Anayasa Mahkemesi'nin (AYM) meclis tarafından kabul edilen yasanın yalnız iki maddesini iptal etmesiyle AKP kalan hali büyük ölçüde işine yaramasa da AYM'nin de onayını almış bir şekilde "referandum"a gidiyor.
Yeni bir anayasanın toplumun tüm kesimlerinin (12 Eylül Darbesi'nin ardında olan ve ona onay veren kapitalizmin merkezi ve onun bağlaşıkları dahil) gereksinimi olduğu konusunda çok küçük bir kesim dışında herkes hemfikir.
Çünkü yaşamda her gün büyük değişimler gerçekleşiyor. Toplum ve onu oluşturan bireylerin gereksinimleri ve birbirleri arasındaki ilişkileri yeni kuralları gerekli kılıyor. Teknoloji yeni olanaklar sunuyor, sınırlara hapsolmuş bireyler kendilerini o sınırların dışındaki insanlarla ilişki içinde ve onların sahip olduklarına kendileri de sahip olmak istiyor.
Hal böyleyken 21. yüzyılda 30 yıl öncenin kurallarıyla yaşamı sürdürmek kimse açısından olanaklı değil. Bakıldığında orada yazılı kuralların pek çoğunun uygulanmadığı, en azından uygulandığında bir dolu olumsuzluğa yol açtığı, çıkar yol bulmak isteyenlerin her gün kimselere duyurmadan "anayasayı ihlâl" ettikleri görülüyor.
Aslında kalıcı ve zor değişir düzenlemeleri bireylere ve toplumlara dayatmak çok doğru değil.
Bununla birlikte toplumun çoğunluğunun henüz "birey" olma aşamasına tam ulaşamadıkları, ya da bunu fark ederek içselleştiremedikleri gerekçesiyle "birileri" onların varlıklarını ve yaşamalarını güvence altına alan "uzlaşma" ve "sözleşmeler" yapmayı vazgeçilmez bir görev sayıyor.
Oysa bu toplumdaki herkes kendilerini var edecek ve varlıklarını gerçekleştirecek ve sürdürecek durum ve koşulları yaratacak, kendisi gibi olanlarla ilişkilerini düzenleyecek "sözleşmeleri" kendileri kendi aralarında yapabilirler ve yapıyorlar.
Dolayısıyla, aslında bireyin varlığı ve yaşaması için kendi başına sağlayamadığı her şeyi sağlamakla yükümlü olmaktan öte bir anlamı olmayan ortak organizasyonların (devlet !) kendine düşen görevleri yerine getirmenin dışında bireyle herhangi bir ilişkisinin olmadığı durumlar için bir "toplumsal sözleşme"ye de gerek yok.
Bireyler kendi gereksinimleri ve karşılıklı çıkarları için gereksindikleri "sözleşmeleri" kendileri ve ilişkide olduklarıyla doğrudan yapabilirler. Diyojen'in dediği gibi "birilerinin gölge etme"sine gereksinimleri yok. Henüz "birey" olamayanlar da dahil bu toplum kendi başına bırakılsa ve herkes bu konuda ve gerçek anlamda eşit sayılsa yeni bir "toplumsal sözleşme"nin düzenlenmesini kendileri gerçekleştirebilirler.
Onların "yanılacağı" varsayımına dayanarak "bilen"lerin ya da "daha çok kaynak ayırdıkları için söz hakkı daha fazla olduğunu sanan"ların veya "belirleme gücü/yetkisi? daha fazla olduğu sanılan"ların dışında kalanlar da kendileri, birbirleri ve devletle ilişkilerini düzene bağlayacak kuralları koyabilirler.
Yanılgı insana özgü bir gerçeklik. Dahası "deneyim" buradan kaynaklanıyor. Doğru yaptıklarımızdan değil, yanlışlarımızdan öğreniriz. Bilim de bilgi de doğru bilinenlerin yanlışlığının ortaya koyulması sürecidir özünde.
Yanılanların, yanıldıklarını gördüklerinde değiştirmeleri ve düzeltmeleri ellerinde olduğu sürece "yanılmanın" fazla bir önemi yoktur. Çünkü "insanların" yaptığı sözleşme metinleri ne "kutsal" ne de "dogma"dır. "Bir kez yazılıp imzalandıklarında bir daha asla değişmeyecek" düzenlemeleri de içeremezler.
Yasaların dinamik olduğu, anayasaların yaşamla bağlantılı ve ona uyan nitelikte olduğu toplumlarda demokrasi daha gelişmiştir, o toplumların bireyleri daha özgürdür.
Bu noktalardan yola çıkıldığında taa Rousseau'dan beri toplumu oluşturan kesimler arasında yapıldığı varsayılan bir "toplumsal sözleşme" olan "anayasa"ların, bu durumlarını varsayımdan öteye bir gerçeklik haline getirmenin koşul ve olanaklarının günümüzde mevcut olduğunu söylemek ve göstermekle işe başlamak gerekir, yaşadığımız bu "anayasa tartışması" sürecinde.
Matematikteki "büyük sayılar kuramı" gereğince çokluk daima kendi özü itibariyle yalnızca eksiği, noksanı, yanlışı içinde barındırmaz. İçinde "n" sayıda numaralanmış taşın olduğu bir torbadan, çekilen her taş yeniden içine atılarak çekim yinelendiğinde tüm taşların çekilme olasılığı çekim sayısı arttıkça daha yüksek olasılık haline gelir.
Bir toplumun tüm bireylerine kendileri ve devletle olan ilişkilerinin nasıl olması gerektiği sorulduğunda herkesin bir tek yanıt verme şansı olsa, onların önerilerinin alt alta yazılmasıyla bile bir anayasa yazmak olanaklıdır. Burada söz edilmemiş herhangi bir düzenlemenin "anayasa" metninde yer almaması eksiklik olmayacağı gibi, birbirleriyle çelişen farklı düzenlemeler ya da kurallar talep edenlerin uzlaştırılması, bu konuları başka kişiler tarafından ve başka yerlerde uzlaştırılmasından çok daha kolaydır.
Anayasa tartışması başladığından zaman zaman beri farklı yerlerde dile getirdiğim bu önerinin iyi bir organizasyonla ve mevcut olanaklar en iyi şekilde kullanılarak gerçekleşebilme imkânı vardır. Bu aslında demokrasinin gereğidir ve "toplumsal sözleşme"ye gerçek toplumsallığı sağlayacak tutumdur. Birilerinin başkalarının hakkı ve yararı için, onların üzerinde bir "vesayet sitemi" oluşturarak onların adına, ama aslında kendi çıkarına bir takım düzenlemelerin tarihin çöplüğüne atılmasının zamanı gelmiş, hatta geçmektedir.
AB içindeki kimi ülkelerin vatandaşlarının içinde yer aldıkları AB Anayasasını kabul etmemelerinin ardından yatan gerçeklik de budur.
Önerimi yineliyorum: Bu ülkede yaşayan tüm insanlara biri kendisi için, diğeri toplum için en çok gerekli olan, gereksinim duyduğu "iki anayasa maddesi önerisi"nde bulunma hakkı ve yetkisi tanındığında, sunulan önerilerin toplamı bir "toplumsal sözleşme"yi ortaya çıkarabilir.
Halk Kendi Anayasasını Yapacak!
Toplumun kendi "toplumsal sözleşmesi"ni hazırlama koşul ve olanağı bulunduğuna göre, kimsenin istemediği 1982 Anayasası yerine onun bazı maddeleri değiştirilerek, kalanı üzerinde herhangi bir değişiklik yapılmamasından hareketle toplumca bir kez daha kabulü, başka bir deyişle "cilalanması ve "meşruiyeti"nin sağlanması anlamına gelecek bir referanduma gidip "evet" ya da "hayır" denilmesini beklemek, dahası 1982 Anayasası'nı ve yukarıdaki tavrın reddini ifade etmek için referandumu "boykot" etmek yerine elimizde bir dördüncü seçenek mevcut demektir.
Referanduma kadar olan süre yaklaşık 2 aydır. Bu süre içinde halkın böyle bir anayasa yapması ve 12 Eylül'deki referandumda kendi yaptığı anayasaya "olur vermesi" olanaklı değildir.
Ancak halkın 12 Eylül'de "ben anayasamı kendim yapmak istiyorum" yazılı bir kağıdı "resmi referandum sandığına" atması olası ve olanaklıdır.
Üstelik de yalnız referandumda oy hakkı olanlar değil, onların dışında kalan herkesin de bu konuda kendini görevlendirmiş gönüllü kişi ve kurumlarca aynı gün içinde her yere konulacak "halkın referandum sandıkları"na oy atarak, taleplerini tüm ülkeye ve dünyaya duyurabilirler.
Hatta seçim kurulu tarafından kaydedilmiş olanlardan bu seçeneği destekleyenler de resmi sandıklara değil, kurulacak bu "halk sandıkları"na oylarını atabilirler.
Bu aynı zamanda artık "vesayet altında olmak istemeyen" bireylerden bireylere "kendi anayasasını yapmak için" bir çağrı, örnek bir "sivil itaatsizlik eylemi" de olacaktır.
Sonuç
Eğer sonuçta toplumun genel sayısal çoğunluğu ve oy kullanma hakkına sahip olanların çoğunluğu "ben kendi anayasamı yapmak istiyorum" derse o zaman resmi referandumun sonuçlarının, "evet" de olsa, "hayır" da olsa hiçbir anlamı olmayacaktır.
Başka bir deyişle "evet/hayır"ların oranları ve birbirlerine üstünlükleri ne olursa olsun bu talebin toplumda %33,34'lük bir desteğe sahip olması, bu ülkenin halkının "kendi anayasasını yapma hakkı"nın kabul edilmesini sağlayacaktır.
Kaldı ki bu sayı eğer toplumun yarısından fazlasına ulaşırsa, o zaman hiç kimse "nasıl bir anayasa yapalım" deme durumunda olmayacaktır. Çünkü bu soruya yanıtı halk "ben kendi anayasamı yapacağım" diye vermiş olacaktır.
Ben kendi adıma gidip seçim sandığına ya da önerdiğim gibi "gönüllü"lerin açtığı "halkın referandum sandıkları"na üzerinde "ben kendi anayasamı yapacağım" yazılı beyaz bir kağıt atacağım.
"Darbe Anayasası Çöpe, Ben Kendi Anayasamı Yapacağım" (MS/EÖ)