Profesyonel yüksek irtifa dağcılarının mekkesi, birbirinden çekici tarihi eserleri ve doğal güzellikleri UNESCO Dünya Mirası listesinde yer bulan ve Buda’nın doğduğu yer başta olmak üzere Güney Asya dinlerine ait pek çok kutsal mekanı barındıran Nepal’in acıları kolay biteceğe benzemiyor.
Geçen ayki yıkıcı depremden yaklaşık iki hafta sonra 12 Mayıs Salı günü ikinci bir şiddetli sarsıntı ülkeyi vurdu. Başkent Katmandu’nun 76 km. kuzeydoğusunu vuran bu ikinci deprem ABD Jeolojik Araştırma Kurumu (USGS) ölçümlerine göre 7.3 büyüklüğündeydi. Şu ana kadar 200’ün üzerinde ölü ve 2500’in üzerinde yaralı olduğu bildiriliyor. Bu ikinci depremin birincisi ile aynı fay üzerinde yer aldığı yani bir artçı olduğu belirlendi. Bu kırıkta birikmiş olan enerjinin henüz tamamen boşalmadığı ve çok uzak olmayan bir tarihte yeni depremlerin beklendiği açıklandı.
Ama asıl felaketi yaratan 25 Nisan’da 7.8 büyüklüğündeki sarsıntı olmuştu. 8 binden fazla ölü, 20 bine yakın yaralı bıraktı geride. Sigorta grubu Aon Benfield’in Nisan 2015 Küresel Felaket Raporu’na göre yaklaşık 700 bin ev ve benzeri yapı hasara uğradı. Bu milyonlarca insanın evlerini terketmek zorunda kaldığı anlamına geliyor.
Hemen hatırlatalım ki depremlerin ölçeği logaritmik olarak ifade ediliyor. Bu da iki deprem arasındaki büyüklük karşılaştırmasının aritmetik bir çıkarma işleminden farklı hesaplanmasını gerektiriyor. Enerji salınımı olarak ifade etmek istersek 7.8 büyüklüğündeki ilk deprem 7.3 olan ikincisine göre yaklaşık 5 kat daha fazla enerji açığa çıkarmış durumda. Yani bu son deprem de 7’den büyük olması sebebiyle ‘majör’ depremler arasında sayılsa da gücü ilkinin sadece beşte biri oranındaydı.
Aşina olduğumuz bir deprem fotoğrafı
Nepal’den geride kalan üzücü deprem fotoğraflarından bir tanesi genç bir Nepalliyi yıkıntılar içindeki bir alandan çıkarken gözyaşlarına boğulmuş şekilde gösteriyordu. Depremler bölgesi Anadolu’da yaşayanların yakından tanıdığı bir görüntü. 2000’li yıllarda Van, Simav, Elazığ, Bingöl depremleri ve onlardan önce de İzmit ve Düzce’yi vuran 1999 yılındaki çifte deprem. Elindeki ekmeklerle evinin olduğu yıkık binanın önünde gözyaşlarını tutamayan yaşlı amcanın fotoğrafı 20 binden fazla kayıp verdiğimiz o depremden zihnimize kazınan görüntülerden.
Başkent Katmandu'nun—tıpkı İstanbul gibi—depremin geliyorum diye bağırdığı bir şehir olduğunu vurgulamak gerek. Üstelik son felaketten sadece bir hafta önce önde gelen deprem uzmanları tam da burada bir toplantı düzenlemişti. Ülkelerine döndükten hemen sonra yaşanan felaketi ve yıkımı gördüklerinde pek de şaşırmadıklarını verdikleri röportajlardan görüyoruz. Depremlerin kötü sonuçlarını azaltma odaklı çalışan Geohazards International adlı sivil toplum kuruluşunun 1998’den beri çalıştığı Nepal’le ilgili hazırladığı rapor Katmandu Vadisi’nin dünyada deprem sebebiyle ölüm riskinin en yüksek olduğu birkaç bölgeden biri olduğunu söylüyordu.
Ama hızlı kentleşme, kötü yapılaşma ve altyapı eksiklikleri ile yoğun nüfus gibi sorunların üzerine bir de siyasi istikrarsızlık ile boğuşan Nepal kaderini değiştiremedi. 50 milyon yıl önce başlayan bir süreç sonucu Avrasya levhası ile çarpışarak Himalayalar dediğimiz yükseltileri oluşturan Hindistan levhasının enerji yüklediği fay yine kırıldı. Artık biliniyor ki Hindistan levhası her sene yaklaşık 5 cm kuzeye ilerleyerek Avrasya levhasının altına doğru giriyor ve her iki levhanın deformasyonuna ve faylarda enerji birikimine yol açıyor. Bu biriken enerji de periyodik bir şekilde meydana gelen büyük depremlerle salınıyor. 20. yüzyılın sismoloji bilimi bize bu sarsıntıların dünyayı boynuzlarında tutan boğanın hareket etmesi ya da biz günahkarlara öfkelenen Tanrıların gazabı üzerine değil milyonlarca yıldır süregelen tektonik aktivitenin sonucu olduğunu öğretti.
Peki Nepal neden bu olacağı çok belli depreme karşı önlem alamadı?
Classquake ya da (alt)sınıfların sarsıntısı
Kişi başına düşen 700 dolar gelirle (2013 nominal GSYİH rakamına göre) depreme dayanıklı şehirler yapmak pek de kolay olmuyor diyerek başlayalım.
Sismologların görüş birliği içinde söyledikleri gibi deprem değil bina öldürüyor çünkü. Yıkıcı depremlerin toplumlar üzerindeki etkilerini daha iyi anlamak için ilk olarak 1976’da Phil O’Keefe vd. tarafından kullanılan bir terim var: ‘classquake’, yani ‘yer sarsıntısı’ değil de ‘(alt)sınıfların sarsıntısı’ anlamına gelecek şekilde depremin İngilizcesi olan ‘earthquake’ teriminden türetilen bir kelime. Terim depremlerin genelde yoksul bölgeleri ve alt sınıfların yaşadığı yerleri tahrip ettiğine vurgu yapıyor. Nepal özelinde antropolog Andrew Nelson’ın The Conversation adlı sitede 4 Mayıs tarihli yazısında işaret ettiği gibi asıl hasara uğrayan ve kayıp veren bölgeler kentin yoksullarının yaşadığı alanlar ile kırsal kesimde bulunan medyanın hiç görmediği ve göstermediği bölgeler. Yani ‘(alt)sınıfların sarsıntısı’ terimi hem aynı büyüklükte bir depremin neden örneğin Amerika ve Japonya’da çok az hasar yaratırken Haiti, Pakistan, ve Nepal gibi yoksul ülkelerde büyük kayıplara yol açtığını açıklarken hem de Nepal içinde en büyük kayıpları neden alt sınıflara ait mahallelerin ve kırsal alanların verdiğini ortaya koymuş oluyor.
Nepal dünyanın en yoksul ülkelerinden. BM’nin En Az Gelişmiş Ülkeler listesinde sondan 18. sırada. Diğer önemli bir gösterge olan İnsani Gelişmişlik Endeksinde ise 187 ülke arasında 145. sırada. Deprem ile gelen ekonomik kayıpları çok büyük. Yine Aon Benfield’in analizine göre bu depremde GSYİH’sının tahminen yüzde 25’i kadar bir hasar/kayıp oluştu. Yani Nepal en az 10 yıl geriye gitti. Nepal ordusunun bu depremde yardım için kullanılabilecek büyüklükte sadece bir helikopteri var diyerek ekonomik yoksunluk portresini vurucu bir örnekle tamamlayalım.
Nepal aynı zamanda siyasal istikrarsızlık ile boğuşan bir ülke. 1996’da başlayan on yıllık iç savaş sonucu krallık kaldırılıp rejim bir cumhuriyete dönüştü ama bunu başaran Maocu Nepal Komünist Partisi ile diğer gruplar arasındaki mücadeleler siyaseti tam anlamıyla kilitlemiş durumda. Kısır bir anayasa yazım sürecindeki Nepal Meclisi’nin idaresindeki ülke yönetsel çekişmelerden başını kaldırıp imar kanunlarını, inşaat düzenlemelerini ve kentsel hizmetleri depreme uygun olarak düzenleyebilmiş değil. Dolayısı ile bu depremin şiddetinin büyük olmasındaki en önemli iki etkenin yoksulluk ve siyasal/kurumsal istikrarsızlık olduğunu söylemek gerekir.
Nepalliler zaten her yerde gözyaşları içinde
Deprem sonucunda ekonominin en hızlı gelişen bölümü olan ve GSYİH’nın yaklaşık yüzde 10’unu oluşturan turizm sektörü büyük bir darbe aldı. Pek çok turistin ziyaret ettiği UNESCO Dünya Mirası listesindeki yedi alandan dördü büyük hasar almış durumda. Asıl darbe ise Everest ekonomisine geldi. Dünyanın en yüksek noktası olan bu dağda oluşan çığ 19 dağcıyı öldürdü ve deprem günü Everest’in tarihindeki en ölümcül gün oldu.
Bu ünlü Himalaya zirvesi çevresinde yaşamakta olan Şerpalar için önemli bir geçim ve zenginlik kaynağı olmuş durumda. Fakat zirveye çıkan dağcılara tüm 20. yüzyıl boyunca eşlik eden bu doğu Nepalli etnik grup sürekli büyük bir risk altında çalışıyor. Bugüne kadar Everest’te ölen 280 dağcının 103 tanesi Nepal vatandaşı, çoğu da Şerpa. Yani Batılı dağcılar Everest’e tırmanarak kendilerine ün ve prestij sağlarken işin asıl yükünü Şerpalar çekiyor. Yaptıkları işler arasında her sezon başlangıcında riskli tırmanışlardaki sabit ipleri yerleştirmek, müşterilerin malzemesini, yiyeceğini, çadırlarını, oksijenini taşımak gibi şeyler var. Ama her biri Everest’e yirmi-otuz kez tırmanmış olmalarına rağmen ünlü ticari markaların reklamlarına çıkanlar tabii ki Şerpalar olmuyor.
Özellikle 2000’li yıllardan sonra iyice popülerleşen ve eski ciddi dağcıların da dehşetle gözlemlediği ve eleştirdiği gibi Everest ‘çoluk-çocuk’ herkesin eğlence mekanı olmuş durumda ve varlıklı her maceraperest zirveye tırmanmaya geliyor. Bu da Şerpaların yaptığı işin riskini de iyice artırıyor.
Daha 2014’te 16 Şerpa bir çığda yaşamını yitirdi ve Everest sezonu erken kapandı. Dağcılık yazarı Grayson Schaffer‘ın 2013’te kaleme aldığı ‘Disposable Man’ [Tek Kullanımlık İnsan] adlı makale Şerpaların yaptığı işin ne kadar ölümcül olduğunu ortaya koyuyor. Buna göre 2000 yılından bu yana dünyada en riskli meslek Himalaya Şerpalarınınki ve madencilik, ticari balıkçılık, Irak’ta askerlik gibi diğer tehlikeli kariyerlere göre ölüm oranı en az 10 kat daha yüksek bir iş söz konusu. Tabii ki Şerpaların bundan yakınma şansları pek yok ve 2014’teki gibi kitlesel ölümler sonrası protestolara başvursalar da sorulduğu zaman müşterileri kendilerinin davet ettiğini ve geniş ailelerini geçindirmek için başka şanslarının da olmadığını söylüyorlar.
Göçmen işçilerden para gelecek ama…
Nepal ekonomisini döndüren sadece Himalayalar değil. En büyük sektör tabii ki tarım ama yurtdışında çeşitli ülkelerde çalışan sayıları 2.5 milyonu geçmiş Nepalli göçmen işçiler ekonomiye GSYİH’nın yaklaşık yüzde 20’si oranında bir katkı yapıyorlar. Çoğu da Körfez emirliklerinin iştahı doyurulamayan ve insanın doğayla savaşında artık absürt denilebilecek boyutlara ulaşmış kentleşen ekonomilerinin inşaat sektörlerinde çalışıyor.
Nepalli göçmen işçiler de sürekli ölüyorlar. En çok gündeme gelenler 2022 Dünya Kupasını düzenleyecek olan Katar’daki stat ve çeşitli spor kompleksleri inşaatlarında çalışanlar. 2014’te Katar’da her iki günde bir Nepalli işçi hayatını kaybediyordu. (Eğer Hindistan, Sri Lanka ve Bangladeş’ten gelen işçileri de eklerseniz sayı günde bir ölüme yükseliyor.) Göçmen işçiler inanılmaz zor şartlarda iş görüyor. Yaklaşık 50 0C’ye çıkan sıcaklıklarda kefalet sistemi denen ve işçinin her türlü hakkını patronun eline veren bir kölelik sisteminde çalışıyorlar.
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 2013 Göçmen İşçiler Raporu’na göre Nepal’de çalışan bir işçi haftada ortalama 39 saat çalışırken yurtdışındaki Nepalli bir göçmen işçi haftada ortalama 52 saat çalışmış. Yedi gün boyunca gece gündüz çalışmaya yakın bir açık hava hapishanesi ortamından bahsediyoruz. Kefalet sistemi taşeronluk ve göçmenliğin en kötü taraflarının iç içe geçtiği ve işçilerin her türlü suistimale maruz kaldığı bir paryalık sistemi. Tüm bunların sonucu olarak 2010’dan beri son dört yılda ölen Nepalli göçmen işçilerin yıllık toplam sayısı sırasıyla 418, 549, 646 ve 726.
Göçmen işçilerin gönderdikleri paralar Nepal’deki akrabalarına ve ekonominin geneline çok önemli katkılar sağlasa da depremin yol açtığı sorunlar ailelerin artarak paramparça olmaya devam etmesini engellemeyecek. Çünkü evsizlik ve yoksulluk göçmenliği asıl tetikleyen ve ailelerin dağılmasına neden olan şey. Ve göçmen işçiliğin bir tarafı da insan kaçakçılığına çıkıyor.
Bu konuda işin en kötü yanını söyleyip geçelim: Halihazırda Nepal’den her sene yaklaşık 5 ve 10 bin arası kadın ve genç kadın seks endüstrisinde kullanılmak üzere Hindistan’a kaçırılıyor. Depremle iyice kırılgan hale gelen çeşitli toplumsal gruplar ve yoksul ailelerin insan kaçakçılarının en kolay hedefi olacağı aşikar. Deprem sonrası Nepalli otoritelerin en çok endişe ettiği konu bu kaçakçılığın çok yüksek boyutlara ulaşması.
Kurt puslu havayı sever
Neyse ki bunca zorluk ve acı içindeki Nepal’e yardımlar çok hızlı biçimde aktı. Güçlü ve prestijli komşular Hindistan ve Çin bu konuda başı çekti. Lakin ne yazık ki yardımları belirleyen şey Nepal’in yaşadığı yıkım ve ihtiyaçlarından çok siyasi durumu ve bu güçlü komşularıyla olan ilişkileri. Bölgeyi ilgilendiren siyasi meseleler dış yardımlara da yansıyor.
Son dönemde ilişkilerin giderek arttığı ve geçen sene Hindistan’ı geride bırakarak Nepal’deki en büyük yabancı yatırımcı haline gelen Çin 3.3 milyon dolarlık yardım vaat etti. Yiyecek, ilaç, her türlü acil yardım malzemesi ve kurtarma ekiplerinden oluşan bir paketi Nepal’in kullanımına sundu. Tabii Çin’in gücünü komşularının yararına kullanan gelişmiş bir ülke olarak görünmek istemesi doğal. Son dönemde Nepal dahil çevre ülkelerde açtıkları Konfüçyüs Enstitüleri ile Çince öğreterek zaten kültürel bir nüfuz elde etmiş durumdalar. Ayrıca Nepal’de aldıkları bir hidrolik santral ihalesi var ve de sekiz şeritli bir otoyol yapıyorlar. Nepal’e yaptıkları ihracat da 2010 ile 2013 arası yüzde 67 oranında büyümüş durumda. Prestij dışındaki beklentileri ise bağımsızlık yanlısı Tibetlilere karşı yürüttükleri mücadelede Nepal’den aldıkları destek. Nepal, Çin aleyhtarı Tibetli isyancıları takip etme konusunda Çin istihbaratına istediği şekilde destek veriyor ve yakaladığı Tibetlileri Çinli yetkililere teslim ediyor. Ayrıca Nepal tüm ülkelerden yardım kabul etmesine rağmen Tayvan’ın yardım önerisini askıya aldı ve bekletiyor. Bu da Tayvan’ı resmi olarak tanımayan Çin’e yapılmış bir jest olarak görülüyor.
Hindistan ise tarihsel olarak güçlü ilişkilerinin olduğu Nepal’de Çin’e karşı kaybettiği alanı geri kazanmak için çok hırslı bir yardım kampanyası düzenledi. Nepal’e ilk ulaşan Hint ekibi oldu ve 4 saatlik kısa bir sürede 280 kişilik bir takımla deprem kurtarma çalışmalarına katıldılar. Geçen Ağustos’ta Hindistan Başbakanı’nın önerdiği 1 milyar dolarlık kredinin de gösterdiği üzere Hindistan ilişkilerini tekrar eski seviyelere çıkarmak istiyor. Fakat Hindistan medyasının bu yardım kampanyasını tam bir şova dönüştürdüğünü fark eden Nepalliler birkaç gün içinde isyan bayrağını açtılar. 3 Mayıs’ta #GoHomeIndianMedia (Hindistan medyası evine dön!) hashtag’i Twitter’da dünya çapında üst sıralarda yer aldı. Deprem diplomasisi ve yardımların siyasi, kültürel şova dönüşmesi her yerde yaşanan bir olgu ama felakete uğramış acılı insanların gözünde dünyanın adaletsizliğine dair yeni bir kanıt olmaktan başka bir işe de yaramıyorlar.
Düşene bir tekme de…
Böyle felaket anlarında bir de ‘düşene bir tekme de sen vur’cular kervanı oluşuyor. Özellikle deprem sonrasında yakınlarına iyi olduklarını haber vermek için atılan tweet’lerden bölgede misyonerlik faaliyeti ile uğraşan pek çok gönüllünün Nepal’de bulunduğu ortaya çıktı.
shankhnaad.net adlı websitesinde yazan Rahul Priyadarshi tarafından bir araya getirilen tweet’ler depremin misyonerlik faaliyetlerini artırmak için bir fırsat olarak görüldüğünü açıkça gösteriyor ve Nepallilere İsa’nın yoluna dönmeleri konusunda çağrılar yapılıyor.
Kendi başına vaazlar da veren Tony Miano adlı Amerikalı Protestan din adamının ‘Yıkılan pagan tapınaklarınızı yeniden inşa etmeyin!’ diye bir tweet atması ve Nepallilerin başlarına gelen depremin tanrıtanımazlıkları yüzünden olduğunu ima etmesi adeta her felakette ‘Neden Tanrıların gazabına uğradık?’ diye soran modern öncesi toplumlardan pek de öteye yol almadığımızı ispat ediyordu.
Bu bağlamda benzer bir çıkış da Türkiye’de Leman Sam’dan geldi. Hayvansever olarak bilinen ve Türkiye’de Kurban Bayramı sırasındaki kontrolsüz hayvan kesimlerine karşı tepkisini dile getirmesi sonrası kamuoyunda bir süre tartışılan sanatçı Sam bu kez de Nepal’in Gadhimai festivalinde yaşanan hayvan katliamı ile Nepallilerin depremde çektikleri acılar arasında nedensellik ilişkisi kurdu. Bilindiği üzere Nepal nüfusunun yüzde 80’i Hindu ve her beş yılda bir Nepal’de bir araya gelen Hintli ve Nepalli Hindular Gadhimai tanrıçasına adanmak üzere iki gün boyunca on binlerce hayvanı dinsel ritüellerinin bir parçası olarak vahşice katlediyorlar. Pek çok sivil toplum kuruluşunun tepkisini çeken bu olayı engellemek için uluslararası çabalar yürütülüyor. Leman Sam ise aldığı tepkiler sonrası attığı tweet’in kastını aştığını belirtmek üzere verdiği röportajda kendisinin kamuoyunda farz edilenin aksine inançlı biri olduğunu, ilahi adalete inandığını ve bu tür nedensellikleri zaman zaman kurduğunu belirtmiş.
Pek çok gelişmiş ülkenin ekonomisinin önemli bir kısmını oluşturan hayvancılığı ve hayvan kesimini Türkiye’de, Nepal’de o da ortalıkta ve vahşice yapılması dolayısıyla eleştirmek, perde arkasında kapalı mezbahalarda ‘hijyenik’ ortamlarda katledilen milyonlarca hayvanı yok saymak da bizim gibi modern toplum bireylerine özgü bir körlük olsa gerek. Yaşanan acıların arkasında ilahi adalet aramak ise ilk başta masum ve şu dünyada maruz kaldığımız her türden rezilliği anlamlandıracak insani bir savunma mekanizması olarak görünebilir. Ama böyle bir mekanizma bir kez çalıştırılmaya başlanıp kimin Tanrısının daha iyi ilahi adalet sağladığı tartışılmaya başlanırsa galiba insanlığımızı yüceltmiş değil aksine bir parça yitirmiş oluruz.
İlahi adalete odaklanmak yerine hayvan katliamlarının da depremde büyük yıkımlara maruz kalmanın da asıl sebebi olan yoksulluğu ve eğitimsizliği ortadan kaldıracak çabalara destek vermemiz daha hayırlı olabilir. Hayvanlara duyarlı olmak çok asil bir davranış ama dünyadaki canlı ve cansız tüm ekosistemi aynı kaderin parçası görmeyen romantik bir insansevmez bakışın hiç kimseye faydası yok.
Peki sen nereye İstanbul?
Nepal’deki depreme dair yukarıda anlatılanlar ile Türkiye’nin ekonomik ve kültürel başkentinin kaderi arasında o kadar benzerlikler var ki, sanırım yakın zamanda büyük bir depremin beklendiği İstanbul’a deprem bağlamında nereye doğru gittiğini sormak bugün daha çok hakkımız.
Bilindiği gibi son derece aktif bir kırık olan Kuzey Anadolu Fay Hattı İstanbul’un hemen güneyinden geçiyor ve 2000 yılında yapılan bir çalışmada 2030’a kadar majör bir deprem (7.0’den büyük) yaşanması yüzde 60’dan yüksek bir olasılık olarak gösterilmişti.
Hideo Aochi ve Thomas Ulrich tarafından 2015’te yeni yayınlanan bir makale ise bunu teyit ederek 7.0 üzerinde bir deprem olasılığının ‘yüksek’ olduğunu söylüyor. Nepal’de yaşananlar sonrası Time dergisinde Justin Worland tarafından kaleme alınan bir yazı dünyada bir sonraki büyük depremin beklendiği 3 kent olarak Tahran, Los Angeles ve İstanbul’u gösterdi.
Peki İstanbul kaderini değiştirmek için hazır mı?
Gezi Parkı direnişi sonrası kurulan kent örgütlerinden olan İstanbul Kent Savunması 17 Ağustos depreminin 15. yıldönümü öncesi yaptığı açıklamada İstanbul Büyükşehir Belediyesine bağlı Afet Koordinasyon Merkezi tarafından yapılan çalışmalar sonucu belirlenen 470 sığınma alanının 300’ünün yapılaşmaya açıldığını ve bir afet sonrası halkın toplanması için gerekli nitelikleri yitirdiğini açıkladı. Sadece İstanbul değil Türkiye’nin her yerinden gazete sayfalarına düşen haberler afet sığınma alanlarının teker teker özel ellere geçtiğini iddia ediyor.
Kısa adıyla Afet Yasası olarak bilinen 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun büyük oranda neoliberal bir kentsel dönüşümün yolunu açmak için kullanılıyor. Kentsel dönüşüm kapsamına girmek üzere binasını yenilemek için başvuranlar sadece rantı yüksek semtlerde müteahhitlerle anlaşma yapabilen bina sahipleri. Yani varlıklı mahallelerde yaşayanlar için binalarını yenileyip depreme dayanıklı hale getirmek piyasanın imkan verdiği ölçüde mümkün. Peki ya bu tür fiyat dinamiğini tutturamayan yoksul mahalleler ne olacak?
Belli ki İstanbul da yavaş yavaş bir (alt)sınıfların sarsıntısına (classquake) hazırlanıyor.
Siyaseten son derece derin bölünmelerin yaşandığı ve kışkırtıldığı bir Türkiye’de milyonları etkileyecek bir İstanbul depremi tıpkı Nepal’de olduğu gibi ekonomik, toplumsal ve kültürel bütün kırılganlıklarımızı ortaya saçacak. Bunun getireceği zayiat ve hasarlarla baş edebilmek için yeniden bir toplum olduğumuzu hatırlamamız gerekecek. Hatırlarsınız en son yaşanan Van Depreminde hiç de iyi bir sınav vermemiştik. Siyasi partilerin seçim bildirgelerine dair analizlerin popüler olduğu bugünlerde konuya bir de bu perspektiften bakmakta fayda var. Yoksa Nepal’de yıkıntıların arasında gözyaşları içinde gezinen gençten çok da farklı değil kaderimiz. (BT/ÇT)
* Fotoğraf: Sunil Pradhan, Anadolu Ajansı.