I. Dünya Savaşı’nın eli kulağındaydı. Güç dengeleri değişiyor ve herkes yaklaşmakta olan felaketi içten içe hissediyordu. II. Abdülhamid, 31 Mart Ayaklaması neticesinde tahtından indirilip de yakın çevresiyle beraber Selanik’e sürgün edilince, 27 Nisan 1909’da, tahta yeni bir padişah oturdu. V. Mehmed, namı diğer Sultan Reşat. 3355 gün sürecek olan saltanatına ilk adımını attığında 65 yaşındaydı.
Tahtta Sultan Reşat vardı, ama yönetim gücünü elinde bulunduran kurum İttihat ve Terakki’ydi. Özellikle de Enver Paşa, Talât Paşa ve Cemal Paşa. Onlar ne isterse o oluyordu; kişilerin makamı değiştiriliyor, gerekli olan kanunlar hazırlanıyordu. Sultan Reşat’sa bir kâtip edasıyla, önüne gelenleri onaylamaktan gayri bir şey yapmıyordu. İradesi hiçe sayılıyor, saltanatı, temsiliyetin ötesine geçmiyordu. Dönemin güç dengesi bir yana, padişahın karakteri de siyaset becerisi gibi zayıftı.
Sultan Reşat neredeyse bütün hayatını II. Abdülhamid’in gözetimi altında geçirdi. Her adımı takip edildi, hakkında raporlar hazırlandı ve ölüm korkusuyla yaşadı. Zararsız olduğunu göstermek için n’aparsa yapsın, uğursuz, nazar gözlü diye anılmaktan kurtulamadı. Hatta II. Abdülhamid’in “Kendisini halka göstermemekle bizim biradere çok büyük iyilik yapıyorum,” dendiği bile işitilmişti. Bayramlarda sarayı ziyaret ettiğinde bile hünkara nazar değdireceğinden korkuluyordu. Bu yüzden şehzade gider gitmez kurbanlar kesiliyor, tütsüler yakılıyor, dualar ediliyordu.
Hal böyle olunca, 33 yıllık II. Abdülhamid hükümdarlığı süresince ezildikçe ezildi, tahta kavuştuğundaysa bu sefer İttihat ve Terakki’nin tahakkümü altında kaldı. İttihat ve Terakki’yse Halit Ziya’yı başkâtip olarak görevlendirerek, Sultan Reşat’ın yanına gönderdi. Bizler de bu sayede usta bir yazarın gözünden, Sultan Reşat’ı ve dahi saray hayatını, siyasi entrikaları okuma fırsatı bulduk.
Halit Ziya görevinden ayrıldıktan yaklaşık 30 yıl sonra, 1940’larda, sarayda yaşadıklarını kaleme aldı. 102 bölümden meydana gelen Saray ve Ötesi isimli kitap işte bu şekilde ortaya çıktı.
“Bu hatıraları yazarken hiç tarih yazmak sevdasında değilim. Böyle bir dâiyede bulunmak için ne icab eden salâhiyet ve bidaaya, ne de tarihten çıkarılacak hükümlere varacak kadar muhakeme isabetine malikiyet iddiasına kalkışmayarak yalnız hâtıraların kaydı ile iktifa ediyorum. Onun için hattâ tarih silsilesini takibe lüzum görmeyerek gözlerimi kapayınca uzak senelerin arasından canlandırılabilen levhaları avlıyorum. Evet, uzak seneler… Bundan otuz sene kadar evvele ait levhalar!.. Sanki yer yer kopmuş, silinmiş bir film bana ne gösterebilirse işte bu levhalar onlardan ibaret olacak.”
Halit Ziya her ne kadar mütevazı bir şekilde yazmaya başlamışsa da, birebir tanıklığından ötürü Saray ve Ötesini’ni kaynak kitap olarak değerlendirebiliriz. Önceleri Cumhuriyet ve Son Posta gazetelerinde tefrika şeklinde yayımlanmış olan hatıraları, 1940-1941 yıllarında üç ciltlik kitap olarak basıldı. Kitabı hazırlayan Abdullah Uçman’sa, metnin orijinaline sahip çıkmak için ilk baskıyı esas aldığını belirtiyor.
Şimdi Halit Ziya’yla beraber Dolmabahçe Sarayı’na girelim ve neler yaşandığına şöyle bir bakalım…
“Bu sarayın ilk defa olarak eşiğini aşmak üzere idim, ve, kim bilir, hayatımın kaç yılını burada, gene kim bilir, ne müşkül vazifeler altında ezilerek, ne müz’ic çarklar arasında mânevi kuvvetler kırılıp dökülerek geçirecektim.”
Halit Ziya o vakte kadar hiçbir padişahla karşılaşmamıştı. Bu yüzden tedirgindi. Bir yandan hanedan hakkındaki olumsuz fikirleri, diğer yandan Sultan Reşat’ın acziyeti kafasında dolanıp duruyordu. Huzura kabul edildiğindeyse, mütebessim bir adam buldu karşısında.
“Tebrik ederim,” diye lafa girdi Sultan Reşat. Başkâtibini beğendiği anlaşılıyordu. “Pek memnun oldum,” dedi sohbetin ardından. “İnşallah birbirimizden hoşnut oluruz.”
Halit Ziya görevine derhal başladı. Öncelikle sarayın tamiratıyla ilgilenmesi gerekiyordu. Dolmabahçe berbat haldeydi. II. Abdülhamid, Yıldız’dan doğru düzgün çıkmadığı için, Dolmabahçe’yi hayli ihmal etmişti. Neredeyse metruk bir yere dönmüştü içerisi.
“Bütün saray, eşyasıyla beraber harap bir haldedir. Uzun seneler metruk bir halde kalmış, hiçbir himmet eseri görmemiş. Bütün çatıları akıyor, içinde barınılacak bir oda kalmamış, eşya yağmur sızıntıları altında yıllarca kızgın güneşlere karşı param parça olmuş, solmuş, çürümüş.”
Sultan Reşat’ın bu sözleri adım atılan her yerde ete kemiğe bürünüyordu. Yapılacak iş belliydi belli olmasına, ama yeterli paradan yoksunlardı. O vakitler saraya ayrılan bütçe 25 bin liraydı. Bu da yetmezmiş gibi, İttihat ve Terakki’den harcırahın 20 bine düşürülmesi teklifi geldi. Emrullah Efendi aracılığıyla iletilen bu teklif, Sultan Reşat’a ezile büzüle anlatılınca “Paraya göre kendimizi sıkarız,” cevabını aldı Halit Ziya. “Mebusan tarafından yapılan bir teklifi kabul etmek daha muvafıktır. Ancak biz bunu teklif üzerine değil, kendiliğimizden yapmış oluruz değil mi?”
Sarayın ve Sultan Reşat’ın hali işte bu şekildeydi…
Tamirat işleri sürerken, bütçeyi kısmanın bir başka yolunu da yemeklerde bulur Halit Ziya. “Table d’hote” usulüne geçilmesini ister. Yıldız’ın aksine, saraydaki görevlilerin sayısı neredeyse yarı yarıya azaltılır. Sultan Reşat müsrif biri olmadığı, şehzadeliğinden beri aza kanaat ederek yaşadığı için bunlara hiç karşı çıkmaz. Neticede gelen teklif üzerine değil, kendiliğinden yapıyorlardı.
Yaşanan sıkıntılar sadece ekonomik de değildi elbet. Halit Ziya’nın anlattığı kadarıyla en büyük darbelerden biri, 31 Mart Ayaklaması’ndan sonra verilen idam kararlarıydı. Divan-ı Harb-i Örfi cezayı vermişti, ama usulen de olsa Sultan Reşat’ın onayına ihtiyaç vardı. Sultan Reşat, Halit Ziya’yı dinledikten sonra, tek kelime etmeden imzayı attı. Halit Ziya kararı Bâbıâli’ye götürmek üzere davranınca, yardıma muhtaç bir sesle “Bu gece sarayda kalsanız,” dedi hünkar.
Kendisinden önceki üç hükümdar; Abdülaziz, V. Murat, II. Abdülhamid tahttan indirilmişti. Onlarla aynı kaderi paylaşmak bir yana, Sultan Reşat esasen ölümden korkuyordu.
Bunun bir başka yansıması da yeğeni Münire Sultan’ın eşi, Salih Paşa’nın idamında ortaya çıktı. Münire Sultan “Sakalın kana boyanır inşallah!” diye beddua edince, Sultan Reşat kendini mealen şu şekilde savundu. “Ne yapabilirdim ki? Enver (Paşa) tabancasını başıma dayadı, imzaladım.” Sonra da vicdanını rahatlatmak için idama onay verdiği kalemi kırıp attı.
Hasılı, saltanat gibi, ölüm korkusu da babadan oğula geçiyordu. Sadece son dönemlerdeki hükümdarlık zamanlarında da değil, Devlet-i Aliyye’nin neredeyse hemen her döneminde böyleydi. Bunun en büyük örneklerini, şehzadeler arasındaki kardeş katli meselesinde görürüz.
Sultan Reşat’ın hükümdarlık yıllarında öne çıkan iki şehzade vardı. Yusuf İzzettin Efendi ve (VI. Mehmed) Vahdettin. Taht, gelenek olarak babadan oğula geçerken, 1603’te I. Ahmed’ten sonra, hanedanın en yaşlısının, dolayısıyla en yetkininin hüküm sürmesi şeklinde değişiklik göstermişti. Bu teamüle göre veliahtlık Yusuf İzzettin Efendi’nindi, ama bu hal onda bir lanet şeklinde vücut buldu ve akıl hastalığı derecesinde paranoyaya sebep oldu.
Yusuf İzzettin Efendi, tahtı Vahdettin’e kaptırma ihtimalini o kadar büyütmüştü ki, korkusunu kontrol edemeyecek noktaya gelmişti. Öyle ki, onunla aynı arabaya binme teklifine “Öyle ise beni affetsinler, alayda bulunmayacağım. O zatla yan yana bulunmak bence mümkün değildir,” cevabını verdi.
Düşmanı gibi davranıyordu Vahdettin’e. Hemen herkesten onunla ilgili haberler alıyor, inanmayınca yeminler ettiriyordu. Hatta günün birinde kanser olduğu iddia edilirse diye, Doktor Cemil Paşa’dan yemin yazdırdı. “(Kanserin) iftira-yı mahz olduğunu ilân ve müdafaa etmezsem namussuzum.” İsmail Hakkı Bey’eyse, Vahdettin’e veliahtlık ödeneği verilmediğine dair ant içtirdi. “(Eğer verildiyse) haremim (karım) talâk-ı selâse ile (üç defa) boş olsun.”
Bu korku günler, aylar, yıllar boyunca sürdü. 1 Şubat 1916’da öyle bir hale döndü ki, Yusuf İzzettin Efendi kendini hepten kaybetti. Gece vakti, Zincirlikuyu’daki yalısının yatak odasında, sol el bileğini usturayla kesiverdi…
“Sultan Mahmud’un iki koldan, Abdülmecid ve Abdülaziz’den gelen çocukları, o çocukların çocukları ve torunları olarak tanırdık ve bilirdik ki bunların hepsi gece yataklarına girince tavanda irtisam eden ihtimallere bakarak kendilerinden evvel gelenleri sayarlar ve sabahleyin gözlerini güneşin ipek kumaş perdeleri arasından sızan ziyalarını yoklayarak onlardan ‘Acaba bu gece kaç tanesi eksildi?’ diye soruştururlardı.”
Halit Ziya yaklaşık dört yıl boyunca Sultan Reşat’ın başkâtipliğini yaptı. Saray nizamının düzenlemesine ön ayak oldu, verilen davetleri ve resmi geçitleri organize etti. Tüm bunlarla alakadarken, bir yandan da İttihat ve Terakki’nin emirlerini yerini getiriyordu. Bu süre zarfında bir sürü tehdit aldı, istifaya zorlandı. Trablusgarp’ın işgal sürecini, siyasi çekişmeleri, İstanbul halkının yoksulluğunu kendi gözleriyle gördü. Hatta yapılan bir gezide, Abdülhamid’i Selanik’te ziyaret bile etti. Fakat haddinden fazla yorulduğunu hissediyordu artık.
“Bugün, şu anda o mütevazı evime, onun sükun ve kalp huzuru veren havasına, sonra beni siyah saçlar ve bıyıklarla çektikten sonra dört seneye varmayan kısa bir zamanda, ak saçlı, ak sakallı yapan, her gün türlü türlü elemlerin, işkencelerin hücumuna mukavemet edebilmek için yıprandıran bu makamdan sıyrılıp çıkarak Dârulfünun’un sevgili gençlerine Ciceron’dan, Platon’dan, Dante’den, Montesquieu’den bahseden kürsüsüne nasıl müştak idim; nasıl oralara can atıyordum.”
Bu nahif yazara göre değildi saray alemi. Orada dönen siyasi entrikalar, birbirinin ayağına kaydırmaya çalışan insanlar, egolar, hırslar… Bir gün hepsine sırtını dönmeye karar verdi ve istifasını hazırlayıp Sultan Reşat’a arz etti. Her ikisi de üzgündü bu durumdan, ama yapacak bir şey kalmamıştı.
1912’nin ortalarında eşyalarını toplayıp saraydan çıktı gitti ve yıllar sonra bize işte bu kitabı armağan etti. Saray ve Ötesi’ni okuyunca, Devlet-i Aliyye’nin son dönemlerindeki içler acısı halini net şekilde görebiliyoruz. Saltanatın sanıldığı gibi para pul içinde, astığım astık şeklinde süregiden bir durum olmadığını; şehzadelerin öldürülme korkusuyla akıllarını bile yitirdiklerini daha net anlıyoruz.
“Herkes benim hiçbir işe karışmadığımdan, hatta Kanun-i Esâsi’nin bana verdiği hakları bile kullanmadığımdan şikayetçi. Halbuki böyle yapmasam bu herifler (İttihatçılar) beni Konya’ya gönderip Cumhuriyet ilân ederler. Ecdat mirası, saltanatın bekaası için böyle yapıyorum,” diyordu Sultan Reşat. Şehzadeliğinden bu yana söz dinleyen, uysal mizaçlı bir insandı, ama n’aparsa yapsın çabaları yetersiz kalacaktı. Cumhuriyet ufukta belirmeye başlamıştı… (OÇ/AS)
Kaynakça
* Halit Ziya Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, Haz: Abdullah Uçman, YKY, 2019
* Murat Bardakçı, Şahbaba, Everest Yayınları, 2015