Hatırlarsınız, Türkiye’nin eski Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ve ekibi, dünyanın belli başlı müzelerine dayılanıp Türkiye’ye ait olduğunu iddia ettikleri eserlerin iadesini talep ediyor, bu konuda kimi zaman muhatablarını hayrete düşüren bir özgüven sergiliyordu.
Günay bir uluslararası toplantıda kendisine yöneltilen şu soruyu ise duymazlıktan gelmişti: “Peki Türkiye, İskender Lahdi’ni Lübnan’a geri vermeyi düşünüyor mu?” Şansım olsa ben de şunu sormak isterdim mesela: Sultanahmet’teki Dikilitaş (Theodosius Obeliski) Mısır’a iade edilecek mi?
İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen en paha biçilmez eserlerden İskender Lahdi, 1887’de Lübnan’dan gemilere yüklenerek İstanbul’a getirilmişti. Mohammed Sherif adında bir köylü, Sayda (Sidon) yakınlarındaki tarlasını kazarken bir takım mezar odalarına rastlamış, bunu yetkililere haber verince konu dönemin padişahı Sultan II. Abdülhamit’in kulağına kadar gitmiş, o da vakit kaybetmeden Osman Hamdi Bey’i bölgeye göndermişti. Osman Hamdi Bey mezarları açtırarak nekropoldeki 18 lahitten 11’ini İstanbul’a taşımıştı. Sonradan Sidon Kralı Abdalonymos'a ait olduğu anlaşılan ama üzerinde Büyük İskender’in katıldığı savaşın tasviri olduğu için bu adla anılan İskender Lahdi de bunlar arasındaydı.
Sultanahmet'teki Dikilitaş, Theodosius Obeliski |
Bu ‘lahana turşusu perhizi’ için Bakanlığın açıklaması hazırdı: “Ama oralar o vakit Osmanlı toprağıydı!” Yani sömürgelerin tarihi/kültürel eserlerini yağmalamak mübah, ama bunların başkasının eline geçip yabancı ülkelerin müzelerinde sergilenmesi ayıptı.
Hükümet ‘eserlerin iadesi’ meselesini öyle ileri götürmüştü ki, 1927’de Suriye’den kaçırılan bir esere de (Samsat Steli) sahip çıkmış, British Museum’dan 90 yıldır elinde tuttuğu bu eserin iadesini istemişti! Nereye? Suriye’ye değil elbette, Ankara’ya! Osmanlı yıkılmış olabilirdi ama Suriye ebedi müstemlekemiz sayılırdı ne de olsa, tıpkı şu anda varsaydığımız gibi.
Daha da eskilerden eşsiz bir kitaba dair, insanı hayli öfkelendiren şu hikâyeyi de daha yeni okudum geçenlerde:
Ecnebilerin Nemrut (Grim), Türklerin ise Yavuz adını taktığı Sultan I. Selim 1517 Şubat’ında Memlûk Sultanlığı’na son vermek üzere Kahire’ye girdiğinde, askerlerine üç gün boyunca şehri yağmalama izni vermişti. Talanın ardından 800 Memlûklunun kafasını uçurup onları sergilemiş, Mısır’dan ayrılırken de şehirde kültürel zenginlik namına ne var ne yoksa gemilere yükleyip İstanbul’a taşıtmıştı. (Sırf bu yüzden, Kuzey Ormanlarını talan ederek yapılan köprüye Yavuz Sultan Selim'den daha uygun isim bulunamazdı bence.)
Kahire’den kaçırılan, aralarında orijinal el yazmalarının da bulunduğu kitaplar İstanbul’daki çeşitli kütüphanelere dağıtılmıştı. Arap edebiyatı açısından “1001 Gece Masalları” ile kıyaslanabilecek kadar önemli bir eser, geçmişi 10. yüzyıla dayandırılan fantastik öykülerden mürekkep “Al-hikayat al-‘ajiba wa’l-akhbar al-ghariba” (Acayip Hikâyeler ve Garip Haberler) adlı kitabın tek kopyası da o esnada kayıplara karışmış, izleyen dört asır boyunca izine rastlanmamıştı. Ta ki el yazması 1933'te Alman bir araştırmacı tarafından Ayasofya Kütüphanesinin tozlu raflarında –ilk sayfası yırtık halde- bulunana kadar. Kitabın ilk etapta Almanca çevirisi yayımlanmış, 1956’da nihayet Arapçası basılmıştı. İngilizcesi ise ancak bu ay başında Penguin Classics tarafından yayımlanabildi.
Bugün Yenikapı’daki kazıdan çıkan eserlere çanak çömlek muamelesi yapan aynı sömürgeci zihniyet, Arap edebiyatının temel taşlarından birini 400 küsur yıl bir kütüphanenin kuytu köşesinde ‘korumaya almış’, çok mu?
Elbette Küba dağlarında serabını gördükleri caminin de, müzelerden topladıkları koleksiyon parçalarının da değerini (dolar cinsinden) onlar bilecek; Nemrut Selim’in torunları. (NS/HK)