"Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği". Ömer Faruk'un 6.45 Yayın'dan çıkan yeni kitabının başlığı bu. Kitaba seçtiği isimdeki yoğunluğu metinde de göreceğiniz, okurken sıklıkla durup düşüneceğiniz, metinle tartışacağınız, dip notlarında kaybolacağınız bir okuma yolculuğu sunuyor Ömer Faruk.
Orhan Pamuk'un "Beyaz Kale" adlı romanı için yazdığı eleştiri yazısı ile 1987 yılında Milliyet sanat dergisinin düzernlediği ASdi İpekçi Sanat Yarışması'nda Öykü-Roman Eleştirisi dalında ikincilik ödülü alarak girdiği yazın dünyasında kurucusu olduğu Ayrıntı yayınları'yla yoluna devam etmişti Ömer Faruk. 1987'de başlayan Ayrıntı Yayınları dönemini 2008'de sona erdirdi ve artık düşünüyor ve yazıyor.
Kitabın kapağında şu alıntının olduğunu not edip sözü Ömer Faruk'a bırakayım: "Erkek düzüşmek için beynini, düşünmek için çükünü kullanır."
Yoğun, çok katmanlı, yer yer konu hakkında bilgili olmayı gerektirecek, düşünmeye zorlayıcı bir metin çıkartmışsınız. Nasıl oluştu bu çalışma, ne kadar sürdü? Başlarken hattınız belli miydi?
2014’te Yarabıçak-Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları adlı bir deneme kitabı yayımlamıştım. Beklediğimden çok ilgi gördü. Basında yirmi beş civarında yazı ve röportaj yayımlandı. Okurdan epey bir geri dönüş aldım. Yeni basımını biraz genişletsem mi acaba diye düşünürken bir yandan da Aşk ve Ereksiyon “Aşk”ı adlı başka bir deneme kitabına çalışmaya başladım, popüler kültürde tüm anlamını yitirmiş olan Aşk’a kendimce sahip çıkmayı denedim.
Kitabı bitirdim, Can Yayınları’na teslim ettim. Beğendiler, programlarına aldılar.
Editörlerle memleketin siyasi ahvali ve ne tip müdahalelerde bulunulabileceği üzerine konuşurken genişletilmiş Yarabıçak’tan da söz ettim. Heyecanlanarak hemen talip oldular. Arada bir arayıp nasıl gittiğini sormaya, bir an evvel bitirmemi istemeye başladılar. Ben de her gün ortalama sekiz-on saat, kelimenin gerçek anlamıyla kapanıp, dünya ile her türlü ilişkimi keserek çalışmamı bitirdim.
Literatüre benden daha vakıf arkadaşlar okudular çok önemli eleştiri ve önerilerde bulundular. İsimleri kitapta var, burada hepsine tekrar teşekkür ediyorum. Sonra yayınevine teslim ettim. Onlar da okuyup programlarına aldılar. Kitabın yayımlanacağı Nisan 2018’den t on beş gün önce editörler işten çıkarıldı. Yeni gelen editör de bu kitabı basmak istemedi, telefonlarıma çıkmadı, dahası görüşmek için randevu bile vermedi.
Bu nezaketsizliği kabullenemedim; yaklaşık iki buçuk yıl süren ağır bir çalışma temposunun ardından berbat bir yaz geçirdim. Çalışma şevkim kırıldı. Yeni yeni toparlanmaya başladım.
Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği’ni başlangıçta Yarabıçak’ın genişletilmiş yeni basımı için yirmi otuz sayfalık kısa bir bölüm olarak tasarlamıştım; çalışmaya başlayınca dallanıp budaklandı ve yüz seksen dört sayfalık ayrı bir kitaba dönüştü.
Arka plan bilgisi böyle…
Kitaba Machapuchare gezisiyle başlıyorsunuz. Kitabın bir parçası olacağını bilerek mi gittiniz?
Hayır! Geziye “yaban olarak dağ” üzerine düşünmek, kendime uzaktan bakabilmek için gitmiştim. “Temsil” mekanizmaları üzerine düşünmeye başlayınca Dağ Sakini’nin anlattıkları önem kazandı. Çünkü en belirleyici temsil mekanizması tek tanrılı dinlerle birlikte zuhur eden öte dünyanın bu dünyayı belirlemesidir. Sonrasında oluşan diğer bütün temsil mekanizmaları türevdir, esas olanın söyleminin içerisinden şekillenir. Bu durumu fark edince Dağ Sakini’nin anlattıklarının hem bu dünyaya ait olma hem de kitabın ritmi açısından uygun bir başlangıç noktası olabileceğini düşündüm.
Algımız tek tanrılı dinlerce vaaz edilen yaratılış mitolojisiyle şekillendiği için başka bir mitoloji olabileceğini düşünemiyoruz. Oysa çok farklı yaratılış mitolojileri var. Machapuchare de bunlardan biri…
Machapuchare mitolojisinin farkı ne?
Bu dünyanın güzel olduğunu kabul ediyor. Her kelebeğin benzeri olmayan güzelliğinden söz ederek hikâyesine başlıyor. “Güzel” sözcüğünü kelebek üzerinden içeriklendiriyor. Öte dünya yerine bu dünyayı edinmeye, bu dünyanın güzelliklerine layık olmayı öneren bir kurgusu var. Bu dünyanın insandan önce güzel olduğunu, insanın bu dünyaya yakışması için bu güzelliğe layık olması gerektiğini belirtiyor.
En önemlisi insan merkezci olmayan bir perspektifte sahip.
Sık sık parmak izi, ses tonu, gözbebeği ve yüz ifadesinden söz ediyorsunuz?
Tekerleğin, yazının, buharlı makinenin, uçağın, matbaanın, kâğıdın, elektriğin, pusulanın, akıllı telefonun, bilgisayar ve internetin icadından söz edilir ama nedense parmak izinin keşfinden pek söz edilmez. Oysa parmak izinin keşfiyle her kişinin bir diğerinden farklı olduğu itiraz edilemeyecek bir kesinlikle netleşmiştir. Bu fark bedenimize kayıtlıdır. Bu farkın bedenine kayıtlı olduğu her kişi bu farkın gereklerini yaşama hakkıyla doğar. Bu fark kendine ait bir hikâye edinme/olma hakkını içerir.
Parmak izi 1880’lerde keşfedildi. 20. yüzyılda tüm soruşturma birimlerinin kabul ettiği vazgeçilmez bir kanıta dönüştü. Bu keşifle birlikte bu farkı dikkate almadan yazılmış olan tüm klasiklerin totaliter karakteri ortaya çıktı.
Şimdi seçilmiş tek adam rejimleri dönemini yaşıyoruz: Geçen yıl Alman Der Spiegel dergisi, "Otokratların devrinde yaşayan insanlar" başlığı ile ABD Başkanı Donald Trump'ı, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'i, Çin devlet başkanı Şi Cinping'i ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı kapağa taşıdı. Macaristan, Polonya, Filipinler ve Brezilya’yı da eklersek epey büyük bir toplam olduğu ortaya çıkar. Bu rejimlerde tek parti egemenliği kurulmuş, yetkiler merkezileşmiş, hukuk siyasallaşmış, medya ve üniversitenin eleştirel mesafesi yok edilmiş, hesap verme mekanizmaları askıya alınmış, şeffaflık unutulmuş, polis ve ordu güçlendirilmiş, tek adam tanrı edasıyla konuşmaya ve fütursuzca yalan söylemeye başlamış, ekonomiye emirle yön verilmeye kalkışılmıştır. Böylesi rejimlerde “düşman” tehdidiyle sürekli korkutulan toplumun tek adama kurtarıcı olarak sarılması, kişilerin de parmak izinden gelen farkını unutarak bedenini, doğasını, kendisini inkâr etmesi istenir. Toplumu oluşturan tüm kişiler seçilmiş tek adamın hikâyesinin figüranına dönüştürülmeye çalışılır.
“Fark”ı inkâr eden argümanlarını 1880’ler öncesinden edinen totaliter düşünce mutlaklık iddiasıyla kendisini dayatır. Farklı düşüncelere kulaklarını tıkar.
Oysa bu düşüncenin benzerleri daha önce Adolf Hitler Almanya’sında, Josef Stalin SSCB’sinde, Benito Mussolini İtalya’sında, Muammer Kaddafi Libya’sında, Saddam Hüseyin Irak’ında, Pol Pot Kamboçya’sında, Ruhullah Humeyni İran’ında ve Mustafa Kemal Türkiye’sinde yaşandı.
Sonuçlarının ne olduğunu biliyoruz: Hiçbiri uzun ömürlü olamadı.
"Siyaset yerine düşünceye bakayım istedim"
Haysiyet oldukça önemsediğiniz bir kavram. Bu yaşadığımız dönemle mi ilintili? Yoksa 20 yıl önce de sizin açınızdan önem sıralaması üst sıralarda mı yer alırdı?
Yaşım altmışı geçti. 70’li yıllardan beri memleketin siyasi ahvalini izler, anlamaya çalışırım. Birden fark ettim ki “sürekli kriz” içerisinde yaşamışım. Hayatımın en diri yıllarına bu “sürekli kriz” durumu el koymuş. Bu durumu saptayınca siyaset yerine düşünceye bakayım istedim. Düşünceye bakınca da haysiyet anahtar bir kavrama dönüştü. Çünkü tarih boyunca her başkası adına konuşma örgütlenmesi haysiyetsizliği daha çok çoğaltarak krizi süreklileştirmiş. Sürekli kriz ise sürekli haysiyetsizlik demektir. Düzenli ordular, savaşlar, toplama kampları, soykırımlar, atom bombaları ve uçak gemileri hep başkası adına konuşan devletli toplumsallıkların tezahürleridir.
Haysiyetin anlamlarından biri olan “öz saygı”ya nedense pek dikkat edilmez. Oysa kişinin kendi adına konuşmaktan vazgeçmesi kendine saygı duymaktan vazgeçmesi anlamına da gelir. Kendine saygı duymaktan vazgeçmek ise haysiyetsizliğin normalleştiğini gösterir. Haysiyetsizliğin normalleşmesi ise bu dünyanın güzelliklerine layık bir tür olmayı başaramadığımızın kanıtıdır.
Sakınmadan söylemek gerek: Tüm seçilmiş tek adam rejimleri öz saygı yoksunu toplumsallıklardır!
Eleştirel felsefenin önemli isimlerinden Immanuel Kant’ın yüzyıllar önce söylediklerini hatırlayalım:
“Amaçlar krallığında her şeyin ya bir fiyatı vardır ya da bir haysiyeti. Fiyatı olan şey, bir eşdeğer olarak başka bir şeyle değiştirilebilir; buna karşılık her türlü fiyatın üstüne çıkan ve bu yüzden de hiçbir eşdeğeri kabul etmeyen şeyin bir haysiyeti vardır.”
Henüz parmak izi keşfedilmeden önce yapılmış bir tasnif bu: Eşdeğeri kabul etmeyeni “haysiyetli” olarak adlandırıyor.
Parmak izi fark olarak bedenimize kayıtlı olmasına, her kişiyi benzersiz kılmasına rağmen kişinin kendi bedenine ihanet ederek benzersizliğine sahip çıkmamasını, farkı yaşamamasını, bir hikâye edinmemesini başka nasıl açıklayabiliriz?
Bu dünyanın güzelliklerine neden layık değiliz? Bunlar hem çok iddialı hem de pek dillendirilmeyen çıkarsamalar?
İddialı olduğu doğru, ama az dillendirildiği doğru değil! Biz kulak vermiyoruz! Yoksa iki binlerden bu yana dünyaya değer veren bilim insanları tarafından tartışılıyor. Çünkü Dünya antroposen (İnsan Egemen) dönemine girdi. Bir canlı türü olarak insan dünyayı egemenliği altına alma sürecini tamamladı. Yüzlerce yıl önce tarıma başlayarak hem hareketsiz hem de hareketli canlı türlerinde ayıklamaya gitti. İşine yarayanları evcilleştirdi ve çoğalttı, verimli bulmadıklarını yok etti. Bugün koyun, inek, tavuk ve domuz miktarı tüm diğer yaban hayvanlardan fazladır; 200 bin kurda karşı 400 milyon evcil köpek, 80 bin zürafaya karşı 1,5 milyar inek var. Yaban alan yok denecek kadar azaldı. Biyoçeşitlilikteki müthiş azalmanın yanı sıra küresel ısınma, tatlı su gibi doğal kaynakların artan nüfusu karşılayamayacak bir biçimde hızla tükenmesi bu dönemin çoktan başladığının işaretleri. Ama yüzümüzü dünyaya değil de devletimizin bekasına döndüğümüz için fark edemiyoruz. Bu arada hiçbir devletin tebaası olmayan güzelim kelebekler ve zürafalar da yok olup gidiyor.
Bu yüzden bu dünyanın güzelliklerine layık değiliz; Dünyanın bu haline bakınca başka bir şey düşünmek mümkün mü?
Bu yüzden 1880’den önce yazılmış, düşünmeden kabul ettiğimiz tüm klasik kitapları eleştirel bir gözle yeniden değerlendirmek gerek; öncelikle kutsal kitapları…
Çok Kalpli Asi
Antroposen dönemine girilmesini bedenimize kayıtlı olan farkın yaşanamamasına mı bağlıyorsunuz?
Şöyle düşünelim: Dünya insandan önce güzeldi! Çünkü sanat dediğimiz coşkulu yaratıcılığın ilk esin kaynağı doğadır. İnsan dünyaya ya bu mevcut güzelliği çoğaltmak ya da yok etmek için gelmiş olmalı. Örneğin aşk mevcut güzelliğe katkıda bulunma çabasıdır. Bunu yeni kitabım olan Aşk ve Ereksiyon “Aşk”ı’nda etraflıca tartıştım. Ama bedenine kayıtlı farkı yaşamaktan vazgeçerek tek adam rejimlerini tercih edenler bu güzelliğin farkında bile olmayanlardır. Her gün her konuda konuşan tek adamların aşktan söz ettiğini hiç duydunuz mu?
Ama üremeden çok sık söz ediyorlar.
Oysa üreme ve aşk iki farklı hayat üslubuna işaret eder.
Çünkü dünyaya aşkla getirilmeyen her çocuk bu dünyaya karşı, güzelliğe karşı, kelebek ve zürafalara karşı işlenmiş bir suçtur.
Çok Kalpli Asi nasıl biri? Onu nasıl tanıtırsınız? Anlatınızda ona neden ihtiyaç duydunuz?
Tüm hareketli ve hareketsiz canlı türlerinin bu dünyada yaşama hakkı olduğunu savunan biri. “Devrimci”nin insan merkezli olduğunu, ufkunun antroposen dönemini kapsayacak kadar geniş olmadığını fark ederek yeni bir kavramsallaştırma ihtiyacı duydum.
Kitapta sık sık kavram yaratmaktan söz ediyorsunuz? Biyografinizde belirttiğiniz “yeraltı edebiyatı”nı da bu çerçevede mi önermiştiniz?
Gilles Deleuze, “Felsefe kavram yaratmaktır,” diyor. İçerisinde yaşadığımız dil ve yazının kendi sınırları olduğunu, her soyutlamanın bu sınırlar çerçevesinde gerçekleştiğini düşünürsek hak vermemek elde değil. Yeni bir dünya istiyorsak, mevcut soyutlamaların ötesine geçmemiz gerek. Bu da yeni kavramlar, yeni soyutlamalarla olur. Dil ve yazıya hükmedemezsek dil ve yazıyı üreten düşünsel kuvvet bize hükmeder. Etkin düşünsel kuvvete karşı en etkili eylem kavram yaratmaktır. Tepkisel eylemlerle sonuç alıcı bir şey yapılamaz.
Mesela?
Silah kullananın silah yapan karşısında hiçbir şansı yoktur.
Çok abartılan Vietnam savaşının sonuçları ortada. Vietnamlı gerillalar ABD’nin düzenli ordusunu yenerek savaşı kazandı, ama kapitalizme teslim oldular. Vietnam kapitalizmin, ABD’nin pazarı şimdi; ABD’liler de ya iş adamı ya da turist olarak gidip geliyorlar.
Çünkü silah ve uçak gemisi yapan, düzenli ordu ve üniversite kuran, borsa ve banka gibi dünya çapında finans kuruluşları oluşturan düşünce kuvvetine karşı aynı yaratıcılıkla karşı çıkarsanız yeni bir şey yapmış olmazsınız. Bunların ötesine geçmeniz, daha yaratıcı olmanız, ele geçirilemez bir boyuttan düşünerek yeni kavramlar yaratmanız ve eylemeniz lazım.
Örneğin: “Üretim aracı olarak toprak” saptamasının içerisinden şekillenen tüm sosyolojik ve siyasi çıkarımlar geçerliliğini yitirmiştir.
Memleket solu da maalesef bu kopuşu henüz gerçekleştirebilmiş değil, bu yüzden giderek siyasetten düşüyor, inandırıcılığını yitiriyor.
Oysa çokuluslu şirketler devlet, yasa ve ahlak tanımaksızın tüm dünyayı ele geçirmeye başladılar. Hemen her istediklerini yapabilecek durumdalar. Devlet ve toprakla kendini sınırlayan bir siyasi kavrayış bu çok etkili küresel güce karşı herhangi bir şey yapamaz.
Yeraltı edebiyatı?
Memleket münevverlerinin pek itibar etmedikleri Abdûlgaffar el Hayatî’nin bir cümlesine göz atalım: “Hissettiklerimiz ve aktarıcısı olan sözcük(ler) arasında her zaman bir mesafe (= boşluk) kalır. İktidara ortak olmak istemeyen yazar (= ve çok kalpli asi) bu boşluğa talip olur ve bu boşluğu doldurabildiği oranda devlet-dışı imge, dil, yazı, düşünce ve davranış biriktirir.”
Bu cümleyi ilk okuduğumda çok etkilenmiş, siyaset, sanat ve kültür hayatındaki kavramsal karşılığını aramaya başlamış, bulamamıştım. Türkçede yoktu, etkileşimde olduğumuz diğer dillerde de yoktu. Gilles Deleuze’ün, “Felsefe kavram yaratmaktır,” sözünü hatırlayarak “ben yaratayım bari” diye düşündüm ve önerdim. Ayrıntı Yayınları’nı yönetiyordum, “Yeraltı Edebiyatı Dizisi” adlı yeni bir dizi açtım ve ilk sayfada yer alan “Asilerin, kaybedenlerin, hayalperestlerin, küfürbazların, günahkârların, beyaz zencilerin, aşağı tırmananların, yola çıkmaktan çekinmeyenlerin, uçurumdan atlayanların… dili, sesi Yeraltı Edebiyatı” sözcükleriyle tanımladım. Bu özelliklere sahip olan kitapları bu dizide yayımlamaya başladım. 8-10 kitap yayımladıktan sonra karşılığı olduğunu gördüm ve çok sevindim. Edebiyat dergileri kapak konusu yaptılar, başka yayınevleri yayımladıkları kimi kitapları “Bir yeraltı edebiyatı örneği” diye sunmaya başladılar. Hatta bir ara “Yeraltı Yayınları” diye bir yayınevi bile kuruldu. Ayrıntı Yayınları’nı ziyaret eden kimi yabancı yayınevi editörlerine de sordum, “Hem yok hem de çok isabetli bir kavramsallaşma olmuş,” dediler.
Böylece hem bir kavram önerisinde bulundum hem de öngörülemedikleri için ele de geçirilemeyen heterojen bir sosyal tabakaya, “Asilere, kaybedenlere, hayalperestlere, küfürbazlara, günahkârlara, beyaz zencilere, aşağı tırmananlara, yola çıkmaktan çekinmeyenlere, uçurumdan atlayanlara…” dikkat çekmiş oldum.
Bu heterojen sosyal tabakanın özelliklerini Yarabıçak’ın yeni basımında etraflıca açıklayacağım.
"Sosyoloji olmayınca siyaset çözüm üretemiyor"
Gezi Direnişi bu kitabı ne kadar etkiledi?
Gezi Direnişi bu topraklardan umutlanmamızı sağlayan tek olay.
Daha önce de söylemiştim: Yaşadığımız toplumsallık sürekli kriz üreterek kendi kendini yok ediyor. Krizi çözmeye talip olan tüm siyasi hareketler salt siyaset içerisinde kaldıkları için krizin bir parçasına dönüşüyor. Oysa sorun siyasetten önce düşüncede yatıyor. Düşünce olmayınca sosyolojik çıkarsamalar yapılamıyor, sosyoloji olmayınca da siyaset çözüm üretemiyor.
Çünkü düşünce kendi üzerine düşünmediği sürece düşünmüş sayılamaz.
Çünkü düşünce temsil edilemeyendir.
Çünkü yaşadığımız toplumsallıkta her iki zaaf da sorun olarak kabul edilmiyor.
Gezi Direnişi kriz çözmeye talip olan mevcut siyasi örgütlenmelere rağmen ortaya çıktı. Mevcut siyasi örgütlenmelerin hiçbirisi ne öngörebildi, ne öngörememelerindeki kendi payları üzerine düşündü ne de ders çıkarmaya çalıştı.
Gezi Direnişi tüm bir Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en haysiyetli hareketidir. 714 yıldır (1299-2013) bu topraklarda yaşayanların en güzel sayfalarıdır.
İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre 79 ilde 2,5 milyon insan direnişe katıldı.
Bilgi Üniversitesi’nin üç bin kişiye ulaşılarak yapılan anketine göre katılanların yüzde 70’i kendini hiçbir siyasi partiye yakın hissetmiyor; Konda’nın dört bin dört yüz on bir kişiye ulaşılarak yapılan anket çalışmasında ise herhangi bir siyasi partiye, oluşuma, derneğe, sivil toplum kuruluşuna üye olmadan katılanların oranı yüzde 79, daha önce hiçbir eyleme katılmamışların oranı yüzde 44.
Salt bu veriler bile mevcut siyasi örgütlenmelerin nasıl bir düşüncesizlik içerisinde olduğunu gösterir.
Gezi Direnişindeki mizah, yaratıcılık, bu dünyaya severek katılma hangi siyasi örgütlenmede var?
Mevcut siyasi örgütlenmelerin düzenlediği hangi eylemde kısa sürede 43 şarkı bestelendi?
Hangi siyasi örgütlenmenin rahle-i tedrisinden geçmiş bir kişi polisi tek bir cümleyle püskürtebildi?
Polis: Burayı koruma misyonunu size kim verdi?
Aktivist: Herkes birbirine veriyor abi!
Tahakküm kurmadan yaşamanın bir yolu var mı sizce?
Mevcut devletli toplumsallıklarda yok. Bu toplumsallıkların tümü içte ve dışta “düşman” varsayımına göre şekillenmiş toplumsallıklar çünkü. Düzenli ordu kurarsanız eninde sonunda çatışacak birilerini bulursunuz.
Tıpkı “parmak izi” gibi insanlık tarihinin önemli kırılma noktalarından birisi de “düzenli ordu” kurulmasıdır. Hiç tanımadığı, görmediği, karşılaşmadığı hayali bir düşmanı öldürmeye hazır olarak beklemenin neresinde bu dünyaya güzel olarak katkıda bulunma isteği, özsaygı birikir? Başka hangi canlı türü atom bombası ya da uçak gemisi gibi imha gücü son derece yüksek bir silahı yapmak için yıllarını ve enerjisini harcar?
Bu yüzden bu süreci hem içeren hem de dışarısından bakan bir perspektife ihtiyacımız var: Düşüncenin düşünene hükmetmesi ile düşünenin düşünceye hükmetmesi arasındaki gerilim üzerinde düşünmek verimli bir başlangıç noktası bence. Mevcut devletli toplumsallıklar düşüncenin düşünene hükmetmesiyle oluştu çünkü. Tanrısal düşünce yüzyıllardır mutlaklık içerisinden kendisini dikte ettirmiyor mu? Tüm bu süreci tersine çevirmemiz düşünenin düşünceye hükmetmek istemesine bağlı.
Böylece parmak izinden gelen farkı yaşamak isteyen kişi düşünme yeteneğine haiz olduğunu kabul ederek bu dünyaya “güzel” olarak katkıda bulunmak isteyebilecektir.
Yerel seçim
Tahakkümden laf açıldı. Pratik siyasete girmeden olmaz. Tüm bu çerçeveden baktığınızda 31 Mart 2019 yerel seçim sonuçlarıyla ilgili ne dersiniz?
Adı “yerel” ama tümüyle “merkez”e, tek adamlara bağlı bir seçim bu, yerelin mali özerkliği de yok edildi. Milliyetçiliğin değişik tonları arasında geçen bir seçim oldu. Diğer devletler nezdinde giderek itibar kaybeden mevcut devlet düşüncesi kendini restore etmeye, meşruluk edinmeye çalıştı.
Demokrasi, özgürlükler ve haysiyet açısından bir gelişme olacağını sanmıyorum.
Bunu sağlayacak düşünce kuvvetine sahip bir siyasi hareket seçime katılmadı çünkü.
“Gökdelen suçtur!”, “Yaya kaldırımları yollardan daha geniş olmalıdır!”, “Bina yükseklikleri o bölgenin en yüksek ağacından daha yüksek olmamalıdır!”, “Diğer canlı türlerinin neslini kurutan büyüme ve üremeye karşıyız!”, “Âşık olmadan çocuk yapmak suçtur!” gibi sloganlar kulağımıza çalınmadı. Demokrasi kültürünün gündelik hayatta cisimleşebilmesi için kamusal alanların çoğalmasından, mabet giderlerinin cemaatlerine devredilmesinden söz eden de olmadı. Şehir meydanlarına sürekli kriz üreten siyasetçilerin yerine neslini kuruttuğumuz sincap, tilki, geyik, turna, ceylan gibi canlı türlerinin heykellerini dikmeyi öneren de yok. Belediyeleri yönetmeye aday olan siyasi partiler bölgelerinin yaşama ortamından yok edilen diğer canlı türlerinin adlarını ağızlarına bile almadılar. Bu canlı türlerinin yurtlarına, doğal yaşama ortamlarına tekrar dönmelerini sağlayabilecek herhangi bir planlamayı kimse açıklamadı. Bu durum her ikisinin de insan merkezciliğini, bu dünyanın güzelliklerine layık olmadıklarını gösterir.
Şu da var: Hiçbir siyasi parti göstereceği adaylar için önseçim bile düzenlemedi. Daha ötesi demokratikleşmenin yerele yayılmasını sağlayacak yerel adaylara kulak vermek yerine başka şehirlerden “münasip” adaylar aktardılar. Ordu doğumlu, İstanbul’da oturan birinin Manisa’dan aday gösterilmesinin “Manisa’da insan yok!”, “Manisalılar kendi kendini yönetecek kapasiteye haiz değil!” anlamına geldiğini hiç düşünmediler. Manisalılar adına konuşmakta hiç tereddüt etmediler.
Dolayısıyla kriz sürüyor. (HK)
Künye: Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği, Ömer Faruk, Deneme, 184 sayfa, 27.00 TL, Altıkırkbeş Yayınları
Fotoğraf: Berge Arabian.