsteğmen H.Ç’nin itiraflarını ve Erdal İnönü’nün o zamanın MİT müsteşarıyla yaptığı sohbeti ne yapacağız? Bu bilgiler de yönetmene dert olsun, kurmacasının içinde dönüp dursun.
Biraz daha dert vereyim yönetmene. Kurmacasının içinde bildiriler, olay olmadan bir gün önce basılıyordu. Bildiriler nerdeyse olaydan bir hafta kadar önce basılıp Pir Sultan’a gönderilmiş. Bir buçuk yıl kadar önce çağrıldığım Cumhurbaşkanlığı bünyesinde kurulan araştırma komisyonundaki zat, o bildirilerden birini göstererek, “Bu bildiriler daha önce elinize geçmesine rağmen neden Sivas’a gittiniz?” diye sordu. Bu komisyonun kurulma amacı, sordukları sorular da yazılması gerekiyor da sürekli hatırlamak acıtıyor.
Geleyim bir başka sahneye, yönetmene kurmaca hakkı vermek istemediğim. Medresenin içi olduğunu tahmin ettiğim yerde, içlerinde Aziz Nesin, Hasret Gültekin’in olmak üzere dört kişi arasında geçen bir sahne var. Hasret Gültekin, Aziz Nesin’e, “Ben, seni değil Turan Dursun’u anladım. Onda buldum kendimi” sözünü söylüyor. (Sözler tam bu şekilde olmayabilir, ama anlam bu.) Yönetmene bu sahneyle ilgili kurmaca hakkı vermeme sebeplerime gelince… Öncelikle, Aziz Nesin, -tanıyanlar daha iyi bilir- karşısında gelişi güzel tümceler kurabileceğiniz biri değildi. Aziz Nesin, kitaplarını düzeltirken okulumla ilgili bir şeyler sormuştu. Ben de gelişi güzel cevap vermiştim. Ağzımın bir güzel payını almıştım. Sonrasında da baya gerilmiştim. Asım Bezirci’nin kitaplarından sorumlu olmayı dilemiştim içten içe.
Tamam, benim bir seferlik yaşanmışlığımla Aziz Nesin’e karakter biçmeyelim. Biçmeyelim de bu sahnenin alt okumaları yapılmaz mı sizce? Sahne geçer geçmez alt okuma yerleşti bilincime: Aziz Nesin aslında yetersizmiş bilgi olarak.
Bu sahneye ait alt okumayla, Reis’in konuşmalarındaki hedeflerinin Aleviler değil, Aziz Nesin olduğu sahnenin alt okumasını birleştirin, ortaya ne çıkıyor? Aziz Nesin gibi yetersiz, aynı zamanda provokatör dilli birisiyle yan yana bulunmaları Alevilerin canlarına mal oldu.
Yönetmenin bilinçli olarak böyle alt okumalara sebep olacak sahneler çektiğini düşünmesem bile ulaştığım alt okumalar bunlar. Bu alt okumadan sonra filmin çekilme amacının ciddi şeklide sorgulanması gerektiğini düşünürüm, aklım hinliğe çalışmasa da.
Bir bu yazı kadar sorum var daha. Ama nokta koyayım. Yönetmen, yapılan eleştirileri kurmaca kavramını arkasına sığınarak cevapsız bırakmış. Eee, be yönetmen belgesel değildi kurmacaydı da filmin son sahnesinde neden gerçek görüntü kullandın, diye sormazlar mı? Sordum bile.
Filmi seyretmeye giderken aklımda kendi kendime yıllarca sorduğum sorulara cevap bulma ümidim de vardı. Yabancıların kendi tarihlerindeki yaşanmışlıklarla ilgili yapılan filmleri seyrettiğinde, aklına takılan birçok soruların cevaplarını bulup çıkıyorsun. Böyle olacak sandım.
Madımak Katliamı’nın, JİTEM ve MİT’le ilişkisi neydi? Bu sorunun cevabı yok filmde. Olmadığı gibi kurgusu bu sorunun üzerini örter halde.
Bir film, kurgusunda olayın bitiminden sonraki an’lara yönelik sorulara da yöneltebilir mi diye sordum kendime. Film tekniğini bilen biri varsa aydınlatsın beni, kul hakkı için. Büyük Birlik Partisi’ne geçilen aradaki yaşanmışlıklar, emniyete götürülüşümüz, emniyetteyken gözaltına alındığını gördüğüm(üz) militanların mahkemede olmayışı, her mahkemeye Şevket Kazan’ın gelip katillere destek vermesi, onların avukatlığını üstelenmesi, davayı İşçi Partili avukatların sahiplenip tarihsel bir hesap sormanın önünü tıkamaları, Serdar Doğan’ın morgdan tesadüfen çıkartılması, hastanede yaşanılanlar (Yaşadığı bile bile ölüme terk edilenler var mıydı?)…
Ortada, konusundan dolayı ortak olduğumuz, kurmacasından dolayı ayrı düştüğümüz bir film var. (ED/ÇT)
٭ Koridordaki fotoğrafta sol taraftan dördüncü sıradaki de ben.
Not: Filmi seyrederken yoldaşlık eden Özlem Cankurtaran’a, filmden sonra kafamda tilkileşen düşünce ve sorgulamalarımı paylaşan Uğur Kara’ya teşekkür ederim.