Seçimlere bağımsız adaylarla girseler fark edilmeyecekti muhtemelen ama HDP’nin seçimlere parti olarak katılma kararı ülkemizin Kürt sorununa duyarlı olduğunu düşünebileceğimiz kesimlerinin bu sorundan ne kadar bihaber olduklarını, yıllardır yapılan dezenformasyonun nasıl da içlerinde yer ettiğini, kök saldığını açığa çıkardı. (Açığa çıkardı, gösterdi gibi ifadelerin sorunlu olduğunun farkındayım; bu yargıya okuduklarımdan, izlediğim ve yakın çevremde tanık olduğum olaylardan yola çıkarak vardığımı belirtmeliyim).
Bir tarafta tehditkâr, nobran, buyurgan ve yeri geldiğinde de had bildiren bir üslup; diğer tarafta aşırı kuşkulu, sorgulayıcı, dile getirilen politikaların samimiyetini sorun edinen, doğru politikaların ne olduğunu ve ne olması gerektiğini tarif etmekten haz duyan ve bununla yetinen bir üslup… Bu kadar görmezlikten gelme ya da sinizm artık nasıl mümkün olabilir? Sadece Kürt sorununu değil kendi sorunlarını da kavramaktan, anlamaktan aciz bir bakış açısı bu.
Doksanlı yıllarda Güneydoğu’da olan bitenler hakkında yeterince bilgi almaktan mahrum olduğumuz, aktarılan bilgilerin gerçekleri yansıtmaktan çok uzak olduğu; medyanın dar kanallarına ve zehirli diline mahkûm olduğumuz bir vakıa. Ama en azından son on yıldır aynı durumda olduğumuz söylenebilir mi? Basılan bunca kitap, rapor, yayın ve en önemlisi internet ortamından elde edilebilecek son derece ayrıntılı bilgilere rağmen olan bitenden hala habersiz olunduğuna işaret eden bu kadar yüzeysel yorum ve değerlendirmelerin yapılıyor olması düşündürücü. Şiddetin her türlüsüne maruz kalmış bir toplum görüş alanımıza neden girmiyor ya da mağdur edilen insanlar Kürt olduğunda, olay görüş alanımızdan neden bu kadar kolay çıkıyor? Sadece kötü niyet mi? Göç, göçmenlik ve mültecilik ile ilgili sorunlar hakkında medyada her gün bir habere rastlamak mümkün örneğin. Ama zorunlu göç ve köy boşaltma uygulamaları nedeniyle aynı sorunun yirmi yıldan fazla bir süredir ülkemizde yaşanıyor olduğu atlanılıyor. Üç milyondan fazla insanın evlerini, arazilerini, hayvanlarını, meralarını, bahçelerini, ağaçlarını, neredeyse tüm mal varlıklarını geride bırakarak nasıl mülksüzleştirildiklerini ve hayatlarının ne kadar güvencesiz kılındığını, neler çektiklerini meraklı değilseniz öğrenme şansınız hâlâ yok.
Baskının ve şiddetin her yerde olduğu, çok daha gerilere gitmeden, 12 Eylül rejiminin ülkenin her yanında mağduriyet ürettiği söylenebilir. Doğru da. Ama baskının, nasıl bir hayat yaşayacağımızı dikte eden zorba bir politik iklimin ülkemizin Güneydoğu’sunda yarattığı mağduriyetlerle geri kalan kısmında yol açtığı mağduriyetler aynı değil, kıyaslanabilir değil. Yaşananları dile getirme yollarının açılması ve yaşanan ortak acılara daha duyarlılıkla yaklaşan politikalar geliştirilebilmesi bu nedenle çok önemli.
Yıllardır üzerimize boca edilen hâkim söylemin acıları değersizleştirmek üzerine kurulu olduğunu fark etmeliyiz. Bu söylemi şiddetle ve bıkmadan reddetmeliyiz. Aynı söylem askerde çocuğunu yitirmiş ailelerin acılarını da değersizleştirdi, değersizleştiriyor.
Ölümler karşısında ortalıkta hep aynı söylemin dolaşıyor, aynı açıklamaların yapılıyor olmasındaki tuhaflığı fark etmiyoruz. Hangi acı bu kadar homojen bir söylem üretebilir ve evladını yitirmiş insanları hep aynı dili konuşmaya hapsedebilir ki? Bazen nelerin söylenmediği daha önemli değil mi? Bu insanların da neler yaşadığını bilmiyoruz. Bilmiyoruz. Anlayışımız bu konuda da çok kısır ve yetersiz. Aslında mağduriyet yaşayan, şiddete maruz kalmış herkesi görüş alanına çıkarmak, yaslarına ortak olmak, dertlerini dert edinmek temel meselemiz olmalı. Bu politikanın bir karşılığı var. Bir hakikat ve adalet komisyonu vasıtasıyla geçmişte yaratılan bütün mağduriyetleri ortaya çıkarmalıyız. Önce susanları fark etmeli, seslerini duymalıyız. Belki böylece, yitip giden hayatları anneleri, babaları ve sevdikleri ile birlikte anmak; yaslarımızı birlikte tutabilmek mümkün olabilecek. Barışmanın tek yolu birbirimizin yasına saygı gösterebilmek, beraber yas tutabilmek değil mi? Bu tutum gidenleri geri getirmese de kalanları onaramaz mı?
Geçmişin acıları hiç yaşanmayabilirdi de. Yasımızı içimize gömerek yaşamak zorunda olmayabilirdik. Ama olması engellenemedi. Yeniden yaşanmasına engel olmaksa olanaksız değil? Fark etmemiz, sürekli dile getirmemiz, mesele yapmamız gereken en önemli şey Güneydoğu’daki çatışmanın, direnişin ya da düşük yoğunluklu savaşın artık yaşanmamasının mümkün olduğu. Zamanla, çatışmasızlık sürdükçe fark edilecek ki geçmişte de hiç yaşanmaması mümkün olabilirmiş. HDP’nin demokratik ve barışçı dili destek buldukça bu gerçek daha çok belirginleşecek. Mevcut yıkım ve talan düzenini destekleyen herkesin en büyük ve tek korkusu da bu. (BŞ/HK)