“Evlat gözleri sana benzeyen çocukları seviyorum şimdilerde öylece uzaktan uzağa çaktırmadan bakışlarında var mısın diye bakıyorum. Gülerken gözlerinin içi gülenlere, nefretsiz dupduru bakanlara bakıyor ve bakışlarına hayran oluyorum.”
Nerden başlasak bilemeyiz ki… Kolay değil hani, hiç kolay değil.
Yüreğimiz, gönlümüz, acımız gözlerimizdeki yaşlarla ve sözcüklerimiz yettikçe anlatabilmeli ve anlayabilmeli… Belki bilinir diye, belki duyulur diye, günün birinde belki diyebilmek için hiç olmazsa yüreğinizin bir köşesinde, köşesinin en köşesinde bulunur diye anlatmalı.
Kolay değil hani; o zamanlar, şu zamanlar, taa bu zamanlara kadar bütün zamanların insafsızlığında Allah’ın da bakışmalarındaki sessizliğini anlatmak hiç kolay değil.
Bilmem biliyor musunuz, beş yüz hafta oldu.
“Tolgam elleri sana benzeyen çocukları seviyorum şimdilerde. Öylece uzaktan uzağa çaktırmadan bakıyorum sana benzeyenlere, çaktırmadan uzaktan öpüyorum. Yanlarına gitsem tutsam ellerini senin kadar sıcak mı zarif mi bilmiyorum. Öylece bakakalıyorum.”
Beş yüz hafta… O meydanda gelemeyenini/kaybedilenini beklerken ne çok yağmurlar ve ne çok karlar düşmüştür üzerlerine… Ya rüzgâr onların bakışlarını, o hüzünlü bakışlarını, bekleyen ve hep bekleyecek olan bakışlarını alıp da ötelere, en ötelere oradaki dönemeyenine, bir daha hiç olmayacak olanına götürmüş müdür?
Sahi, gördünüz mü Cumartesi Annelerimizi, sizin anneniz de Cumartesi Annesi mi?
“Yüreği sana benzeyen çocukları çok seviyorum şimdilerde. Nerede çıkarsız ve umarsız, nerede karıncayı bile incitemeyecek kadar ince yürekli, içi dışı aynı saydamlıkta birini görsem sen sanıyorum. Çaktırmadan ellerini gözlerini yüreğini öpüyor, öpüyor, öpüyorum. Koşsam gitsem artları sıra, ‘Tolga olur musunuz?’ desem; diyemiyorum. Öylece kalıyorum.”
Milyon insan oldunuz… Milyon ayak, el, göz ve kulak, kulak ve göz olup geçtiniz önlerinden… Bir bakış, küçük, küçücük bir bakış da olsa verdiniz mi onlara, buluşturdunuz mu bakışlarınızı onlarla?
Buluşsaydı eğer bakışlarınız, görseydi görmeye ve duymaya meraklı o gözleriniz ve kulaklarınız yüreği sizinkilere benzeyen oğullarının, kızlarının, sevgililerinin, babaları ve annelerinin var olduğunu görürdünüz, duyardınız, hissederdiniz.
Hiç olmamış gibi olmak ne demek bilir misiniz? Bu mümkün müdür acaba?
“Mezarları belli olmayan çocukları seviyorum şimdilerde. Senin gibi, yaşamları çalınanları. Kah bir sokakta, kah bir karakolda, kah gizli işkence yerlerinde yargısız sorgusuz yok edilmiş olanları…”
Siz de bilemezsiniz, biz de bilemeyiz onların neler hissettiğini, neler çektiklerini ve yaşadıklarını…
Sıradan bir hayat değil bu çünkü; sıradan bir yaşanmışlık hiç değil… Keşke onların birbirine benzeyen hikâyelerin fotoğraflarını anlayabilecek yaşta olabilseydik.
“Sana benzeyen hikâyelerin fotoğraflarına bakıyorum kahroluyorum. Bir gücüm olsa tanrısal ve çekip çıkarsam hepinizi karanlığın zulmünden. Ortaya çıktığı gün akıbetin bil ki bu, katilin sonu olacak. Ve inan ki ahımız yerde kalmayacak. Seni çok özledim ürkek güvercinim. Sana benzeyen çocukları çok seviyorum bugünlerde.” (KT/HK)
* 7 Ağustos 2004 yılında devlet tarafından kaybedilen oğlu Tolga Baykal Ceylan’a, anne Kadriye Baykal Ceylan’ın yazdığı mektup.