Bugünlerde “Ya allah, bismillah” diye bağıran kimi küçük gruplar, büyük işlere kalkışıyorlar. Küçük gruplar diyorum. Vatandaşının can güvenliğinden sorumlu olduğu bilinen emniyet birimleri, tanıtım şablonlarına uygun davransalardı eğer bu küçük grupları, bir kaç dakikada dağıtabilirlerdi, ki öyle olmadı. Gönül birliklerinden olsa gerek geçmişte yaşanan benzer olaylarda da, o irili ufaklı gruplar hiç dağıtılamadı.
Merdivene tırmanmış, HDP binasına bayrak asmaya çalışan birinin düşmemesi için paçalarından tutarak yardım eden bir polis memurunu görüyoruz, ya da kenarda pek alışık olmadığımız şekilde sabırla bekleyen bir kaç on polisi. Arka fonda, yüzleri öfkeden bembeyaz kesilmiş insanların, boğazları yırtılana kadar bağırdıkları ise “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” ya da “Apo’nun … yıldıramaz bizleri” vs…
Vahşice şeyler yapacakları halde, bu insanlar, bir eğlenceye gidiyorlarmış gibi toplaşıyorlar. Az sonra birini yerlerde öldüresiye sürükleyecekler, çocukları ömürleri boyunca unutmayacakları şekilde korkutacaklar. Ve ilginçtir, bu hiç birbirini tanımayan insanlar, daha önceden tatbikat yapmış gibi aynı hedeflere yönelme konusunda mahirler. Bu toprakların geçmişini bilmeyen biri bile bakınca, bunun mutlaka bir geçmişi olmalı diye düşünmek zorunda kalacaktır. Saçma olan bu derece ciddi yaşanıyorsa vardır bunun bir geçmişi ve saçma olan ne yazık ki birkaç dakika sonra barbarca sahneler çıkartacaktır ortaya. Bugünlerde, fotoğraf fotoğraf gördük de...
Sosyolog, yazar Nurseli Yeşim Sünbüloğlu'yla "Erkek Millet, Asker Millet" adlı derlemesine binaen yaşadığımız bu dönemi, buraya özgün bir milliyetçilikten bahsedip, bahsedemeyeceğimizi, asker cenazelerinde değişen söylemi ve tarafların kullandığı "şehitlik" tanımlamasını konuştuk.
Bize has milliyetçilik
Bir kaçay içerisinde oldu bunlar. Sultanahmet’te Çinli sanıldıklarıiçin Koreli turistlere saldırıldı. İrlandalıturistin başına gelenleri izledik. Yine Samsun’da PKK’li olduğu düşünüldüğüiçin rehin alınan Suriyeli sığınmacıya yapılanlar var. Kürde benziyor diye dövülen biri oldu. Bölgeye giden otobüsler taşlanıyor, HDP binalarına alelacele tırmanılarak bayraklar asılıyor. Buraya özgün bir milliyetçilik tanımıvar mı? Tanımın niteliği aşağıçekilmişolabilir mi? Yoksa milliyetçilik tam olarak böyle bir şey mi?
Milliyetçiliğin işleyiş mekanizması, biz ve öteki üzerine dayalıdır ve öteki genel olarak, muarız, düşman ya da bunların dereceleriyle görülür. Tabii ki de çok net düşman olmayabilir ama genel olarak 'biz homojen bir grup, belirli değerler etrafında birleşmiş ve karşımızdaki de bunun tam tersi değerlere sahip düşman' mantığından yürür.
Her ülkenin ya da her bölgenin milliyetçiliği aynı olmaz. Bizim buraya özgü bazı şeyler maalesef var. Bunun belli bir tarihi de var. Türk milliyetçiliği her dönem aynı şekilde ilerlemiyor. Aynı şekilde kendini göstermiyor. Popüler milliyetçilik alanında ya da devlet milliyetçiliği alanında değişiklikler hep oldu. Onlara bakmak lazım.
Koreli turistlerin fiziksel şiddet görmesi durumunda mesela Bahçeli'den beklenen şey bunu kınamasıydı. Biz Bahçeli'yi nerdeyse, zaman zaman dile getirildiği gibi, Ülkücüleri sokaktan aldı diye minnet duyma noktasındayız. Fakat kendisinin 'Çekik gözlüler zaten. Ayırt etmek mümkün olmamış olabilir' demesi, vasatın tanımıdır. Cehaletimizle övünüyoruz.
Bu neyi gösteriyor? Bir taraftan, bizim dışarıya ne kadar kapalı olduğumuzu ve dışarıyı öğrenmek de istemediğimizi. Bu kapalılık, Türk milliyetçiliğini besliyor. Dışarıya keskin bir sınır koymak ve bilmeye de çalışmamak.
Konya'da bir örnek var. Bir kişi üsteğmen olduğu sonradan anlaşılan biriyle tartışıyor ve bu kişinin PKK'li olduğunu söylüyor; birden bir güruh toplanıyor ve grubun elinden polis, üsteğmeni zor alıyor. Kimliği göstermesine rağmen, linç girişimden zor kurtuluyor. Mantık tamamen bir noktada askıya alınıyor.
PKK'li dediğiniz andan itibaren, birden bire bir grup toplamanız, sonunu hiç düşünmeyeceğiniz bir şeye atılmanız mümkün oluyor. Neden oluyor? Buraya özgü kısmı, Tanıl Bora'nın söylediği Türkiye'deki linç rejimi. Tanıl Bora, özellikle 2000'lerin başından itibaren bunun daha olağan bir hale geldiğini söylüyor. Bunun bir kısmı, silahlı çatışma ve Kürt meselesiyle ilgili. Tanıl Bora şunun önemli olduğunu söylüyor. Fitili ateşledikleri anda, etraflarında buldukları bir güruh var. Ortam hazır. Bu ortamın hazır oluşu, tedirgin edici bir durum.
Linç rejiminde, karşı tarafa hiç hayat hakkı tanınmıyor. Canını alınca rahatlayabileceğimiz, içimizden o şeyi attığımız zaman, kendi kimliğimizin sınırlarını konsolide ettiğimizi hissettiğimiz bir duruma geliyor. Ve üstelik sadece Kürtler değil bunu yaşayan. Trans bireyler, Romanlar linç girişimi tehdidi altında olan bireyler. Milliyetçiliğin, linç rejimi üzerinden bize has bir tarafı var.
“Paramiliter potansiyel”
Barışdönemi boyunca, yüzleşme ve hakikat komisyonlarıdışında toplumdaki milliyetçi, militarist damar için de bir şey yapılmadı. Bir içsavaşçıkarma tehdidini saklıtutmak için, PKK’nin bırakmadığısilaha karşılık bu da kenarda bekletilen bir savaşaracıdeğil mi?
Paramiliter potansiyelden bahsedebiliriz. Sadece AKP değil, birçok sağ iktidar, bu gücün orada olmasından memnuniyet duymuştur. Çünkü herhangi gruba karşı, her an hazır bulundurabileceğiniz, küçük bir kıvılcımla harekete geçirebileceğiniz bir güruh var ve oradan da meşruiyet devşirmek meselesi var.
Erdoğan bunu birçok kez dillendirdi. Dolapdere'de Kürtlere silah çekilme meselesi vardı. "Benim esnafım kendisine bir şey geldiğinde böyle yapacaktır" gibi bir mantıkla gittiğinizde siz aslında şunu söylemiş oluyorsunuz: Bu halkın tepkisi. Bu halkın meşru tepkisi. Dolayısıyla, sizin lince uğrattığınız herkes, halkın dışında olarak tanımlanıyor bir defa. Bir türlü halkın içine almak mümkün olmuyor zaten o insanları. Romanlar olabilir, trans bireyler olabilir, Kürtler olabilir vs... İktidar olarak, meşruiyet devşirme gücünüz varsa, onu tabii ki de potansiyelde tutmak istersiniz.
“Akiller çalışmaya devam etmeliydi”
“Akil İnsanlar”neler yapabilirdi?
Akil insanlar -her ne kadar isim seçiminde sıkıntılar olsa da- fikir olarak gayet iyi bir fikirdi. Biz biliyoruz ki bu topraklarda ciddi bir Kürt düşmanlığı var ve siz eğer PKK'yle barış yapacağım diye ortaya çıkıp bir çözüm süreci öneriyorsanız, buradaki milliyetçi tepkiyi yok sayamazsınız. Şöyle bir şeyin olmasını beklerdik: Akil insanlar toplantılarına devam edecekler, bu toplantılarda bahsettiğim milliyetçi tepkiler en azından dillendirilme fırsatı bulacak. Böylelikle akil insanlar, tepkilerini dile getiren insanlarla barış sürecini yürütenler arasında hiç değilse köprü vazifesi görecek.
Böyle işlemediğini gördük. Buradaki amacın, halkı sadece bu süreçte sessiz bırakma, oradan tepki gelmemesini sağlama aracı olarak kullanıldığını gördük ama öyle olmak zorunda değildi.
Yine Hakikat ve Yüzleşme Komisyonları da başka bir açıdan çok önemliydi. Türkiye'nin 1915'ten başlayarak, Ermenilere ne olduğundan başlayarak, yani ne yaptığımızdan daha doğrusu, 90'lar boyunca, 80'lerin ikinci yarısından biraz daha önce Kürtlere ne olduğunu herkesin duyması gerek. Bu yüzden de bu komisyonlar bağımsız ve şeffaf çalışan komisyonlar olmak zorunda. Yani iktidarın baskısı altında kalmayacaklarına dair bir güvenceleri olması gerekiyor. Bütün yaşananların en azından ortaya çıkması gerekiyor.
Böyle bir süreç hem Türk milliyetçilerini geçmişle yüzleştirmek için önemli bir işlev görebilir. Biz bir barış yapacaksak eğer bu 90'lar boyunca yaşanan şeylere gözümüzü kapatarak yapabileceğimiz bir şey değil kesinlikle. Bunlar konuşulacak. Evet, eskisine nazaran çok daha fazla insan biliyor. Kesinlikle. Fakat daha da bilinir olmak zorunda.
“Birinin boşa ölmediğini anlatmak için ‘şehit’ dışında kelime bilmiyoruz”
Bakıldığında taraflar arasında benzer bir şehitlik payesi var. Anti militarist düşüncenin sorguladığısöylemler dahilinde aynıpota içerisinde tutulabilirler mi?
Türklerin şehitleri, Kürtlerin şehitleri ve aynı potadalar mı mevzusu, ezen ulusların milliyetçiliği, ezilen ulusların milliyetçiliği meselesine dayanır. Şah hangisi, ehvendir ya da işte haklı mıdır, haksız mıdır meselesine dayanır. Özellikle HDP kendisini bu dar Kürt milliyetçiliği tanımından çıkarmışken, böyle bir projeyken, böyle bir vaadi varken, bunu tam bu şekilde ikiye ayırarak konuşmanın çok da anlamlı olmayabileceğini düşünüyorum.
Bence meselenin biraz da özüne gelmemiz lazım. Şehitliğin neden bu kadar yaygın bir kullanım alanı olduğu üzerine düşünmemiz gerekir. Bazı örnekler var.
Mesela, Serdar Değirmencioğlu’nun derlemesi olan “Öl Dediler Öldüm”de bahsedilen. Bu tanımlamayı, sol örgütler kullanıyorlar, Türk-Kürt milliyetçileri zaten kullanıyorlar. Mesela futbol şehidi diye bir şey kullanılıyor. Samsunspor deplasmana giderken trafik kazası geçiriyor. Burada ölen futbolculara, futbol şehidi deniliyor. Sonra Soma’da ölen madencilere şehitlik verilme meselesi. Nitekim verilmiş de. Sivil şehit sayılıyorlar artık.
Fakat işte vaat edilen, o şehitliğin getirdiği bir takım sosyal haklar var, onlardan faydalanamamışlar. Mevzu şehitliğin nasıl kullanıldığı. Hangi grup tarafından, neyi anlatmak için kullanıldığı. Mesela iktidarın bu Soma örneğinde kullanımı, çok açık bir şekilde, oradaki ölümü kutsallaştırarak üzerini örtmek ve sorgulanmasını önlemeye çalışmak.
Ve daha ilgi çekici bir şey var. Gezi Olayları sırasında, o direniş sırasında ölen insanlara da Gezi şehitleri demek. Dolayısıyla, bu tanımlamayı çeşitli iktidarlar kullanıyor ve iktidara muhalefet olan gruplarda aynı şekilde kullanıyorlar.
Bu şu demek, bizim, ölümü anlamlandırmak için, söz dağarcığımız eksik. Yani biz bir ölümü, boşa gitmediğini anlatmak için, şehitten başka bir kelime bilmiyoruz. Şehitten başka bir tanımlama bilmiyoruz. Halbuki böyle bir kelimenin arayışına girmemiz gerekiyor. Böyle bir tanımlamanın arayışına girmemiz gerekiyor. Şehit demesek dahi, bazı ölümlerin işte belirli bir amaç uğruna yapıldığını, hakkını verebiliyor olmamız lazım ya da mesela trajik bir ölümün, çok trajik olduğunun şehit demeden kabulünü yapabiliyor olmamız lazım.
“Milliyetçilik, anneler üzerinden meşruiyet yaratmaya çalışır”
Şehit olmak istiyorum diyen bir bakan, ne mutlu onlara diyen bir cumhurbaşkanıve yakın zamanda Emine Erdoğan’ın sözleri. Bunlara rağmen, asker cenazelerinde alışılmışın dışında şeyler duyduk. Tüm öğrenilmişkutsallara ve aşılmasıimkansız gözüken “asker millete”rağmen birden nasıl oldu bu?
Doğru. Şehit cenazelerinde şu aralar gördüğümüz tepkileri ilk defa görüyoruz. Çok müthiş bir şey midir? Evet, bir açıdan. Çünkü ilk defa bu tepkileri görüyoruz.
Cumartesi Anneleri için Meltem Ahıska söyler. Milliyetçilik, anneler üzerinden meşruiyet yaratmaya çalışır. Annelerin evlatlarını feda etmesi üzerinden. Halbuki Cumartesi Anneleri gene o anneliği kullanarak, o söylemi tam tersine çevirirler. Kuvvetli olan kısmı da budur. Bu önemli.
Dolayısıyla aynı mantıkla, çocuğunu kaybetmiş annelerin, yani şehit annesi denilen annelerin buradaki tepkileri çok önemli. Bütün bir milliyetçilik reaksiyonunun ortadan kaybolduğunu varsaymıyoruz kesinlikle. Bu birden bire ortaya çıkmadı. Bunun alt yapısında bazı yapısal değişiklikler var ve bu yapısal değişikliklerden kaynaklanan bir çözülme, gevşeme ve artık askeriyeyi ve askeri pratiklerini biraz daha açıkça sorgulayabilme olma hali var toplumda.
Çok hızlı bakarsak, askeriyenin itibar kaybının yaşandığı ilk büyük bir mesele olarak Ergenekon, Balyoz davaları var. İlk defa askerin siyasette rolünün biraz daha açık tartışılmaya başlandığı şeylerdir bunlar. Haklıdır, haksızdır ya da sonucundan bağımsız olarak söylüyorum bunu, yani davanın kendisinden bahsediyorum. Onun dışında 2011'de, sözleşmeli er kontenjanı açıldı. Fakat bunun sadece yüzde 15'inin dolduğu görüldü.
Dolayısıyla toplum nezdinde makbul bir şey olmadığı çok açık bir şekilde ortaya çıktı. Bedelli askerlik tartışmaları oldu. 2012'de biz gördük ki, 500 bine yakın asker kaçağı varmış. Bu önemli bir rakam. İşte mesela ne oldu? Milli güvenlik dersi kaldırıldı, aynı dönemde Roboski oldu. Bu çok kritik bir noktaydı. İlerde bunu bence daha fazla konuşacağız. Aynı zamanda askerin, AKP ile tekrar birleştiği bir noktadır Roboski. Böyle bir sembolik önemi vardır.
Ve sonra ne oldu? 2011'de Asker Hakları İnisiyatifi diye bir inisiyatif kuruldu. Zorunlu askerlerin başvuruları üzerine, askerken karşılaştıkları kötü muamele vakalarının dökümünü yapmaya başladılar ve 2012 yılında bunu mecliste rapor olarak sundular. Bu şu demek: İlk defa biz askerliği artık, Türk kültürünün doğal bir uzantısı olarak görmenin dışında, devletle birey arasında bir sözleşme ve hak üzerinden okumaya başladık ve dolayısıyla belli bir kırılma noktaları zaten vardı, bu şehit cenazelerinde tepkiye gelene kadar.
“İktidarın savaşı sürdüreceğim deme şansı yok”
Bu yaşadığımız günler nereye varabilir?
Siz iktidar olarak, ben barış yapacağım deyip, ondan sonra bunu istediğiniz zaman geriye çekemezsiniz. Bu bir şalter değil. Eğer ileri sürdüğünüz söylemin, pratiğin toplumda bir karşılığı varsa, toplum bunun çok acil çözülmesini istiyorsa, o artık sadece sizin yürüttüğünüz bir süreç değildir.
O toplumun sürecidir ve bakın PKK'nin ateşiyle öldürülen doktorun da kardeşinin söylediği, “Bu artık dursun.” Çok açık bir şekilde, halk ve üstelik de canı yanan bir halk, sürece dört elle sahip çıkıyor. Bu artık iktidarın elinden çıkmıştır.
İktidarın ben savaşı devam ettireceğim deme gibi bir şansı yoktur. Bu savaş halini biraz daha zorla sürdürebilir fakat çok daha fazla sürdüremez. 90'lara döndürmek gibi bir şey söz konusu değildir. (FG/EKN)
* Fotoğraf: İsmail Şen / AA