Modern dönemlerde, halklar uluslara dönüşürken kendi yaptıkları yasaya boyun eğmek, temsilcileri aracılığıyla parlamentoları işletmek suretiyle bugünün ulus-devletlerini kurdular. Devlet ortak noktanın, birlikteliğin odağı olarak yaratıldı. Halklar kendinden kaynağını alan, herhangi bir dışarıya referans vermeyen –ya da iddiası bu olan- hukuk etrafında birlikte yaşarken, bu hukukun kişiler eliyle değil de kurumlar eliyle işletilmesi için de çaba sarf ettiler.
Bugün krize giren devlet ve hukuk sistemimiz, başından itibaren sancılı süreçlerden geçse de, kişiselliğe bağlı hale gelmemeyi az çok başarabilen bir dizgenin artık işlemediğini gösteriyor. Bu nedenle Türkiye’de yaşayanların, bu coğrafyada var olan halkların bir aradalığını artık hukuk sistemiyle anlamak mümkün değil.
Yasalar, meşruluğunu kaybederken hukuk kavramı da devlet kavramı gibi “bizim” olmaktan, bizim için olmaktan uzaklaştı. Bunu sokakta yürürken de hissediyoruz, en resmi alanlarda da…
Sorunların çözümünde yasanın değil de sopanın, konuşmanın değil de bağırmanın, uzlaşma değil de hizaya getirmenin, aslında tipik bir askeri düzenin işlediğini görüyoruz. Askeri düzen, asgari müşterekleri tutturamadığımız ölçüde devam edecek.
Bu durumu belki yeni bir anayasa ile aşmak mümkün olabilirdi ancak demokratik siyaseti işletemeyen bir ülkenin anayasa yazması mümkün değildi. Daha mecliste sıradan yasaların hazırlık süreçlerinde bile bu dizgeyi işletemeyip “biz yaptık oldu” mantığı aşılamamışken, kişi kültü kurumsal demokrasinin önüne geçmişken birey haklarını koruyan minimum bir anayasa hazırlamak da tam bir hayal.
Aslında bu topraklardaki insanları bir halka, oradan ulusa dönüştüren ortak noktanın yani siyasal birliği simgeleyen devletin, hiçbir zaman tam olarak herkesin olmadığı bilinen bir gerçek.
Kuruluş dönemlerinde Osmanlı’dan kopmak adına dinden arınmış bir Türkçülüğün hakim olduğu Kemalizm’in, sonrasında ondan öç alırcasına dinin hızlıca boca edildiği bir kapitalistleşme süreci içinde milli burjuvazinin, bu millilik damarının Soğuk Savaş atmosferiyle kabaran açık bir milliyetçi çizginin, en nihayetinde Türk-İslam sentezini tamamlayıp bunu bir milli güvenlik devletine bağlayan anayasanın hakimiyetindeki düzen, hep birilerine daha yakın oldu. Bu halkın ortak tanımı bir türlü kurulamadı.
Kısacası hegemonya, siyasal elitlerin çizgisine dönüşüm gösterdi. Bugün de yeniden “bir kişi”nin ve ona kutsal bir anlam atfeden bir ekibin kendi etrafında kurmaya çalıştığı yeni bir hukuk düzenine karşı, halkın kendi kuruculuğunu üretip üretemeyeceğine sıkışan bir krizdeyiz. Bu kriz, Türkiye’yi bir eşikte tutuyor. Temel hukuk kurallarının bile uygulanamadığı bir olağanüstü hal rejiminin yeniden tesisi mi, yoksa tabandan şekillenecek demokratik bir süreç mi hakim olacak?
Gezi, bu ikincisinin yönünde bir ortaklığın kurulabileceğine dair umutlar içeriyordu. Türkiye halkın kendi kaderini tayin etme, nasıl bir Türkiye istediğini ortaya koyma açışından 1970’lerden sonra ilk büyük girişimdi diyebiliriz.
Öncesinde temsilcilerin peşine istemeden de olsa takılan kalabalıklar, Gezi’de ilk kez göründüler. Ortak kullanım alanımızı ticarileştirmeye tepki, ortak olanımızın ne olduğu sorusunun da arayışıydı.
Tabii bu kurucu girişimleri, kalkışmaları daha önce defalarca yaşamış, yakın zamanda da irili ufaklı denemelerle yeniden kendilerini tanımlamaya çalışan Batılı halkların geçirdiği birkaç yüzyıllık deneyimin çok uzağında olduğumuz için buradan hemen bir sonuç almak mümkün değildi.
Belki bu denemelerin somutlaştığı seçimler, en can alıcısı 10 Ağustos olmak üzere, Gezi’nin mirasını ileriye taşıma adımlarını heba etti. Bu konuda bianet’e yazmıştım. Yine bir başka yazıda da devlet ve hukuk kavramlarının siyasal boyutunun artık daha belirgin olduğunu, özellikle 17-25 Aralık süreciyle siyasal mücadeleden bağımsız bir hukuk tasavvuru oluşturamayacağımız söylemiştim.
Şu andaki tablo da siyasal mücadelenin, toplumsal hareketler eliyle yeni bir kuruculuğa mı evrileceğini, yoksa siyasal tarihimizde sıkça gördüğümüz ara rejimlerin, teknokrat yapıların kendi sınıfsal bekaları için kuracakları yeni bir Türkiye’ye mi evrileceğimizi içeriyor.
Ortak alanlarımızın sermayeye açılmaması noktasında çevre ve kent hareketleri somut konularda insanları bir araya getiriyor. Daha geniş çerçevede Kürt siyasal hareketinin, farklılıklarıyla birlikte yeni bir Türkiye şekillendirme yönündeki öncülüğü, 7 Haziran seçimlerinde bir cevap buldu.
Bu cevaba direnç, halkın yönetemeyeceğini tersine sadece yönetilebileceğini temel alan devlet mantığından geldi. Devletleşen parti, 1940’ların mantığıyla, kendi düşünce dünyasını, medya işleyişini, düşünürlerini ve bürokrasisini kurarak halkın yükselen siyasal tavrına duvar çekti.
Yaşanacak ortak zeminin, kamunun, aslında herkes için değil bazıları için tanımlı olduğu, diğerlerinin bu tanıma boyun eğdiği sürece makbul olduğu bir mantık içerisinde Türkiye, “Biz kimiz” sorusunun cevabını arıyor.
Bu soruya bugüne kadar ırk, mezhep ya da güvenlik penceresinden verilen cevap(lar), minimum bir hukuk-devleti olmamızı engelledi. Yakın dönemde de iktidar partisi, bu coğrafyada yaşayanların mezhebine, kültürel geleneklerine, çalışma hayatlarına, hatta sahip oldukları çocuk sayısına kadar yürüttüğü kapsamlı bir ayrıştırma politikasını başarılı bir şekilde kendisine yontmayı başardı.
Doğası gereği farklılıklar üzerinden işleyen siyaseti, bu farklılıkların ancak istikrar potasına girerek yürütülebileceğini iddia eden, diğer bir deyişle, siyaseti siyasa boyutuna sıkıştıran yaklaşım bugüne kadar sandıkta başarılı olmuştu.
Sandığın sallandığı 7 Haziran’dan sonra, tipik bir 12 Eylül hukuku ürünü olarak güvenlik kartını oynayan -12 Mart 1971’de olduğu gibi- ve sallanan düzeni eski taktiklerle sağlamlaştırmaya çalışan iktidar, yasallık ile meşruluk arasındaki farkı iyice açtı.
Bugün artık yasal olan ama kitlelerce meşru görülmeyen eylemleri için, yasanın tüm soğukluyla işleyebileceği bir teknokrat bakış açısına döndü. “Gerekenlerin yapılması” mantığı, bunun nasıl kim için ve kim tarafından yapılacağı soru işaretlerini beraberinde getiriyor.
Farklı dönemlerde farklı grupları şeytanlaştıran düzen, bugün de işlemeye devam ediyor. Önce Türkiye vatandaşı Rumları, Ermenileri, sonra solcuları, sosyalistleri, daha sonra İslamcıları ve Kürtleri hedef tahtasına koyarak kendi sınırlarını güçlendiren devlet mantığı, bugün kurbanlarından birinin elinde daha da güçlenerek yola devam ediyor.
Ama her daim devlet kavramının onu kuran halklarının aleyhine güçlenmesi olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Bugün de “bir arada yaşamanın temel normları nedir” sorusuna geri dönerek ortak olanımızı yeniden tanımlayacağımız ya da bunu başaramayacağımız bir eşikteyiz.
“Yasa”nın, ortak bir yaşamı mı çizeceğini yoksa “yasak”lar eliyle hayatımızı dar mı edeceğini göreceğiz. Bugüne kadar olan hep kötü senaryoydu. 1 Kasım’dan sonra oluşacak görünüm, iyi’ye, iyi yaşam’a doğru dönüşebilecek mi; bunu ancak 7 Haziran’daki direnci öteye taşıyarak görebiliriz. (YY/YY)