Dokuz gün boyunca Cizre’de uygulanan “muhasara”, “işgal” ve “zulüm” rejimi, akla Antik Yunan edebiyatında, M.Ö. beşinci yüzyılda yazılmış, Antigone trajedisini getiriyor.
Cizre’de ölüm devletin eliyle geldi. Antigone trajedisinde ise ölüm, ülkeyi yönetecek olan iki kardeş prensin aralarında çıkan kavga sonucunda birbirlerini öldürmesi ile ortaya çıkıyor.
Antigone’de savaş sonrası kral olan Kreon, kardeşlerin birinin devlet töreniyle gömülmesini diğerinin cesedinin ise, yabani hayvanlar tarafından parçalanmak üzere açık havada bırakılmasını emrediyor. Bu kardeşin kralın emriyle gömülmesinin yasaklanması, Cizre’de devletin getirdiği sokağa çıkma yasağı sonucunda cenazelerin gömülememesi ile bir benzerlik taşıyor.
Sofokles’in yazdığı tiyatro oyunu Anatigone, modern zamanlarda tanınmış yazarlar tarafından yeniden yorumlanarak yazılmış bir trajedidir. Bu yazarlar arasında Jean Anouilh, Jean Cocteau, Bertold Brecht ve Kemal Demirel de var. Demirel’in eseri Yunancaya çevrilmiş ve Yunanistan’da sahnelenmişti.
“Trajedi” kelimesi Türkçeye yanlış olarak “ağlatı” olarak girmiş. Oysa “trajedi”, insanları ağlatmak için yazılmış, acıklı bir hikaye olmayıp, antik Yunan edebiyatında, tiyatro eserlerinde kullanılan felsefi/edebi bir üsluba verilen addır. Trajedide kişi, tanrı buyruğu, kader, gelenekler veya bir kralın emirleri gibi karşı koyamayacağı kuvvetlerin etkisi altında kalarak istemediği bir sona doğru sürüklenir.
Ioanna Kuçuradi, şöyle bir tanım yapıyor: Trajedide kişi kendini birbiriyle çelişen iki pozitif değerin (etik/ahlaki değerin) arasına sıkışmış olarak bulur. Bu bir “trajik durum”dur. Kuçuradi, kişinin doğru ve etik değeri olan bir eylemi yerine getirmek isterken kendini aşan güçler tarafından engellenip bunu yapamamasını da yine bir trajik durum olarak niteliyor.
Kobané’de IŞİD’e karşı savaşırken hayatını kaybeden gençlerin cenazelerinin Suruç’ta Mürşitpınar sınırkapısında bekleterek gömülmesine izin vermeyen, yine aynı şekilde Cizre’de çocuklar dahil insanları katledip sokağa çıkma yasağı koyarak onların gömülmesine engel olan devletin yaptığı da bir “trajik durum” ortaya çıkartıyor.
Ülkemizde, etnik ve dinsel farklılıklar arasında önce düşmanlık ve anlaşmazlıklar yaratılıp sonra bunları körükleyip ortaya çıkan çatışmalarda taraf tutarak, geçmişte yapılan linç/toplu kıyımlar yeniden sahneye çıkartılıyor.
“Etnik ve dinsel farklılıklar” demek her şeyi anlatmakta yetersiz kalır. Düşmanlık, polisle halk ve gençlik, jandarmayla köylüler, bir köyle başka bir köy arasında, bunların bazılarını korucu veya korucu kadınlar olarak örgütleyerek de yaratılabiliyor. Yani en doğrusu ve kolayı barışı kurmak ve korumak iken, insanları bölerek yönetmek daha kolay geliyor onlara.
Cizre ve Antigone benzetmesine geri dönersek, Cizre’de devlet özel timler ve askerle şehri ablukaya alarak sokağa çıkma yasağı koydu.
Minare şerefelerine yerleştirilen keskin nişancılar sokakta gördükleri her yaştaki insanı vurmaya başladı. Böylece 21 kişinin öldürüldü. Sokağa çıkma yasağı yüzünden ölüler gömülemiyordu ama bunun yanı sıra hasta olanlar, yaralılar da hastaneye götürülemiyordu.
Ölünün gömülmesi, “toprağa verilmesi”, ahlaki ve geleneksel bir görevdir. En zorlu ölüm kalım savaşlarında bile cephedeki yaralıları ve ölüleri toplamak için ufak ateşkesler yapılır. Birinci Dünya Savaşı’nda da örnekleri var bu tür ateşkeslerin.
1914 Aralık ayında, gerçek bir olaya dayanan, Noel’de gayrı resmi bir ateşkes ilan edilip cepheye gelen sanatçıların söylediği ilahileri oparlörlerle karşı tarafa dinletilişini anlatan bir film de yapılmıştı. (Joyeux Noel, 2005) Çanakkale savaşlarında bunun örnekleri olduğunu biliyoruz.
Antigone’de prenslerden biri kralın emriyle gömülemiyor ama prensin kız kardeşi olan Antigone, bir ölü gömülmezse onun ruhunun ilelebet huzura kavuşamayacağını biliyor, ölüm cezasını göze alıp (çünkü kral cesedi gömmeye kalkışan kişinin idam edileceğini söylemiş) krala isyan ederek kardeşini gömüyor.
Yaptığının cezası olarak bir mağaraya kapatılıp üstüne duvar örülüyor. Burada trajedi Antigone’nin kardeşi -ama sade bu değil,- iyi bir insan olan Polinikes’e karşı vazifesini yapmakla kralın emirlerine uymak arasında ortaya çıkıyor. Çünkü o çağda kralların tanrılara dayanan bir nitelikleri de olduğuna inananlar için, kralın emirlerine uymak etik bir değer olarak addediliyor.
Antigone hiç tereddütsüz ölümü seçerek kardeşinin cesedinin üzerini toprakla örtüyor. Cizre’de öldürme emri verenlerin tanrısal bir gücü yok. Fakat ölüyü gömmemek hem günah hem de ahlaksızlık.
Böyle bir görevi yerine getirememek ölüye karşı görevinin yapılamaması oluyor, ve Kuçuradi’nin tanımladığı “trajik durum” karşımıza çıkıyor. Cizre’deki trajedi bununla kalmıyor, çocuğunu buzdolabında bekleten anaların yazdığı modern zamanların tragedyası ile insanlığımız buzdolabına konuyor.
Devleti yönetenlerin çoğu kez kendi yanlış ve kötü niyetli yönetimleri sonucu ortaya çıkan ölümlerde üzüntülerini ağlıyormuş gibi yaparak göstermelerine sık rastlıyoruz. Bu, “göz yaşlarına hakim olamamak,” gibi anlamsız ve patriarkal bir ifadeyle anlatılıyor. Bundan, “Erkek ağlamaz ama hakim olamıyor…” gibi bir anlam çıkıyor.
Böyle yalancı gözyaşları dökmek, görkemli törenler, yıldızlı apoletler eşliğinde halkımızın bir kısmının da düşmanlık ve husumet etkisi yaratıyor. Halbuki samimi ve yalansız törenlerin yapılması, ilgili bütün taraflar arasında daha teselli edici, olumlu ve sonunda barışa yönelik etkiler yaratır.
Cizre’de, aralarında çok küçük çocuklar olan, 21 kişinin keskin nişancılar tarafından vurulması ve sonra biri hariç hepsinin terörist olduğunun ilan edilmesi bunun aşikar bir örneği. Çünkü bu söylenen büyük bir yalan.
Mühendislik okumasına rağmen aktörlük yapmayı çok seven bir arkadaşımız vardı. Sahnede en zor şeyin gözlerinden yaş gelmeden ağlama rolü yapmak olduğunu söylerdi. Birgün sevinçle geldi, “Buldum,” dedi, “kendimi çok zorlarsam gözlerimden yaş getirebiliyorum”.
Bizim devletimizi yöneten şahsiyetler de ağlama meselesini çözmüş. Saray iktidarını kurmak için bir savaş başlatmışlar. Bu kirli savaşta ölenlerin cenazesinde ağlamaları gerekmiyor çünkü ölümler zaten onların kendi eseri. Ama “kendilerini zorlayarak” gözyaşı getirebiliyorlar.
Bir de gerçekten ağlayanlar var tabi. Ölen gencecik insanların anneleri, babaları, kardeşleri, çocukları. Bu durumlarda gerçek ağlamayla timsah gibi yalandan ağlama birbirine karışıyor, Zaten istenen de bu değil mi? İyiyi kötüye, namusluyu namussuza karıştırıp oyları saray lehine “cuppalamak” değil mi muktedirlerin yapmak istedikleri?
Savaşta ağlamak zaten olmaz. Cephede etrafında arkadaşlarının düştüğünü gören; aynı zamanda, “düşman” devlet tarafından oraya gönderilmiş masum gençleri kendisinin nasıl öldürdüğünü düşünen asker de ağlamaya başlayabilir. Böylece karşılıklı ağlaşan iki ordu savaşamaz ve kendiliğinden barış gelmiş olur.
Ama işte tam da bu olmasın diye asker, özel tim üyesi, polis için yapılan kışkırtıcı propaganda, işledikleri savaş ve insanlık suçlarını “cesaret”, “menkıbe”, “kahramanlık” olarak göstermek bir savaş suçundan başka bir şey değildir.
Her şeyi savaşla çözemeyiz, düşmanlık yaratarak çözemeyiz. Ama bunu iktidara gelmiş olan sadece kazançlarıyla ilgilenen politikacılara anlatmak imkanı yok mudur?
Türkiye’nin Linç Rejimi adlı kitabı üzerine yaptığı bir söyleşide Tanıl Bora şöyle diyor: “Milli hassasiyetleri kabardığı söylenen guruplar sokağa dökülüyor… (hükümet) bir milli seferberlik karambolü” yaratıyor.
Sonuç olarak linç örgütleri muhalif partilerin ilçe örgütlerini yakıp yıkıyor, arkasından hamasi söylevler çekiliyor amaç muhafazakar oyları iktidar partisine yönlendirmek. Gözyaşları da buna yardımcı oluyor.
Antigone trajedisinde Antigone’nin nişanlısı aynı zamanda kralın oğlu olan Haemon, oyunun sonunda Antigone’nin kapatıldığı mağaranın duvarını yıktırıp içeri giriyor.
Nişanlısının kendisini astığını görünce üzüntüsünden intihar ediyor. Bunun üzerine kralın karısı da intihar ediyor. Arkadan sahneye çıkan kral bütün ailesini kaybettiğini, kendisinin değersiz bir hiç olduğunu söylüyor ve oyun bitiyor. (ÜE/HK)
* Görsel Yunanistanlı ressam Nikiforos Lytras'ın "Antiogone" adlı tablosu.