Ülke ve dünya gündemini internetten takip eden kullanıcıların fark etmiş olacağı üzere, son zamanlarda pek çok haber sitesinde haberler madde madde veriliyor. Aynı şekilde pek çok konu başlığı da okura listeler halinde sunuluyor. "Sadece Bilkentliller’in anlayabileceği yirmi şey", "Fenerbahçeli olmanın on şartı" türünden başlıklarla içerik üretimi oldukça yaygın, hatta sadece bu tür içeriklerle varlık gösteren web siteleri bile var.
Bu yazının amacı içeriğin neden maddeler halinde üretildiğini saptamak veya düz yazıyı listeye döndürme eğilimini eleştirmek değil. Hepimizin malumu: Internet kullanıcılarının düz yazı okumaya vakti veya sabrı yok. Internet ve özellikle sosyal medya birçok insanın haber okuma alışkanlıklarını değiştirdi. Çabuk tüketilen, içeriğiyle değil sesiyle, görüntüsüyle aklımızda kalan metinleri "tıklamak" hoşumuza gidiyor.
Dijitalleşme elbette yalnızca kullanıcıları etkilemedi. Haber yapma ve gazetecilik de bu durumdan kaçınılmaz olarak etkileniyor. Maddeleri bir araya getirerek “haber yapmak” çok daha pratik bir yöntem olarak görülüyor. Hem okur hem de yazar tarafından baktığımızda, maddeler halinde sunulan içeriğin çok dolu olmayacağı aşikar. Ne haberi yazan çok zaman harcamak istiyor ne de okuyan. Oluşturulan içeriğin son derece sınırlı olduğu ve okuyucunun metinle ilişkisinin göz gezdirmekten ibaret olduğu düşünülürse, bu tür metinlerin okuru bilgilendirme veya düşünmeye sevk etme gibi bir amacı olmadığı kolaylıkla saptanabilir. İletişimin üreten ve alıcı tarafı için maksat vakit geçirmek. Peki böylesi dar bir iletişim ortamında üretilen bir “yazı” ne kadar tehlikeli olabilir?
Radikal’in websitesinde, 29 Ağustos 1014'te yayımlanan “Japonlardan korkmamız için yirmi geçerli sebep” başlıklı yazı [1] kanaatimce böyle bir “yazı”nın tehlike oluşturabileceğini, hatta tek başına nefret suçu unsuru olabileceğini gösteriyor. Yazının içeriğini burada yinelemek istemiyorum, linke “tıklayarak” ulaşabilirsiniz! Benim için asıl soru şu: Bir kişi neden böyle bir şey yazma gereği duyar? Niye Japonlarla ilgili bir önyargı oluşturmaktan rahatsızlık duymaz, dahası böylesi bir önyargıyı nasıl olur da mizah unsuru olarak görebilir? Hele ki bir medya organı için içerik üretiyorsa, bu konuda neden bir hassasiyeti olmaz? Bu yazı neden haber değeri taşır, neden erişime açılır? Bu sorulara benim tek cevabım “nefret suçu ve söyleminin normalleşmesi” olacak.
Nefret suçu herhangi bir kişi veya gruba rengi, dini, cinsiyeti, etnik kökeni veya cinsel yönelimi nedeniyle duyulan düşmanlık sonucu işlenen suç olarak tanımlanıyor. Nefret suçları genellikle şiddet içeren suçlar ve kişinin mülküne de canına da zarar verme niteliği taşıyabiliyor [2]. Türkiye’de nefret suçlarına maalesef sıklıkla tanıklık ediyoruz. Trans cinayetleri ve kadın cinayetleri bunun en yaygın örnekleri. Aslında nefret suçları yeni değil ama kullanılan ifade yeni. Şimdiye kadar “namus cinayeti” olarak nitelendirilen kadın cinayetlerinin bir süredir “nefret cinayeti” adı altında anılması, trans bireylerin öldürülmesi karşısında “Bu bir nefret suçudur” haykırışlarının yükselmesi çok daha yeni ülkemizde. “İsmi değişti de ne oldu?” diye düşünenler olabilir.Cinayet hala cinayet, ölüm hala ölüm. Netice şimdilik değişmemiş olabilir ama “nefret suçu” ifadesini üstüne basa basa kullanmak bir zihniyet değişimine de işaret eder. Hem, nefret suçlarının ülkemizde bu kadar yaygın olması aslında “nefret söylemi”nin de yaygın olmasından kaynaklanmaz mı?
Nefret söylemi belirli bir grubu ya da kişiyi, ırk, cinsiyet, yaş, ulus, din ya da cinsel yönelim gibi konularda aşağılar veya tehdit eder tarzda konuşma olarak tanımlanıyor [3]. Suçtan farkı bence sadece sözlü olması. Türkiye aslında nefret söylemine de yabancı değil. “Bunlaaar!”, “Onlaaar!” diye başlayan her konuşma ile nefret dilimize çoktan egemen oldu.
Nefret suçunun işlendiği ayan beyan görülebilir ve ceza kanunları aklı selim hukukçularla bu nefret suçlarına uygun ve caydırıcı cezalar getirebilir (?). Peki, nefret söylemi nasıl kontrol edilecek? Nefret söyleminin insanların zihinlerinde sinsice yayıldığını söylemek pek yanlış olmaz. Ötekileştirme, marjinalleştirme, günah keçisi haline getirme ve etiketleme gibi yöntemlerle işletilen nefret söylemi insanların ölümüne yol açabilecek kadar tehlikeli.
Aslında, nefret söylemine son vermek için kişi kendisinden başlayabilir, bu konuda oto- sansür uygulayabilir zira kurumsal düzeyde henüz nefret suçlarını bile doğru düzgün bir şekilde cezalandıramadığımız veya rehabilite edemediğimiz bir ortamda nefret söyleminin kontrolünü kurumlardan beklemek çok hayali olabilir.
Bugün Türkiye’de RTÜK diye bir kurum var ve RTÜK Türk aile yapısı gibi muğlak bir kavramı korumayı hala birinci görevi sayıyor. Bu kurumun bu tür safsataları bırakacağı, kendi içinde bir devrim yaparak nefret söylemine eğileceği yok. Madem ki kurumsal olarak buna hazır değil Türkiye, hiç olmazsa bireysel adımların atılması gerekir. Medyada haber içeriklerinin üretiminde, düşünce özgürlüğünün, nefretini dillendirme özgürlüğü şeklinde anlaşılmaması için ciddi bir anlayışla hareket etmemiz gerekir. Neticede gündemi belirleyenler haberleri üretenler (yoksa ürettirilenler mi demeliydim?!).
Haberciler, gazeteciler ve kanaat önderleri belki özgür değiller, ama hassas olabilirler. Nefreti üretmekten sakınabilirler, yoksa birilerinin “Yirmi Adımdan Nefret Söyleminden Kurtulmanın Yolları” diye bir makale (!) mi yazması gerekecek? (HB/NV)