Sevgili Ho Amca,
“Yeryüzü kör müsünüz,
Vietnam öylesine uzak mı?
Bu Amerikalı ne ister bizden,
Suçumuz yaşamak mı?“ diye soran Şair tanıştırmıştı beni sizinle.
Bu şiirin gürültüsüyle irkilen bir çocuktum ve ülkenizi işgal eden ABD askerlerine karşı direnen gerillaların önderi olan sizin Ho Chi Minh olan adınızı o Şairden öğrenmiştim.
Adı Fazıl Hüsnü Dağlarca olan O Şair ki, gece olunca bambu kulübelerde çoluk çocuk korkuyla bekleşen insanlara yaşatılanları anlatırken, “Bir ölü artık ulusun dışındadır; bu ölü tankın arkasına bağlanıp dolaştırılmaz” sözleriyle isyan ediyordu, savaş suçlarına.
Savaşa itiraz ederek sesini yükselten başka insanlar da vardı o günlerde. "Vietnamlılar bana hiçbir kötülük yapmadılar ki onlarla savaşayım" diyerek savaşa gitmediği için 5 yıl hapis ve 10 bin dolar para cezasına çarptırılan, lisansı ve pasaportu elinden alınıp işsizliğe mahkum edilen “tüm zamanların en iyi boksörü” ünvanlı Muhammed Ali Clay mesela…
İki Üç Daha Fazla Vietnam, Ernestoya Bin Selam
Coğrafya oyununda “S” harfiyle başlayan bütün şehir ve nehir adlarına Saygon yazar oldum o yıllarda.
Haritada yerini bile bilmediğim Vietnam halkına yapılanların acı tadıyla büyüdü aklım; kendi ülkemde Denizler için kurulan idam sehpalarının ve onları kurtarmak için kendi hayatlarını hiçe sayan Mahirlerin yasıyla gölgelendi heveslerim.
Üniversiteye başladığım yıllar, dünyanın çoğu memleketinde şehir meydanlarını dolduran kalabalıkların sesinin gür çıktığı zamanlardı. Vietnam direnişi, onurlu yaşamak adına gelecekten umutlu olmak için yeter sebepti. “Ho Ho Ho Şi Min, İki Üç Daha Fazla Vietnam, Ernestoya Bin Selam” diye bağırıyorduk miting alanlarında. Haklı olmanın gücü ve adalet istemenin büyüsüyle inletiyorduk sokakları. İki, üç, daha fazla Vietnam istiyorduk.
Cu Chi Tünelleri
Sevgili Ho Amca, o günlerden kalan delice bir merakın peşine düşerek aradan geçen bunca zamandan sonra ülkenizi ziyarete gelebildim nihayet.
Cu Chi bölgesinde, yer altında 200 km boyunca uzanan tünellerin bulunduğu alanda dolaşırken, o günlerden kalmış bir hatıraya rastlamak hayaliyle ağaçların arkasına bakınıp durdum. Fıstık, tuz ve şekerden yapılan sosa bulayarak manyok yerken, palmiye yaprağı çayı içerken, bombalanarak çöle çevrilen topraklarınızda hiçbir şeyin yetişmediği o yıllarda yerin altında büyüyen bu tatlı patatesleri yediğiniz zamanları düşündüm.
Kazdığınız tünellerden birinin kısacık bölümünde neredeyse sürünerek ilerlerken, buralara dair bildiğim her şey film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Havadan bombalanan ormanlar, 800-1200 derece sıcaklık yayan napalm bombalarının atıldığı köyler, çığlık çığlığa koşan kız çocuğu Kim Phuc’un görüntüsü, sivillerin öldürüldüğü Mỹ Lai Katliamından sadece Teğmen William Calley’in suçlu bulunup üç yıllık ev hapsi ile cezalandırılması… Teknik olarak bunca güçlü olan Amerikalılara karşı ölümüne süren direnişiniz ve Kuzey Güney olarak parçalanan Vietnam’ı tekrar bütünlemeniz…
Bırak Güneş İçeri Girsin
Savaş Suçları Müzesinde sergilenen yakın tarihin izlerine bakmak kederden kedere savuruyordu ziyaretçileri Ho Amca; atılan bombalarla, portakal gazıyla zehirlenen hayatlarınızın göstergesi olan özürlü doğan bebeklerin fotoğrafları içini acıtıyordu görenlerin. Müze binasının bitişiğindeki cezaevinde yan yana sıralanıyordu hücreler ve içine 5-7 arasında insan konulan, dikenli teller ile çevrili 1,8m x 0,75m x 0,6m ebadındaki kaplan kafesleri duruyordu, bir giyotinle beraber… Orada daha fazla kalamayarak kendimi kelimenin gerçek anlamıyla dışarıya attım Sevgili Ho Amca.
Caddeler kasklı ve çoğu maskeli motorlularla doluydu tıka basa. Motosikletini aile boyu toplu taşıma aracı gibi kullanan anneler, babalar, çocuklar, eşler, sevgililer, arkadaşlar; kenara çekip üzerinde yemek yiyenler, sevgiliyle sohbet edenler, uzanıp uyuyanlar, sattığı nesneleri sergileyenler…
Göz alabildiğine uzanan yeşil alanlar bir yana, yolların orta refüjlerini begonviller renklendiriyordu, çamurlu sularda büyüyüp de yaprağına kir bulaştırmayan lotus çiçekleri her köşeden başını uzatıyordu, yüksek binaların çatılarında ağaçlar büyüyordu…
Gün ışığında ayrı güzeldi Saigon sokakları, geceleri ayrı güzel. Saigon Nehri boyunca yürürken, Hair müzikalinin ‘bırak güneş içeri girsin’ şarkısı yankılanıp durdu kulaklarımda…
Anka Kuşu adasında şarkılar dinlemek
My Tho'da Vinh Trang Pagodasında devasa büyüklükteki yatan Buda, gülen Buda, ayakta duran Buda heykelleri ile karşılaştığımda, inanç sisteminizi düşündüm Ho Amca.
Çoğunluğun ateist olduğunu, sayıca az Müslüman ve Hristiyanların dışında kalan kesimin de Budist olduğunu okuduğum için kaynaklardan; sizi bu dünyada yaşamaktan alıkoyarak öbür dünyayı vadeden bir tanrıya inancınızın olmadığını biliyordum önceden. Aile büyüklerinize ve doğaya verdiğiniz kıymeti ise ülkenizde görüp öğrendim.
Mekong Deltasında kadınların kullandığı kanolarla dolaşmak bir masalın içinde olmaya eşdeğerdi. Anka Kuşu Adasında yürürken, muz, jack fruit, papaya, ejderha meyvesi, mango, hindistan cevizi, ananas ve daha nice tropikal meyveyi dalında görmenin, mola yerinde ballı polenli çay içerek Unesco’nun somut olmayan kültürel değerler listesine aldığı şarkıları dinlemenin tadını anlatmaya yetecek kelimeleri bulmak öyle zor ki benim için.
Kendini Yakan Keşiş Duc ve Saraydaki Hamamböceği
Opera binası ve Notre Dame Katedralinin ardından yol düşürdüğüm Gustave Eiffel tarafından yapılmış olan Postane binasının önünde fotoğraf çektiren gelin ve damatların cıvıltıları kuş sesleriyle yarışıyordu. Bir kafede oturup kahvemi yudumlarken caddeden gelip geçenleri seyrettim bir süre.
30 Nisan 1975’’de saat 11.30’da ele geçirilerek Güney ve Kuzey Vietnam’ın tekrar birleşmesini simgeleyen bir müzeye dönüştürülmüş olan Yeniden Birleşme Sarayının önünde buldum kendimi sonra.
Orak çekiçli ve kızıl yıldızlı bayrakların süslediği duvarlardan birindeki “Teğmen Bui Quang Than ve yoldaşları 30.04.1975 “ yazan fotoğraftaki dört Vietnamlı asker, saray bahçesine girdikleri tankın önünde durmuş, savaşın bitişini haberliyordu.
ABD’nin her türlü desteği ile iktidarını sürdüren Ngo Pinh Diem diktatörlüğünü protesto etmek için, mavi renkli Austin arabasıyla Saigon’a gelip, 11 Haziran 1963’de kendisini yakan keşiş Thich Quang Duc’un alevler içindeki kıpırtısız bedeni gözlerimi tutuşturarak geçti aklımdan.
2 Kasım 1963’de kurşuna dizilerek öldürülen Diem’in halkına zulmederken yaşamış olduğu sarayın devasa salonlarındaki yemek takımlarını, koltuk takımlarını, halılarını, perdelerini, avizelerini, sinema salonunu ve çatısında bekleyen helikopteri gördükten sonra, sığınağının kapısında dolaşan bir hamam böceğiyle karşılaşmak çok komik göründü gözüme Ho Amca. Saraylarda yaşayan hamamböceklerinin hayatlarını düşündükçe de gülesim geliyor hala.
Halong körfezinde su köyleri
Hon Gai kasabasındaki pazar yerinde, okyanustan çıkarılan balık, ahtapot, midye, istakoz ve benzeri her tür deniz ürünü, sebze, bitki kökleri satıyordu kadınlar.
Uyuyan ejderha, suya inen ejderha gibi mitolojik isimleri olan Halong Körfezinde, dubaların üzerine yaptıkları evlerde yaşayanlar, balıkçılık, istiridye ve kültür incilerinden sağlıyorlarmış geçimlerini.
UNESCO Dünya Doğa Mirası listesindeki Halong Körfezinde tekneyle, yüzlerce kireçtaşı adasının ve denizden yükselen kayalıkların arasında dolaşırken; mağara gezip, deniz üzerinde kurulu su köylerindeki günlük yaşamı izlerken akıp geçti saatler. Teknelerindeki sebze, meyve ya da incileri satmak için gemiden gemiye kürek çekerken kadınlar, karanlığın ve sessizliğin elbirliğiyle üzerini kapladığı sularda gecenin hükmü başladı. Korsan hikayelerini ballandırarak anlatırken eski zamanlar, birer ikişer uykuya çekildi gemiler…
Bin yıllık gelenek: Su Kuklaları
Hanoi’ye giden yol boyu uzanan pirinç tarlalarında su içinde çalışan çoğu kadın çiftçiler, çeltik fidelerini seyreltiyordu. Biliyor musun Ho Amca, tabağındaki tek bir pirinç tanesini bile israf etmeden yiyen kimi görsem, Vietnamlı gerillaların hayatta kalma mücadelelerinden haberdar olduğunu düşünüyorum hala.
Sevgili Ho Amca, Hanoi’de dolaşan insanların arasına karışıp, kırmızı ayakları Kılıç Gölünün yeşil sularında kaybolan Güneş Işığı Köprüsünden; Kral Le Loi’nin büyülü bir kılıçla ülkesini Çin işgalinden kurtarmasının ardından kılıcın gölde yaşayan kutsal altın kaplumbağaya geri dönmesini anlatan efsaneyi dinledim.
Bin yıllık gelenek olan ve UNESCO dünya somut olmayan kültürel miras listesinde yer alan, sahne olarak su dolu bir havuzun kullanıldığı su kuklaları gösterisini izledim ve çok sevdim.
Budizm’de saflığın sembolü olan lotus çiçeğine benzetilerek 1049 yılında inşa edilen Tek Sütunlu Pagoda’nın bahçesi ziyaretçilerle doluydu.
1070 yılında Kral Lý Nhan Tong tarafından inşa edilerek Çin’li filozof Konfüçyüs’e adanan ve Vietnam’ın ilk üniversitesi olan; kendi döneminde bürokratların, kaymakamların, valilerin yetiştiği bir mülkiye mektebi özelliğindeki Literatür Tapınağının avlularında coşkuyla keplerini fırlatan kızlı oğlanlı öğrencileri seyrede seyrede bitiremedim.
Sevgili Ho Amca, vedalaşmadan önce şunu söylemeliyim ki, çocuk olduğum günlere geri dönerek umutlarımı tazelediğim için olsa gerek, Vietnam’a ayak bastığım andan itibaren eve gelmiş gibi hissettim kendimi.
Bir de şu var ki, üzerinde ‘Aydınlatan Başkan Ho Chi Minh’ yazan anıt mezarın önünde her yaştan kadınlar ve erkekler ucu görünmeyen kuyruklarda beklerken bazılarımızın aklından aynı soru geçiyordu sanki: Ernesto ve Ho Amca da olmasa bizim gayri kimimiz var? (Gİ/HK)