Gezi olayları ve R4bia…
Gündem bunlar ve başka haberlerle devinmekteyken, kamplaşmalar sadece iktidarla vücut bulan devlet eliyle değil, toplumda yaşayan bireyler ve gruplarla da yaşamını sürdürürken, yeni bir dil ve manevra alanının da varlığını tekrar gün yüzüne çıkarıyor.
Nilüfer Göle’nin ‘’meydan’’ ve ‘’sokak’’ hareketlerinin ikiliğine dikkat çekmesi, fikirlerin/ ideolojilerin topluluklar düzeyinde tek bir olaydan devşirilerek farklılaşması, meydan ve sokak aracılığı ile görünür olmasının meşruiyetini belgeleyecek yegane yerler değiller artık.
Taraf tutma ve tutum belirleme dinamikleri kendini sosyal medyada da göstermekte, bununla beraber ortodoks olarak düşünülebilecek meydanlarda ya da sokaklardaki pratikleri yeniden ele almaktadırlar.
Giddens (1991)’ın ‘’özgürleşmeci politikalar’’ olarak tanımladığı, birey ve grupları baskı altında tutan durumların, içinde bulunulan toplumda yer almamasını, ortadan kalkmasını öngören eylemler, ilk akla geldiği gibi Gezi olaylarında ya da Mısır’daki darbe karşıtı eylemlerde bulunan insanlarla sınırlamak yeterli olmayacaktır.
Sosyal medya da aynı zamanda kültürel ve siyasal okumaların da etnografisinin yapıldığı bir alan haline gelmektedir.
Bireyin ‘’öyküsel kimliği’’ni kendi sosyalizasyon süreçleri ile eklemlendirdiği ve dolayısıyla ‘’ben’’lerin öne çıktığı, her gün toplumsal ya da tekil eylemlerin birey tarafından yeniden icat edildiği bir alan olarak görünürlük kazanmaktadır.
Öte yandan, bu alan bize eski formüllerin geçerliliğini korumadığını da göstermektedir. Bunlardan en çarpıcı olanı ise, Türkiye’de gezi olaylarını ve Mısır’daki eylemleri destekleyenlerin birer tipolojisini çıkarmak içinde varlığını sürdürmekle beraber, nefret söylemlerinin tüm karakterizasyonunu içinde barındıran bu olaylar sırasında da sosyal medyada sıkça tekrarlanan ‘’laik’’ ve ‘’yobaz’’ stereotipleridir.
Burada, ‘’öteki’’ olarak tanımlamakta gocunulmayan, bu yolla stigmatize edilen, sınırları belli bir habitusa hapsedilen, hatta insani özelliklerden sıyırarak yeniden değerlendiren, en önemlisi de erk sahipleri tarafından ‘’günah keçisi’’ olarak ilan edilen kişilerle özdeşleştirilen toplumsal eylemler bir özgürleşmeci politikadan bahsetmek, aslında özgürlükten ne kadar uzakta seyahat edildiğinin bir göstergesi olmaktadır.
Bireyin, içinde bulunduğu grup aracılığı ile kendini tanımlaması hatta bu grubu her şeyden üstün olarak görmesi, grubun liderine sıkı sıkıya bağlanması (hatta itaat etmesi) ile diğerlerini dışlama eğiliminde olması, alışıldık bir psikolojik durumdur.
Bunun en zahiri hali, kendini demokrasi ile monarşi arasındaki çizginin muğlaklaştığı yönetim şekillerinde beliren ‘’tek adam’’lı demokrasi (?) anlayışında görmek mümkün olmaktadır.
Çünkü bu ‘’tek adam’’ bir yandan da bir kesimin başlı başına temsili olmakta, hem de o kesim içinde yer alanların kendilerini keşfettiği, bütün dışlamalara rağmen, patriark devlette meşruiyet kazandıkları için sevinen, bir ülkünün tecessümünü simgelemektedirler.
Bu tecessüm kendini sosyal medyada yeniden üretilen stereotiplere de sirayet etmektedir.
Yine laik ve yobaz etiketlerine dönecek olursak, öteki tarafından yapılan kimlik tanımı içselleştirilerek bireyin kendisi için yaptığı bir kimlik göstergesine dönüşmektedir.
Laik stereotipi en başından beri gururla kabul edilip, her fırsatta ortaya çıkarılırken, ‘’yobaz’’ için bu süreç şöyle işlemektedir: İlk aşamada, öteki tarafından stigmatize etmek için başvurulan ‘’yobaz’’ kavramı, öteki tarafından ele alınan şekliyle gönüllü olarak kabul edilmektedir. İkinci aşamada ise bu kavrama yeni ve ‘’meşru’’ anlamlar ithaf edilmektedir.
Bu ithaf, beraberinde sadece normalleştirmeyi değil, kendini ayırt etmeyi, üstün görmeyi de getirmektedir. Bir anlamda, eklemlenen meşru anlamların doğal bir sonucudur, bu üstünlük hali. Son aşamada ise, diğer stereotiplerden farklı olarak, bir stereotipin ölümden sonraki yaşamdaki huzurun yakalanmasına da sirayet ettiğini görürüz.
Özellikle son aşama, karşıt güruhtan gelen ya da gelecek tüm etiketlere karşı bir kalkan, bir direnç mekanizması görevini üstlenmekte, kendinden önce gelen aşamalar ise, bir uyum sağlama pratiği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sonuç olarak, stereotipler bir tehdit unsuru olmaktan çıkmış, bunlara maruz kalan grup tarafından, bireysel düzlemde bir meşrulaştırma ve kimliğini bu yolla daha da sağlamlaştırma aracı haline gelmiştir.
Bunun için ise, ülke çapında yekpare hareket edilen büyük oluşumlara, günah keçisi gösterme gibi mazide kalmış reflekslere en önemlisi de kolektiviteye gerek kalmamaktadır.
Aslında, son zamanlarda Türkiye’deki hareketlilik hali, apaçık bir bireyselleşme manifestosudur.
Eskiden güçlü olmak ya da duyulur olmak için asgari müşterekte birleşenler (Gezi olaylarında ulusalcıların, gay-lezbiyen ve trans bireylerin, sol grupların, AntiKapitalist Müslümanların aynı amaç için hareket etmesi) şimdi tekrar birey olmak için bu kolektiviteye başvurmaktadırlar.
Konu ister, bireysel özgürlüklerin kısıtlanmasına dair protesto, üç-beş ağacın kurtarılması, Mısır’daki Mursi destekçileri olsun… (IE/HK)
* Irmak Evren, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Sosyoloji, doktora