Ben 23 yıl sonra yediği patatese özleminden gözleri dolan birini tanıdım.
24 Nisan Ermeni Soykırımı anmaları için Ermenistan’ın başkenti Erivan’daki anıttayım. Sabahın erken saatlerinden beri, anıta ulaşmaya, insanlarla konuşmaya çalışmaktan ve fotoğraf çekmekten bitap düşmüş, tepedeki güneş sayesinde susuzluktan ölmüş haldeyim.
Öğleden sonra anıttan ayrılmaya karar veriyorum. Şans ya yine Erivan’da röportaj yaptığım bir heyete rastlıyorum. Beraber şehre iniyoruz.
Aralarında konuşuyorlar:
“Yüksel arkadaş geç kaldık.”
“Olsun yine de gideceğiz köye. Olmadı gece birde döneriz ama gideceğiz.”
Erivan’ın çeperindeki Ezidi köylerine gidecekler. Ben de bir daha nasıl göreceğim diyerek heyecanla aralarına katılıyorum.
Erivan’da 11 Kürt köyü var. Yolda inekler, koyunlar, dağlar, karlar, bulutlar görüyoruz.
Bildiğiniz köy. Ama işte şehirde yaşayınca…
Geldiğimiz yer Elegez, yaylaya kurulu bir Ezidi köyü. Köyün tarihi 1800'lerin sonundan başlıyor. Köyde 10 hane var. Kendilerini Ezidi olarak tanımlıyor, Kürtçe konuşuyor, hayvancılıkla geçiniyorlar. Köyün nüfusu 100'den az ama tam sayıyı öğrenemiyorum.
Evler tek katlı ve taştan yapılma. Yaylada olduğu için yaz çok geç geliyor Elegez'e. Soykırım Anıtı'nda nasıl terlediysem, burada da tir tir titriyorum. Ama tatlı bir titreme bu, temiz hava.
Hava soğuk ya bir köpekler kalmış dışarıda. Onlar da kim bu yabancılar diye durmadan havlıyor. Bir karabaş var, tek gözü kör. Çok azgın diye vurmuşlar gözünden, bana ürkek ürkek bakıyor.
Her köyün kendi okulu ve öğretmenleri var. Köy okulu tek katlı, müdürleri de Kürt. Devletin bu konuda "hassas" davrandığını, Kürt köylerindeki okullara Kürt öğretmenler atadığını öğreniyorum.
Okulda öğrenci sayısı 13, öğretmen sayısı ise 19. Öğretmenlerin onu Kürt, dokuzu Ermeni. Ermenistan'ın kötü ekonomisi ve işsizlik sebebiyle öğretmen sayıları bu kadar fazlaymış. Okulun duvarlarında tarihte tanınmış Ermenilerin, ölen askerlerin yanı sıra Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Serkisyan'ın bile fotoğrafı var. Bir duvar ise tarihte yaşamış Kürtlere ayrılmış. Musa Anter, Şeyh Said ilk göze çarpanlardan. Kürt köyü ya, okulda haftada iki saat de Kürtçe eğitim veriliyormuş.
Köy sınıra oldukça yakın. Karşısı Iğdır.
Heyetten Yüksel Koç anlatıyor:
“Burası Elegez, ta ötedeki dağın ardı da Elegez. Ama burası Ermenistan, orası Türkiye.”
Yüksel Koç Almanya, Bremen’de yaşıyor. Almanya Kürt Dernekleri Federasyonu Başkanı, buraya da Avrupa Barış ve Demokrasi Meclisi heyetiyle gelmiş. Daha önce röportaj yapmıştık ondan biliyorum.
Bilmediğim ise Iğdırlı olan Yüksel ağabey 23 yıldır Iğdır’a hiç bu kadar yaklaşamamış. “Sınırlar ne olacak ki, toprağım burası” diyor.
Yüksel ağabey sınırları o kadar tanımıyor ki bir “Iğdırlıyım”, bir “Karslıyım” bir “Ardahanlıyım” diyor.
“Ya Yüksel ağabey, her seferinde başka bir yer söylüyorsun” diyorum.
Anlatıyor “Ben Iğdır’dan ayrıldığımda Iğdır, Ardahan ve Kars birdi. Ondan onların hepsi benim memleketim.”
Yüksel Koç 23 yıl önce PKK davasından yargılanırken Almanya’ya iltica etmiş. O zamandan beri Türkiye’ye ayak basamamış. Avrupalı olmuş ama köyünü unutamamış.
Köyde geziyoruz, kuzu görse, köpek görse yanına koşuyor. Köy evlerinin içi ise onun için apayrı hatıra:
“Bak bu yataklar çok önemlidir. Kürt kadınlar bu yataklarıyla övünürler. Yataklar ne kadar çoksa misafir o kadar çok demektir. Gözleri gibi bakar kadınlar bunlara. Elleriyle örtü işlerler. Ama çocuklardan biri azıcık bozsun örtüyü, vah haline!”
Yüksel ağabey bildiğimiz yer yataklarını anlatıyor. Ama öyle bir anlatıyor ki sanki daha dün üstünde uyumuş, sanırsınız ki daha dün örtüyü bozmuş da annesi haşlamış. Öyle bir anlatıyor ki, “Almanya’da yatak yok mu” diye sorduruyor.
“Var ama böylesi yok.”
Yemek için masa hazırlanmaya başlıyor. Bir yardım edeyim kadınlara diye niyetleniyorum, Yüksel ağabey tutuyor bileğimden “Çek çek bak şunu da çek” diyor.
Fotoğrafını çekmemi istediği şey tezek sobası. Elleriyle tezeği avuçluyor, kırıp sobaya atıyor. Sonra da patatesleri yerleştirip anlatmaya başlıyor:
“Ben bu patatesi Almanya’da her şekilde pişirdim. Fırında, mikrodalga fırında hatta bahçede mangalda, kömür üstünde bile pişirdim. Ama hiç bizim oralarınki gibi olmadı. Tatsız tuzsuz. Bakın şimdi yiyin, nasıl şeker gibi patates.”
Patatesler piştiğinde biz çoktan yemeği bitirmiş keyif kısmına geçmiş oluyoruz. Ama Yüksel ağabey, bırakmıyor. İlla yiyeceğiz patatesleri.
Elleriyle bize verdiği patatesleri, avucuna alıyor, yuvarlıyor, kokluyor. Bir yandan da bizi kesiyor, yiyor muyuz diye. Sonra kabuğunu özenle soyup yemeye başlıyor. Ama öyle bir yiyor ki sanırsınız, hani eskilerin dediği gibi, patates değil anne sütü. Gözleri parlıyor. Kahkaha ata ata yiyor patatesi, çocuklar gibi gülüyor, yerinde duramıyor.
Yanımızda Nor Zartonk’dan Sayat Tekir var. Yüksel ağabey inatla takılıyor Sayat’a “Yesene başkan, sen neden yemiyorsun” diye. Oysa Sayat patatesini yiyor. Ama kahkaha atmıyor ya, hani Yüksel ağabey gibi tatmıyor ya…
Ben de patatesimi soyuyorum. Artık tezekten mi, yoksa Yüksel ağabeyin coşkusundan mı bilmem ama patates pek bir tatlı. O sırada odadan biri konuşuyor. “Yüksel arkadaş merak etme yakında senin de hasretin bitecek.”
Köye bakıyorum ve anlamıyorum. Burası Elegez, dağın ötesi yine Elegez. Dağın ötesindeki yataklarla berisindeki yataklar aynı. Tezekte pişen patates orada da aynı, burada da aynı. Aradan bir sınır geçiyor. Patatesler, yataklar, koyunlar, inekler o sınırı geçebiliyor ama Yüksel Koç geçemiyor. (EA)
* Bu seyahat, Hrant Dink Vakfı tarafından Civilitas Foundation işbirliği ile yürütülen Türkiye-Ermenistan Seyahat Fonu tarafından desteklenmiştir. Türkiye-Ermenistan Seyahat Fonu, Ermenistan-Türkiye Normalleşme Süreci Destek Programı kapsamında Avrupa Birliği tarafından finanse edilmektedir.