Türkiye’de resmi tarihle büyütülen çoğunluk, 1453’ü Türk’ün ve/veya İslam’ın zaferi olarak tariflese de, işin aslı öyle değil.
Fatih’in ordusunda Hıristiyan Sırplar, Bizans Ordusu’nda ise paralı asker olarak Türkler varken, bu Türk-İslam tezinin Fatih Sultan Mehmet’i de ‘fetih’i de sonradan İslamlaştırmaktan ve Türkleştirmekten öteye geçemediğini söylemek durumundayız.
Bir benzeri Ankara Savaşı ve Çanakkale Savaşı için geçerli olan bu durum, oldukça metaforik olarak Asya’yla Avrupa’yı (ne yazık ki) birleştirecek olan (ya da birleştirmesi beklenen) 3. köprüye Yavuz Sultan Selim adının verilmesiyle doruğuna ulaştı.
Bir köprü olarak Atatürk ve bir köprü olarak Fatih Sultan Mehmet, metaforik coğrafyada bir yere konabilir belki; ancak, köprüye Alevi katliamlarıyla anılan Yavuz Sultan Selim’in adının verilmesi, Suriye’ye ve Büyük Ortadoğu Projesi çalışmalarına bir gönderme olarak okunmalı belki de.
Bu bir medeniyetler köprüsü değil; iki medeniyeti birleştirmiyor. Köprünün gerçel ve simgesel ordular için yapıldığı anlaşılıyor. Bir köprü de ‘Barış Köprüsü’ olsaydı fena mı olurdu...
Ama yok, “Türkler, savaşçı bir millettir; başkaları düşünsün barışı...”
Geçenlerde, II. Abdülhamit’e demiryolculuk alanında fahri doktora veren üniversite, herhalde, Yavuz Sultan Selim’e verecek doktora da bulur. Barış Çalışmaları, İnşaat Mühendisliği, Hoşgörü Sosyolojisi vb. ne güne duruyor...
Tarih ne der?
Resmi tarihle büyütülen çoğunluğun dışında kalanların bir bölümüne göre, Fatih Sultan Mehmet, İslam bayrağı altında hoşgörünün simgesiydi. Kendisi, birçok kültürü özümsemiş, yüksek eğitimli bir kişilikti.
Diğerlerine göre ise, kiliseleri camiye çeviren Fatih Sultan Mehmet, Bizans’ın İstanbul’a sokmayıp Kırım’a sürdüğü Ermenileri İstanbul’a getirip onlara patrikhane kurdurarak, Ermenilerden Osmanlı’nın makbul Hıristiyan vatandaşını yaratmış ve onları eski Bizans coğrafyasında süregelen Bizans/Rum etkisine karşı güçlendirmişti.
İstanbul’u Ermenilere açan Fatih Sultan Mehmet’e, Ermeni Patrikhanesi minnettar. Aslında, Osmanlı’nın elinde İstanbul tarihi, II. Abdülhamit’e dek, çoğunlukla, Rumların azaltıldığı bir gayrımüslim çorbası olarak okunabilir.
Zaten, Yunanistan’ın bağımsızlığıyla, “komünistler Moskova’ya” der gibi, “Rumlar, Atina’ya (hatta cehennemin dibine)” demek önünde pek bir engel kalmamış oluyordu.
Her savaşın tarafları var. Bizans tarihçileri, 29 Mayıs 1453’ü, Osmanlı ordusunun yiğitliğinin hakkını vererek, bir yağma ve tecavüz günü olarak anıyorlar.
Fatih, gerçekten hoşgörülü olsaydı; kiliseleri kilise olarak bırakıp onların yanına camiler yapardı. Ayrıca, bugün Fatih Cami’nin bulunduğu yer, Patrikhane ve Bizans imparatorlarının mezarlığıydı. Fatih Cami’nin yapımında, imparatorların mezar taşlarının da kullanıldığı sanılıyor. Hoşgörülü bir sultan, kendinden önceki imparator mezarlarını korurdu.
Bizans’tan Avrupa’ya kaçan bilginlerin Rönenans’a önayak oldukları sık sık dile getirilir. Daha az dile getirilen bir konu ise, 29 Mayıs’ın, Avrupa devletlerinin İpek Yolu’na alternatif bir deniz yolu arayışlarına hız kazandırması.
Dolayısıyla, aslında, 29 Mayıs, kısa erimde Osmanlı’yı güçlendirirken, uzun erimde çöküşüne önayak oluyor.
Yine Türk-İslam tezinin gölgesinde kalan bir konu, kuşatma sırasında Osmanlı’nın ikinci adamı olan Sadrazam Çandarlı 2. Halil Paşa’nın 29 Mayıs’tan hemen sonra idamı.
Zağanos Paşa’yla iktidar mücadelesinde olan paşa, daha ılımlı politikalar güdüyor. Yaklaşık 2 yüzyıl kadar iktidarda olan aileden gelen paşanın, Fatih döneminden önce, ülkeyi, gölgedeki birinci adam olarak yönetmişliği var.
Fatih’e, “kuşatmayı kaldıralım; Avrupa’da Haçlı Ordusu toplanıyor. Bizi Avrupa’dan atarlar” diyor. Zağanos Paşa, onun Bizans’tan rüşvet aldığı söylentisini yayıyor. Çandarlı Paşa’nın Yedikule Zindanı’na atıldıktan sonra idam edilmesi, hem sarayda Fatih’in mutlak egemenliğine yol açıyor hem de Osmanlı’da devşirme paşaların dönemini başlatıyor.
Çandarlı, kaygısında haksız değil. Papa bir Haçlı ordusu toplamaya başlarken hastalanıp ölüyor. Çandarlı’dan sonra sadrazam olan Zağanos Paşa da, ilerleyen yıllarda, bir savaştaki yenilgiden sorumlu tutulup azlediliyor.
İstanbul’da kalan Fener Rumları’nın eliyle Tercüme Odası’nın ve Osmanlı’nın içeriden modernleşme çabalarının başlangıcı da sayılabilir 29 Mayıs 1453.
Bir diğer konu, Türkiye’de, Bizans’ın Hıristiyan dünyanın temsilcisi olarak görülmesi biçimindeki yanılgı. Bizans, Vatikan’ın dışladığı bir doğu kilisesiydi. Osmanlı akınlarına karşı bir tampon vazifesi görüyordu. 13. yüzyılın başında, Bizans’taki Latin katliamı ve sonrasında Haçlıların Bizans’ı kuşatması gibi olaylar, gözden kaçırılmamalı.
Şu da söylenebilir: İstanbul’un asıl fethi, Adnan Menderes zamanında oluyor.
6-7 Eylül saldırılarıyla, köyden kente göçün hız kazanmasıyla ve İstanbul’un surlarından karayolu açılmasıyla... O zamana dek, burjuvazi, hâlâ büyük oranda gayrı-müslim.
Fatih, Çandarlı, Zağanos Paşa, Bizans, Sırp Ordusu vd. hangi sınıflar ittifakını temsil ediyordu? Bu da az incelenen konulardan.
Devrin rantiyeleri kimlerdi? Bizans, Osmanlı tarafından alınmasaydı; kentte, çirkin yapılar ve gri ton, egemen olacak mıydı yine? Her yere AVM’ler dikilecek miydi?
İstanbul’un İslami sermaye tarafından fethi, çok yakın zamanda. Asıl fetih, yeni başlıyor hatta. Kentin ötekileri savulun! (UBG/YY)