Muhayyel Ahbaplar’la konuşan, azıcık gezgin çokça emektar ama oyundaki terimle ince gören makine mühendisi Mehmet Yüce, günümüzdeki futbolun gerdirdiği (ve bunu da paranın alım-satım gücüyle yaparak, ipotekli bırakmadığı bir zamanda) ipin üzerine çıkıp ince bir rikkatle futbolun, bizatihi futbolu oluşturan unsurlara; döneme, futbolcuya (ki onlar Yüce’nin dilinde Osmanlı melekleri, beyefendiler, evliyalar’dır), başkana, hakeme, seyahatlere, azınlık takımlarına, bütün bunlardan neş’et eden futbolun kadim devrelerine -ipin üzerinden- devriye geziyor.
Bütün bunlar, futbolun duruşmasında “yetkin” pazubandı takılan hakem arkadaşının Mehmet Yüce’ye bir futbol ansiklopedisi hediye etmesiyle başlıyor. Elbette çocukluğunda maçlarına gittiği, tribünde köfte ekmek yediği bir geçmişin hissiyatı da hiç bırakmamış peşini. Dolayısıyla kitabın bu açıdan şümullüğü, inceliği, kendi içindeki disiplin ve azmi yazarın hayatında meskûn olduğu için, hadiseye bakarken [mecmualar, tefrikalar, hayatlar, olaylar, haberler, vs] yazarın bu bakma biçimlerine giren ve hatta başköşeye oturan dil’i de kadim bir devreden teşrif etmektedir. O halde, bir kitaptan veya onun ana unsuru yazıdan söz edilecekse, oraya giren, bizatihi şümullüğünün hürmetine: üzerindeki giysi, üzerine sıktığı koku ve ayakkabılarının titiz-temiz olması kadar, dilin kurduğu arkadaşlık da (demsâ)z o kadar tesirli olmaya başlıyor.
Bu hususta Wittgenstein’a kulak verelim: “Yeni bir dil kurmanın yeni bir yaşam biçimi, bambaşka bir tahayyül olduğunu” söyler. Bu, doğrudan veya dolaylı olarak çalışmayı biçimlendirdiği gibi, sağlam veya kırık bir iskemleye de oturtmaktadır. Yüce’nin kadim devreleri anlatırken kadim bir dili kullanıyor olması, her şeyden evvel okur nezdinde heyecanlı bir işe girişmenin muştusunda bulunur, sağlam bir iskemleye oturup çayını söylemiştir.
Günümüzde TV veya başka mecralarda salt oyuna gözünü tavşanca dikmiş, teknik-taktikle oyunu biçimlendirdiğini düşünen zevat-zabit kahramana bakarken, Yüce, “muhayyel ahbaplar”ıyla konuşup hadiseyi ve oyunu gözlemlerken âlime, beyefendiye bakmayı yeğliyor. Sonra bakmakla da kalmıyor, muhayyel ahbaplarıyla konuşuyor ve günümüzde çok fazla bakmakla biçimlenen futbolu toplumsal olarak okumaya daha fazla zemin hazırlıyor bütün bunlar.
Söz gelimi 1923’lerde memlekete yabancı takım kimliğiyle teşrif eden Slavia Prag takımı, altı gün içinde dört müsabaka yapıp hepsinden de galip gelirken, Slavia takımına hazırlanan yemek listesini görüp, “o menüde de levrek var başka menüde de levrek var”, “yahu o dönem levrek İstanbul boğazında bol ve lezzetliymiş” anlaşılan diyerek bir sorunun peşine düşebilirsiniz. (Levrek birkaç kaynağa bakınca Mart mevsiminin âfeti-güzeli diye geçmekte oysa hadise Temmuz aylarında oluyor. Dönemler ve balıklar değişiyor mu?) Bu gibi sorular sormak, keyfi okuma kadar teknik/çapraz okumadan kaynaklı soruları da beraberinde getiriyor. Zaten toplumsal birliğin tesisi için kurulmuş ve gene içinde bir tür federasyon kurarak kısmi özerkliğini tamamlayanlara dair her şeyi “okumak” gerektiğini kadim insanlar, kadim âlimler, kadim sosyologlar söylemektedir. Haliyle, topluma ve onun bir unsuru olan oyuna-futbola bakmak ancak okumakla mümkün olur, bu gerçek anlamda bir inceliktir. Okumak dedik, bu hususta Yüce kadim devreleri yazarken dönemin mecmualarını okuyarak, dönemin kıyıda köşede kalmış hadiselerine fener tutuyor. Bütün her yere konan ve vızıltısını eksik etmeyen perakende ışık yerine belirli yerlere (günümüzdeki D-SLR makinelerinin yaptığı gibi fokuslanan) fenerinin tuttuğu ışıkla fokuslanarak dilinin tuşuna basıyor, zaten tâb olanları görünür kılıyor. Bir tür okuma çeşidi olarak görmek de mümkün, lüzumlu; varlığı genişleterek okumak, futbolun şahsiyetini öğrenirken bu öğrenmeye farklı türden eklemlenebilecek başka bir incelik... Ama bir saniye, bu okumanın içinde heyecan, öğrenme ve keyif var.
Tabii bu noktada "futbolu-oyunu hangi insani düzenliliğe yerleştireceğiz" diye bir soru sormaya kalktığımızda, cevabı mümkün mertebe kültürün sınırlarında olacaktır, elbette bu artık rasyonel bir izahtan çok folklorik ve mazbut kalmaktadır. Zira, bizatihi oyun artık ekonomiyle raks eylemektedir.
Bu hususta ekonominin şöyle bir soru sormayacağını biliriz: “Türk futbolunda ilk şehirlerarası seyahati (deplasmanı) hangi takım yapmıştır?” Kitaptan da öğrenmekteyiz ki ilk deplasmanı Ankara İdman Yurdu takımı yapmıştır, bu hususla ilgili Ankara takımlarından Gençlerbirliği’ne hem ekonomik hem de kültürel/folkorik bir teşekkür, bu hususta ‘bangır bangır Gençler Çalıyor’ şarkısında ‘folklorik meselelerden başka kimseye borcumuz yoktur’ deyü şarkı sözleri vardır! Bize öyle gelmektedir ki Gençler ve Ankara bu açıdan kültürel bir seyahatin şarkısını hâlâ söylemektedir. Ve ayrıca bu ziyaret Eskişehir’e olurken, maç sonrası keyifli bir yemek yenildiğini öğrenmekteyiz -Ankara ekibinin 0-5 gibi bir skorla kazanmasına rağmen! İlk komşu deplasman olarak Adana’nın Mersin’e yaptığı seyahatin olduğunu bilmek, bir tarihi az-çok bilmekle insana yerel bir güven hissi veriyor ki bu yerellik evrensele açılabilir elbette.
Futbol insan için, insanın düzenlilikleri hem yaratma hem de ivme kazandırma takviminde olmazsa olmazlardandır, hatta ileri gidip hayatın belli dönemlerinde mahcubiyetle savunma (gol yememek uğruna verilen cefa) yapabilirken, hoş bir kıyafetle hücuma (neşeli gözyaşları için elbette!) da kalkabilir insan. Futbol ve hayat arasındaki benzeşimler ortak manalara açıkken, farklar oldukça azdır; her ailede “teknik direktör” vardır, her ailede hücum oyuncusu olarak görülebilecek evin çocuğu vardır. Futbolda “gol” nasıl yerinden kalkmış harekete meyyal bir neşe kaynağıysa, evin küçük çocuğu da öyledir. Uzatmayalım, benzerler, nereden ve nasıl anlamlandırdığınıza ve bunu hangi ölçekle yaptığınıza göre. Yaşam kadar seyyaldir bu mesele. Mesela, şu hususta yazarın yanına alıp konuştuğu muhayyel ahbapların bir hikâyesi gözleri nemlendirmez mi?: “Zeki Bey (Fenerbahçe takım kaptanı) ve Nihat Bey (Galatasaray takım kaptanı) maçla ilgili hatıralarını anlatmaya başladılar. Özellikle Milli Takım’ın ilk golünü anlatırken Zeki Bey’in gözleri yaşardı. Aslan Nihat kendisine, üzerine Galatasaray Kulübü’nün gayın sin arması işlenmiş beyaz mendilini uzattı. Zeki Bey yaşaran gözlerini silerek yanındaki kadim dostuna teşekkür etti.” Bu esnada kitap tarihe baktığı kadar geleceğe de bakıyor, bu esnada elbette gene gözleri yaşlı olarak. Ama gene yaşam, okula gidip okuldan dönünce, pazara gidip pazardan dönünce, keyifli bir fikri taşıyıp ondan vazgeçince ve yeni bir kitabı beklerken kendine göre ama daha çok incelikli ve anlamlı. Şimdi (serinin üçüncü cildi olacak) Romantik Yürekler’i hasretle bekleyeceğiz, galiba bu esnada da hayatın herhangi bir yerinde orta sahada top çeviriyor olacağız… (MAS/HK)
Künye
İdmancı Ruhlar: Futbol Tarihimizin Klasik Devreleri1923-1952 Türkiye Futbol Tarihi 2. Cilt
Yazan:
Osmanlı Melekleri:
Mehmet Ali Sargın, Aralık 1991 doğumlu, Van'da doğmasıyla başlayan süreci farklı şehirlerde devam ettiriyor, Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nde Sosyoloji Lisans öğrenciliğine devam ediyor, pek yakında o da bitecek. |