Günlerdir, “direne direne kazanacağız” sloganları arasında Gezi Parkı'ndaydım. İnanılmaz bir ortam vardı. Bir ay önce "Olmaz, olamaz" dediğim olaylar oldu. Ülkem için umudumu kaybettiğim günlerde Gezi Parkı’nda gördüklerim gözlerimi yaşarttı. Gezi Parkı olaylarıyla ilgili olarak sokaklara ilk çıkışım 31 Mayıs’tır. Arkadaşlarımla birlikte Gümüşsuyu üzerinden ilerlemeye çalıştık ancak polis müdahalesi vardı. Daha sonrasında ara sokaklardan Cihangir’e kadar yürüdük ve Taksim İlkyardım Hastanesi’nin önüne geldik. Daha ileriye gidemiyorduk. Sürekli Taksim’den yaralılar geliyordu hastaneye, sanki bir savaş cephesinin arkasındaydık. Her yaralıyı taşıyan ambulansın arkasından, “bu daha başlangıç mücadeleye devam” sloganları atılıyordu, bıkmadan, usanmadan. Bir ara hastaneden koltuk değnekleri ve iki arkadaşının desteğiyle çıkan bir genç gördüm. Sağ ayağı, diz kapağına kadar alçıya alınmıştı. Kalabalığın içine geldiğinde, “zıpla zıpla zıplamayan faşisttir” sloganıyla herkes bir anda zıplamaya başladı. Ayağı daha yeni alçıya alınan genç de, yanındaki arkadaşlarına tutunarak zıplıyordu. Böyle bir anı, hayatım boyunca tekrar görür müyüm? Bilemiyorum. Buna benzer olaylar, 4 Haziran’a kadar devam etti.
4 Haziran günü tam bir zafer havasındaydı. Gezi Parkı’na ulaşılmıştı. Taksim Meydanı tıklım tıklımdı. Solcusu, sağcısı, ulusalcısı, Kürt'ü, Türk'ü, antikapitalist Müslümanı... Her gruptan ama her gruptan insan Taksim’deydi.
Ben böylesine bir mozaiği daha önce ne gördüm ne de duydum bu memlekette. Galatasaraylısı, Beşiktaşlısı, Fenerbahçelisi bir arada yürüyordu. Gerçekten yıllardır beklediğim Türkiye resmini görüyordum Taksim'de. Ayaklarım eve dönmeyi reddediyor, biraz daha kalmak istiyordum. Abdullah Öcalan posterlerinin altında, alnında "Atam izindeyiz" yazan teyzeler, Kürt gençlerle birlikte Kürtçe halay çekiyordu.
Ve ne gariptir ki, bazı AKP'li arkadaşlarım, Öcalan posterlerinin Taksim Gezi Parkı'nda olmasından çok rahatsız olmuşlardı. Hani sizler barış sürecini destekliyordunuz? “Barış sürecinde Öcalan'ın elini sıkan AKP iktidarını alkışlarken, şimdi Öcalan'ın posterlerinden rahatsız mı oldunuz?” soruları canlanıverdi kafamın içinde. Sanırım barışı sadece kendi tekellerinde, kendi partilerinde görenlerin maskelerini bir bir düşürüyordu Taksim Gezi Parkı. Biraz da ünlü İstiklal Caddesi’nde neler olup bittiğine bakmak istedim. Cadde üzerinde seyyar tekel bayileri kurulmuştu. Demirören AVM önünde -buz dolu leğenlerin içinde- bira satan seyyar satıcılar vardı. Tekila, votka gibi alkol satıcıları da mevcuttu. Hemen yanında ise kapalı bir teyze eşarp, çanta satıyor, onun yanında karpuzcu, salatalıkçı, sucu... Allah'ım gözlerimi ovuşturup, fotoğraflarını çektikten sonra tekrar tekrar baktım ve aynı manzaraları gördüm. Demek ki gerçek... Demek ki olabiliyormuş.
Protestolar Miraç Kandili’ne de denk geldi. Taksim Gezi Parkı'nda namaz kılındı, Gezi Parkı’ndaki gençler, etrafta alkol içenlere gürültü edilmemesi ricasında bulundular. Ve alkol şişeleri kaldırıldı, sloganlar sustu, sessizlik sağlandı. Gözlerimle gördüm, kulaklarımla duydum. Demek ki sarhoş olsa da, bir şekilde anlaşılabiliyormuş, yeter ki isteyelim.
Gelelim iktidar cephesine. İktidar ne yapacağını şaşırdı, şaşırması da normal, çünkü ilk defa İstanbul'daki karış karış yapılan rantlara karşı sert bir şekilde “yeter, dur” diyen bir muhalefetle, halk muhalefetiyle karşı karşıya kalmıştı. AKP seçmeni ise şoka girmiş durumdaydı. 2006-2007 Cumhuriyet Mitingleri sonrasında sindiklerini düşündükleri tehlikenin tekrardan ortaya çıktığı düşüncesi ağırlık kazanmıştı, yani laik Alevi kesim. Aslında bu olay sadece Alevi laik kesimin tepkisi değildi, hatta merkezde bile değillerdi bana göre. Onlar sadece bu olaydan payını almak isteyen bir gruptu. Benim sokaklarda gördüğüm -onca müdahaleye rağmen dağıtılamayan, aksine daha da kuvvetlenen- kitleler, "ben yaparım" kibriyle hareket eden iktidara, "hayır, her zaman yapamazsın, artık yeter" mesajını vermek isteyen insanlarla doluydu. İktidara bu mesajı vermede başarılı olduklarından da hiç ama hiç şüphem yok. Ancak AKP tabanı ve başbakan Erdoğan, bu olayı CHP'nin üstüne yıkmaya çalışıyor. Bu yaklaşım, sadece protestocular arasında değil, AKP tabanında da bazı muhalif seslerin yükselmesine neden oldu. Aslında bu da çok güzel bir olaydı, yine bir ay öncesinden “olmaz, olamaz” denilecek bir durumdu. İlk defa -parti içerisinde- Erdoğan'ın üslubundan ve tutumundan rahatsız olanlar vardı, ilk defa parti içi bir muhalefetin ayak sesleri geldi sanki AKP kanadından. Dolayısıyla Gezi Parkı eylemi, yıllardır muhalefetsiz olan bu iktidarı tam anlamıyla sersemletti.
O kadar güzel günler yaşanıyordu ki Taksim'de, ta ki o üzücü müdahaleler gelinceye kadar. Maalesef çok üzüldüm bir olay vardı, o da; bu Gezi Parkı direnişinin gücünü gören siyasi grupların, bu pastadan pay alma yarışına girmeleriydi. Özellikle de ulusalcı dediğimiz laik Kemalist kesim. Gezi Parkı'nda, “Mustafa Kemal'in askerleriyiz” diye bağırıyorlardı. Ancak Gezi Parkı’ndakiler pek rahatsız değildi bu durumdan, çünkü bunlar elbette olacaktır, doğaldır, kaçışı yoktur.
Ancak işin ilginci, artık başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı destekleyenler de, Kemalistlerin sloganını kullanmaya başladı. Gezi Parkı’nda dolaşırken, oradaki bir eylemci genç gülmeye başladı, “yahu başbakanı havalimanında karşılamaya gidenler, ‘hepimiz Tayyip'in askerleriyiz’ diye sloganlar atmışlar” dedi. Başbakanın “baş belası” dediği Twitter üzerinden örgütlenen AKP’liler, başbakanı karşılamaya gitmiş ve yıllardır eleştirdikleri Kemalistlerin sloganlarını başbakan Erdoğan için atmışlardı öyle mi? Kulaklarıma inanamadım, sonra internete düşen videoları izledim, gerçekten de doğruymuş.
Peki ama hani demokratlık, hani nerede sivilleşme? Bir zamanlar Erdoğan için, “apoletleri olmayan komutan” diyerek Kenan Evren’e benzetiyorlardı. Bu benzetmeyi yapanlara şiddetle karşı çıktım, kişisel olarak hâlâ da karşı çıkarım, çünkü demokratik bir seçimle iktidara gelen bir siyasetçinin, darbeci bir paşayla özdeşleştirilmesi beni son derece rahatsız eder. Ancak kendi partililerinin, “hepimiz Tayyip’in askerleriyiz” sloganı atarak, bu özdeşleştirmeyi yapanlara yardım edeceğini hayal bile edemezdim.
15 gün boyunca Taksim ve çevresinde cereyan eden Gezi Parkı olaylarını inceledim, notlar aldım, çektiğim fotoğrafların saatlerce okumasını yaptım. Çok kişiyi dinledim, memleketim için çok iyi anlar gördüğüm gibi, çok da acı anlara tanık oldum. Tanık olduklarımın belki de acısı, 11 Haziran Salı günü Taksim Meydanı’nda yaşananlardı. O gün Taksim Meydan'daydım. Gezi Parkı merdivenlerinden görünen manzara şuydu; polis AKM önünü 5-6 TOMA ile kapatmış ve AKM üzerindeki tüm bayrak ve posterleri indirmişti. İki istisna dışında; Türkiye bayrağı ve Atatürk posteri. Bu ikisi AKM'nin ön duvarında bırakılmıştı, altında da polisler etten ve demirden bir duvar örmüşlerdi AKM önüne. Tabiri caizse Atatürk'ü koruyorlardı, çünkü hem mekânın adı AKM (Atatürk Kültür Merkezi) hem de üzerinde bir Atatürk posteri var. Bir kadının söylediklerine kulak verdim, “elinde Atatürk posteriyle Taksim, Kızılay, Gündoğdu, Uğur Mumcu meydanlarında yürüyenleri coplayan, kafalarına gaz bombası atanlar, tazyikli su sıkanlar, AKM'ye Atatürk posteri asıp, onun önünde bir set oluşturmuşlar.”
Taksim Meydanı tıklım tıklımdı. Sloganlar atılıyor, alkışlar, ıslıklar, protestolar... Gayet barışçı bir hava içerisinde devam eden bu manzara, birden AKM önünden yükselen beyaz dumanlarla değişti. Hiçbir uyarı, hiçbir anons yapılmadan arka arkaya atılan gaz bombaları, Taksim Meydanı'nın üzerine bir gaz bulutu gibi çöktü. Panik içinde kaçan binlerce kişi dört bir yana dağıldı. Yaklaşık bin kişilik bir grup Talimhane yönüne doğru kaçmaya başladı. Ancak Taksim Meydanı ile Talimhane bölgesi arasındaki inşaat çalışmaları arasında bir anda gaz bombaları içinde kaldılar. Bazı insanların 2-3 metre yükseklikten yüz üstü çukurlara düştüğünü, bazı kadınların yere düşüp ezildiklerine gözlerimle şahit oldum ve ağlamaya başladım. Rüzgarla gelen biber gazının da etkisi vardı bu ağlamamda ama bu zulmü yapanların Allah korkusu olup olmadığını düşünmemin etkisi daha fazlaydı o an. Böyle olmamalı, yöntem bu olmamalı diye haykırıyordum.
Yoğun gazın etkisiyle insanlar bayılmaya başladı, karga tulumba taşınarak Talimhane'ye götürüldüler. 4-5 yıldızlı onlarca otel, göstericiler için kapılarını açmıştı. Bir otel yöneticisi, girişteki döner kapıyı kırarak içeriye daha rahat girilmesini sağladı. Kendilerini zar zor Talimhane otellerine atanlara turistler yardımcı oluyordu, insanlık hâlâ ölmemiş dedirtircesine! Taksim Meydanı’nın, polisin aşırı gaz kullanımıyla dağıtılmasından sonra kalabalık Divan Oteli’nin bulunduğu Cumhuriyet Caddesi’nde toplandı, yani Gezi Parkı'nın arka girişinde. Böyle bir kalabalığı Hrant Dink için yapılan yürüyüşlerde görmüştüm. Ancak bu sefer daha fazla ve daha kızgın bir kitle vardı. Yapılan müdahale insanları çileden çıkardı, edilen protestolara küfürlü marşlar da eklendi. Hükümet aleyhine atılan sloganlar -tabiri caizse- İstanbul'u inletiyordu. Herkesin aklına gelen bir soru demeti vardı; “Polis gündüzden alanı boşaltmış, Taksim anıtını ve AKM'yi kendi kontrolüne almıştı. Peki sonrasında neden geri çekildi? Neden insanların tekrardan Taksim Meydanı'na dolmasına izin verildi? Madem geri çekilindi ve meydan tekrardan insanlara açıldı, o halde meydan dolduktan sonra tekrardan müdahale etmenin nedeni nedir? Zevk mi alıyorlar?”
15 gün boyunca karşılaştığım olaylarda akan gözyaşlarına hakaret etmemek için yetkililere değinmeden geçemeyeceğim. Şu an bu satırları yazarken bile gözlerim doluyor. İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu'yu dinlemiştim. "Gelin çocuklarınızı alın, can güvenlikleri yok" dedi. Eğer bir vali, kendi ilindeki olaylarla ilgili böyle bir cümle söylüyorsa, o zaman durum gerçekten içler acısıdır. Gezi Parkı’ndan dönerken, radyoda AKP sözcüsü Hüseyin Çelik'i dinledim. Şöyle bir cümle kullandı; "Görüyorsunuz değil mi? O Taksim Anıtı, o Atatürk Anıtı'nın üzerindeki posterleri." 29 Ekim 2012’da Ankara’daydım. Atatürk'e, Anıtkabir'e yürümek isteyen binlerce insana izin vermeyen iktidar, şimdi Atatürk’ü mü koruyordu?
Daha fazla uzatmak istemiyorum, çünkü yazacak halim kalmadı. Eve doğru giderken düşündüm, “AKM'nin önceki hâli daha güzel değil miydi?” diye sordum kendi kendime. Atatürk dahil, bu toplumun her kesimini simgeleyen, barışçıl bir poster duvarı neden rahatsız etti acaba? Hani barış istiyorduk? Hani terör ve kavga istemiyorduk? O halde Atatürk, Öcalan, Lenin, Deniz Gezmiş gibi isimlerin posterlerin aynı alanda ve bir arada olduğu, tek tipleştirmeye ve tekellere karşı toplumun her kesiminin temsil eden o AKM mozaiğinden neden bu kadar rahatsız olduk? Diye sordum kendi kendime... (HP/AS)
* Altüst Dergisi’ndeki yazımdan yararlanılmıştır.