Başbakan Erdoğan’ın “Reyhanlı’da 53 Sünni vatandaşımızı şehit ettiler” diyerek (bkz.) ölüler üstünden bile mezhep ayrımcılığı yaptığı 11 Mayıs 2013 Reyhanlı Saldırısı’ndan birkaç gün sonra, Amerika ziyaretleri sırasında Emine Erdoğan’a yazarı Fathali Moghaddam tarafından armağan edilen ‘Diktatörlüğün Psikolojisi’ kitabı, Mart 2014 itibariyle, 3P Yayıncılık’ın girişimiyle Türkçe’de yerini aldı.
Bir çoğumuz, bu kitabı “Başbakan Erdoğan’ı anlatıyor mu? / betimliyor mu?” diye okudu/okuyacak. Ben hem bu nedenle, hem de çeşitli çalışmalar yürüttüğüm (bkz. metnin sonundaki ek okuma önerileri) politik psikoloji alanına ne tür bir katkı sağladığını saptamak için okudum. Kitap, daha önce konuyla ilgili okuma yapmamış olanlar için ve güncel bir Türkçe kaynak kitabın bulunmadığı politik psikoloji dersi için okuma olarak önerilir. Ancak, bu alanda çalışmalar üreten bir araştırmacı olarak, yeni birşey öğrenmediğim gibi, çeşitli nedenlerle hayal kırıklığına da uğradım. ABD kaynaklı benzeri kitaplarda, ABD’nin ‘diktatör’ olarak ilan ettiği çeşitli kişiliklerin aynı kefeye konduğunu (örneğin, Humeyni’yle Castro, s.248; Humeyni’yle Chavez, s.135) zaten biliyordum ve kitap, beklediğim gibi çıktı.
Kitapta tek satır Erdoğan’dan bahsedilmemesi de dikkate değer; üstelik, Reyhanlı Saldırısı’nın hemen sonrasında. Ayrıntılı yorumlara girmeden, baştan özetleyelim: Yazar, politik psikoloji araştırmalarıyla kendi siyasi görüşlerini içiçe sokmuş. Bilimdışı birçok parça var. Örneğin, diktatörlükleri yıkmak için askeri müdahele yapılabileceğini savunuyor (s.284-285); kapitalizme övgüler düzüyor (s.273); isyanları halk ekseninde değil egemenler içi çatışmalar ekseninde okuyor (s.283-284) vb.
Atanmışlar ve oligarşi
Devam edelim: Yazar, kitap boyunca, adil seçimlere sık sık vurgu yapıyor; ancak, devlet görevlilerinin çoğunun seçilenler değil atananlar olduğunu unutuyor. Atananlar, sayıca, seçilenlerden hem daha fazlalar hem de daha etkililer (Örneğin, Amerikan Merkez Bankası (Federal Reserve) atamaları).
Atananlar, seçilenlerden daha yetkiliyse, seçim göstermelik oluyor. Kimi durumlarda, diktatörün asıl yöneten değil vitrin olması (hele Amerika’nın gizli sömürgesi olan ülkelerde); arkasındaki derin güçleri uzlaştırarak ya da uzlaştırmaya çalışarak temsil ediyor olması gibi olgulardan da haberdar görünmüyor.
Yazar, adil olmayan seçimlerle iktidara gelen diktatörleri ‘demokratik diktatörler’ olarak adlandırıyor (s. 40, 259). Bu adlandırmada da, atanmışların esamesi okunmuyor. Bu vitrin yorumuna bağlı kalsaydı, lider ve elitler yerine, egemen sınıflar ittifakı anlamında ‘oligarşi’ kavramını kullanacaktı belki de. ‘Oligark’ kavramının yaygınlaşması, Sovyet dönemi sonrasına rastlasa da, ‘oligarşi’ sözünün Türkiye’deki tarihi, daha eski. 68 gençlik hareketinin çözümlemelerinde, ‘oligarşi’ sözü sık sık geçer. O kuşak, görüntüde yönetenlere değil perde arkasından yönetenlere odaklandığı için, ‘oligarşi’ çok kullanılışlı bir kavram olmuştu; hâlâ da öyle...
Yazar, diktatörlüğü diktatörün kişiliğine indirgeyen yaklaşımları ve narsisizm türü açıklamaları eleştiriyor (s.19-20, 64, 121, 236). Bunları basit ve mekanik buluyor. Yazara göre diktatörlük, neden-sonuç ilişkisiyle açıklanamayacak kadar karmaşık. Aynı biçimde, politikaya yönelik nörolojik açıklamaları (beyin bölgeleri vb.) eleştiriyor (s.65-66). Kitapta bu tür açıklamalar görülse de ve yazarın kitabının adı, ‘Diktatörlüğün Psikolojisi’ olsa da, verdiği örnekler, çoğunlukla, kişiler (diktatörler) üzerinden. Bu da, yöneticiler değişebildiği için demokratik görünen, ancak iktidardaki endüstriyel-askeri-finansal oligarşinin değişmediği ABD’nin sistemik diktatörlüğünü görmesini engelliyor. Kendisi tersini ileri sürse de, çoğunlukla, sistem eleştirisi yerine, kişi eleştirisi yapıyor (örneğin, Humeyni, Putin, Stalin, Mao, Chavez vb.). Bu da, “[b]unun da ötesinde liderlik, bir ilişkiler yumağıdır; yani liderliği anlamak için, liderler ve takipçileri arasındaki ilişkileri düzenleyen normatif sistemleri (kaideleri, kuralları ve değerleri içerir) incelemeye de gerek duyulur” demiş olsa da (s.238), liderleri destekleyen elitlerin ve kitlelerin özelliklerini pek fazla incelemediği için, kimi çözümlemelerinin yüzeysel kalmasına yol açıyor. Kitabın bir diğer eksikliği de, kitapta liderlikle ilgili bir bölüm olmasına karşın (8. bölüm, s.225-257), kamu yönetimi ve işletme alanlarında kuramsallaştırılan ve araştırılan liderlik türlerine (karizmatik, katılımcı, otokratik vb.) hiç girmemesi... Yazarın bir başka görüşü, aşağıda görüldüğü gibi, dikkat çekici. Kişilik açıklamasını reddederken, aslında, uyumlu ya da esnek kişilik tarifi vererek kendisiyle çelişiyor:
“Çok etkili liderlerin değişen koşullara daha iyi uyum sağlayabildikleri, yani her nabza göre şerbet verebildikleri ortaya çıkmıştır. Değişen durumlar karşısında değişmeyen kişilik özelliklerinden ziyade, nispeten esnek kişilik özellikleri daha iyi sonuç verir. (...)”
Askeri faşizm ve sivil faşizm
Yazar, burjuva ve proletarya diktatörlüğü ayrımı gibi ayrımları kullanmıyor. Sanki demokrasi, herkese yönelik olmuş/olabilirmiş gibi. Oysa kapitalist demokrasi, ezilenler için diktatörlüğe karşılık geliyor ve toplumsal eşitsizliklere dayanıyor. Ezenlere demokrasi, ezilenlere diktatörlük. Sana demokrasi, bana diktatörlük. Yani demokrasi-diktatörlük ilişkisi, Janus ya da bir madalyon ilişkisi. Yazar ise, bunu sarkaç eğretilemesiyle açıklıyor (s.9, 25, 27, 200-201).
Buna göre, toplumlar, demokrasi ile diktatörlük arasında gidip geliyor. Bunu Janus eğretilememe karşı, belki de, Yin Yang eğretilemesi ile açıklayabilirim (her diktatörlükte biraz demokrasi vardır ve her demokraside biraz diktatörlük vardır).
İşin aslı şu: Kapitalizmde, diktatörlüğün sivil ve askeri gibi çeşitli biçimleri var. Sivil olanını yazar, demokrasi olarak adlandırmış oluyor o kadar. Daha önce bir Mısır yazısında ileri sürdüğüm gibi (bkz. ‘Gezi Direnişi ve Mısır Devrimi’nin Çalınması’ başlıklı yazım), aslında, ‘12 Eylül Darbesi’ sözü, doğru değildir; liberal bir varsayıma yaslanır.
Sanki 12 Eylül’den önce faşizm yokmuş; ülkede bir sosyal demokrasi varmış, katliam olmuyormuş da, sonra 12 Eylül gelmiş, faşizm başlamış gibi bir algı yaratılıyor. Aslında, 12 Eylül, sivil faşizmden askeri faşizme geçildiği tarihtir. İşte bu liberal varsayım, yazara şunu da söyletiyor: “20. yüzyılın başlarındaki Almanya, demokrasiden diktatörlüğe kayan tipik bir ülke örneğidir.” (s.78). Yani neymiş, Hitler’den önce Almanya’da demokrasi varmış; Hitler gelince diktatörlük başlamış. Oysa, Hitler öncesinde de, Almanya’da önce bir savaş faşizmi, sonra da sosyalist önderler Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i katleden bir ‘sivil faşizm’ vardı.
Yazar, bu biçim değiştirme konusunun farkında olmadığı için, farklı bir diktatörlük tanımı yapmaya yöneliyor. Oysa, bir yönetimin insan hakları ihlalleri sistematik bir biçimde çoksa ve bunlar cezasız kalıyorsa; bu, bu yönetimi ‘diktatoryal’ saymak için yeterli olmalıdır; tıpkı Roboski ve Gezi örneklerindeki gibi. Bir diğer ve daha özelleştirilmiş tanımlama yöntemi, internet yasakları üstünden olabilir. Belki de, tam da bu liberal varsayım nedeniyle, kitapta sık sık Doğu Almanya’dan bahsedip eleştirirken, aynı dönemde Batı Almanya’da yaşanan insan hakları ihlallerine (örneğin Ulrike Meinhof) hiç girmiyor. Yazarın diktatörlüğe ve demokrasiye bakışının yanlışlığının bir diğer örneği, Antik Atina’yı bir demokrasi örneği olarak anması (bkz. s.39). Bilindiği gibi, Antik Yunan toplumları, köle toplumlarıdır; kölelerin bırakın oy hakkını, -adı üstünde- özgürlüğü bile yoktur. Oysa, birkaç sayfa önce, demokrasinin üçüncü koşulu olarak azınlık haklarını sunan yazarın, aşağıdaki alıntıyla birlikte kendi içinde çeliştiği anlaşılmakta:
“Demokrasinin üçüncü olmazsa olmazı azınlık haklarının korunmasıdır. Bir örnek vermem gerekirse, mesela Birleşik Devletler’de köleliğin sürdüğü zamanlarda, oy kullanan yurttaşların çoğunluğu köleliğin meşruiyetini kabul etmişti ki, köleliğin azınlık haklarını çiğnediği böyle bir toplum, demokrasinin hakim olduğu bir toplum olarak kabul edilemez” (s.30)
ABD ve diktatörlük
Yazar, demokrasi ve diktatörlük için 4 ölçüt koyuyor:
Şehir meydanı testi (“Bir yurttaş yaşadığı şehrin meydanına çıkıp, tutuklanma, hapse atılma ve fiziksel şiddete uğrama korkusu olmadan özgürce konuşabilir mi?”), iktidarı seçim sandığında göndermek, azınlık hakları testi ve bağımsız yargı (s.28-30). ABD’nin birinci testi geçtiğini söylüyor (s.28). İnsanın “ya işgal eylemleri (Occupy) ya savaş karşıtı gösteriler ya Seattle ve benzerleri?!” diye sorası geliyor.
Öte yandan, ABD’de şirketlerin (etikdışı uygulamaları dışarıya sızdıranların korunmaması nedeniyle) demokrasi testini geçemediğini söylüyor (s.29). İlerleyen sayfalarda (s.69-70), Amerikan işgal (Occupy) eylemlerinden söz ediyor; ama bununla, şehir meydanı testi arasındaki ilişkiyi kurmuyor. “Ama öte yandan ABD de dünyada diktatörlükleri destekliyor” diyecek mi diye soruyoruz ve neyse ki diyor (s.32) ve az da olsa, ABD’yi eleştiriyor (s.31).
Yine de, yazar, ABD’nin ve İsrail’in katliamlarını yok saymamakla birlikte, bunlara çok az değindiği için, bunları hafifsediği gibi bir izlenim uyandırıyor. Kitapta Amerikan katliamlarına ayrılan yer, bunun dünyadaki tüm toplam katliamlar içindeki oranının çok altında. Bu, yazarın ABD’li olmasından kaynaklanıyor olabilir. ABD’deki son gelişmeleri değerlendirirken, yüzeysel geçiyor ve ABD’nin diktatoryal niteliklerinden nadiren bahsediyor (s.298). Oysa, kitapta yer verdiği ve aşağıdaki alıntıda görülen bilgiler, kitabın en az yarısını ABD’ye ayırması gerektiğini gösteriyor:
“Sözü geçen genişletilmiş yetkiler Birleşik Devletler başkanına aşağıdaki durumlarda sınırsız yetkiler vermektedir: (a) Birleşik Devletler vatandaşlarına suikast düzenlenmesi, (b) terör şüphelilerinin süresiz olarak gözaltına alınmaları, (c) herhangi bir kişinin federal mahkemede mi yoksa askeri mahkemede mi yargılanması gerektiğine karar verme, (d) yetkisiz izleme/dinleme, (e) yurttaşların sürekli izlenmeleri için küresel konum belirleme sistemlerinin kullanılması, (f) gizli kanıt/tanık kullanımı, (g) gizli mahkeme/ yargılama, (h) Birleşik Devletler hükümeti yetkililerini savaş suçu incelemesinden muaf tutma, (i) yurttaşları yetkisiz izleme/dinlemeyle sorumlu yargı kuruluşlarına dokunulmazlık sağlama ve (j) yurttaşların ve yurttaş olmayanların diğer ülkelere yasa dışı transferi.” (s.298)
ABD’nin işgal ettiği ülkeleri de bu listeye ekleyince, yazarın, zaten başka ülkeleri incelemesine gerek olmadığı sonucu rahatlıkla çıkarılabilir. ‘Diktatörlüğün Psikolojisi’ kitabı, yalnızca ABD’nin incelenmesinden oluşsaydı, yeterli olacaktı aslında. Ama yazar böyle düşünmüyor. Diyor ki: “(...) Amerikan demokrasisi, diktatörlük-demokrasi sarkacının diktatörlük ucuna daha fazla kayma tehlikesiyle karşı karşıyadır (ki bu konu bu kitabın amacı dışındadır).” (s.304) Daha ne kadar kaysın diktatörlüğe Amerikan demokrasisi? Yukarıda, yetkiler listelenmiş. Üstelik, bu, neden, kitabının amacının dışında olsun... Üstelik, yazara ‘Uluslararası Seçkin Psikolog Ödülü’nü veren Amerikan Psikologlar Birliği’nin Etik Ofisi’nin şefinin, Guantanamo’da ve başka suç mahallerinde, psikolog olarak işkenceli sorgularda yer aldığı iddiası ayyuka çıkmışken (bkz.).
İnsan doğası ve Arap ayaklanmaları
Sıra, yukarıda andığımız kapitalizm güzellemesine geliyor. AB(D) merkezli bir bakışın ürünü olan bu sözlere, “Sanki büyük sanatsal, bilimsel, teknolojik yapıtlar, takım çalışmasıyla çıkmıyormuş gibi garip bir yorum. Doğru olsaydı, uzaya ilk çıkanlar, SSCB’li olmazdı örneğin.” diye not almışım:
“(...) Komünizm ile kıyaslandığında kapitalizm insan doğası ile daha iyi uyuştuğundan, kapitalizm doğal olarak daha başarılı bir sistemdir. Bireyleri ödüllendirmeye ve kendi kişisel birikimlerini yaratabilecekleri zeminler yaratmaya ihtiyaç duyan Bill Gates gibilerin bu tutumları, toplumsal düzeyde refah ve iş olanağı yaratılmasına olanak tanıdığından, bu gibi çabalar tüm toplumun yararına olacaktır. (...)” (s.273)
Yazar, yukarıdaki alıntıda, ek olarak, daha önceki sayfalardaki bir ifadesiyle çelişiyor:
“İnsanın kurallara uymaya ve itaate olan doğal yönelimi, diktatörlüklerin devamına ve demokrasilerin, demokratik ahlaki temelden koparak diktatörlüklere kaymasına yol açacak büyük tehlikenin sinyalini verir” (s.70)
Bu iki parçayı karşılaştırarak yazara sormalı: Hangisi doğru? İnsan doğası, bireyci midir; itaatkar mı?
Yazar, sık sık ‘Arap Baharı’ ifadesini kullanıyor (s.260, s.270). Hatta ‘Mısır’da, Tunus’ta ve Libya’da açık toplumu destekleyenlerin mücadelesi olan Arap Baharı (...)’ (s.129) gibi ifadeler bile kullanıyor. Özellikle Libya’nın altını çizelim. Bu kadar bilinçli bir akademisyenin en azından bir dipnotla, yaşananları kimilerinin neden ‘Arap Kışı’ olarak adlandırdığını ve neden kimi araştırmacıların ‘Arap Baharı’ yerine daha genel bir ifade olan ‘Arap Ayaklanmaları’ sözünü kullandığını açıklaması beklenirdi. Bir diğer dilbilimsel nokta şu: Bu kitapta, ‘İran Devrimi’ ve ‘devrimciler’ gibi ifadeler tırnağa alınsa iyi olurdu; çünkü yaşananları ‘devrim’ olarak tariflemeyen, onun yerine, sonuçları açısından ‘karşı-devrim’ diyen çokça kişi var. Aynı biçimde, Esat’tan sık sık diktatör olarak bahsedip Amerika’nın ve Erdoğan’ın desteklediği İslamcı katilleri anmaması, yanlı olduğunu gösteriyor. Devletleri diktatoryal ilan ederken, onlarla savaşan diktatoryal örgütleri/orduları yok sayıyor.
Diktatörlüklerde kadın, verimlilik ve güzel sanatlar
Yazar, diktatörlüklerin kadını geleneksel rollere (eş ve anne) hapsettiğini söylüyor (s.194-195’te); oysa bu, diktatörlük olarak değerlendirdiği birçok ülke için geçerli değil (örneğin, Küba, Kuzey Kore, Venezuela, Stalin döneminde SSCB (hani şu uzaya ilk kadını gönderen ülke). Bu, yazarın, kökeni olan İran’ı diktatörlüklerin bir prototipi olarak görmesinden kaynaklanan yanlışlarından biri. İlerleyen sayfalarda, bu konuda, yine kendiyle çelişiyor (s.252). Kuzey Kore, Küba, Vietnam, Venezuela, eski SSCB gibi ülkelere ‘diktatör’ diyor (diyebilir); ama onlarda kadın, geleneksel rollerde değil. ‘Yüce Diktatör ve Kadın’ altbaşlığı altında (s.252-255) yine aynı yanlışa düşüyor. Bu bariz hatayı ısrarla sürdürüyor. İnsan merak ediyor: Art niyet mi? Dikkatsizlik mi? Yoksa, geleneksel bir Amerikan propaganda kitabı mı? Oysa, birçok istatistiğin gösterdiği gibi, ABD’de kadınlarla ilgili istatistikler (örneğin, kadına yönelik şiddet), hiç iç açıcı değil.
Yazarın diktatörlük ve verimlilik ile ilgili açıklamaları, bilimsellikten çok kişisel görüşler içeriyor. Tek bir kitaba yaslanarak Nazi Almanyası’nın ne kadar verimsiz olduğuna bizi ikna etmeye çalışıyor (s.244-246). Hadi buna ikna olduk diyelim: köylü Rusya’nın nasıl olup da kısa sürede uzaya çıkabilen ilk ülke olduğunu; savaş dönemi Japon endüstriyel gelişmelerini; Çin’in nasıl süper bir güce dönüşebildiğini vb. açıklayamıyor. İlerleyen sayfalarda (s.246-247), AB(D) yanlısı metinlerde sık sık yinelenen ve SSCB’nin ne kadar bilimden uzak olduğunu göstermek için kullanılan Lysenko örneğini açıyor ve sanki SSCB’de her bilim alanı böyleymiş gibi bir hava yaratıyor. Bu tür örnekler bulunmakla birlikte, SSCB’de bilimin gelişmemiş olduğunu yazmanın ta kendisi, bilimdışı olacaktır.
Yazarın diktatörlüklerin güzel sanatlara müdahale edeceği/ettiği ve güzel sanatların kötüye gideceği/gittiği yönünde bir görüşü var ve hemen Jdanov’u anıp tüm diktatörlükleri mahkum ediyor (s.255-256); oysa bu durum, diktatörlük olarak saydığı tüm ülkeler için geçerli değil. Eski Sovyet ülkelerindeki sanat eğitiminin ve sanat dostluğunun bugünkü vahşi kapitalizm koşullarından kat kat iyi olduğunu en sıkı kapitalistler bile kabul ediyor.
Politik psikoloji ve kötülüğün psikologları
Politik psikoloji alanında belli başlı isimlerden olan Altemeyer’e (s.84, 88, 90, 118, 141, 261) ve Adorno’ya (s.118, 261) ve diğer araştırmacılara (örneğin, Pratto ve Sidanius, s.261), kitap boyunca az da olsa yer veren yazar, kitabın sonlarına gelene kadar, Erich Fromm’dan bahsetmiyor (sonrasında, bir alıntıyla, s.290’da; ve s.291, 294-295 ve 296’da). Faşizm çözümlemeleriyle tanınan bir diğer araştırmacı olan Reich’ı ise, hiç anmıyor. Daha ilk bölümlerde bu konulara girmeliydi. Sistemi meşrulaştırma/haklılaştırma yaklaşımına ve toplumsal baskınlık değişkenine ara ara giriyor. Oysa, bu ikisi, diktatörlüğün psikolojisi için çok merkezi olduğundan, bunlara daha çok yer ayırmalı ve bunlar üstüne daha fazla düşünce üretmeli ve kurumların çözümlenmesine (örneğin, eğitim, hukuk, medya, aile vb.) daha fazla ağırlık vermeliydi.
6. bölümde, Şerif, Asch, Milgram ve Zimbardo gibi sosyal psikologların bulgularını aktarıyor. (İlerleyen bölümlerde (s.217-220’de) Festinger’ı da anlatıyor.) 6. bölümden önce de (s.38-39’de), Milgram’la diktatörlüklerde ‘emirlere uyan’ devlet görevlilerini ilişkilendiriyor. Bu konuyu daha önce defalarca değerlendirmiş ve eleştirmiştim. Ekteki okuma listesine bakılabilir (özellikle bkz. ‘Sosyal Psikolojinin Gezi Merceğinden Eleştirisi’, ‘Deney: Bir Mürekkep Testi Olarak Film’, ‘Kent Hareketlerinin Sosyal Psikolojisi’ ve ‘Direnişin Psikolojisi: Kibir Sendromu Tezi Neleri Örtüyor?’). Milgram ve Zimbardo gibi kötülüğün psikologlarının gözden kaçırdığı olgu, cezasızlık. “Hatalı olarak basarsan ya da etik kuralları çiğnersen, cezalandırılacaksın” denseydi, bakalım, ne olacaktı. Hatta “aynı voltla cezalandırılacaksın” denseydi... Gerçek yaşamda, iktidarı ellerinde tutanları emirlere uymaya iten, aslen, cezasızlıktır (bkz.). Bu nedenle, empati, mahkum ikilemi ve oyun kuramı gibi konulara girmeli.
9. bölüm yetkeciliğe ayrılmış durumda, çünkü diktatörlüğün sürmesini sağlayan en önemli etkenlerden biri, yurttaşların yetkeci, tehdit algılı, önyargılı, dar görüşlü vb. olarak yetişmesi. (Bu noktada, okuma listesinde yer verdiğim ‘Hazır Ve Nazır ve Kadir-i Mutlak Yetkecilik: Yetkeci Medya vs. Sosyal Medya?’ adlı çalışmama bakılabilir.) Yazar, s.261-270 arasında, Sağ Kanat Otoriterlik, Yetkeci Kişilik ve Sosyal Baskınlık Kuramı gibi bu alanda önde gelen konulara giriyor. Aslında, bu bir politik psikoloji çalışmasıysa (ki öyle), birinci bölümde bu konularla başlayıp sonra çeşitli ülkelere uygulamalıydı. Bu sayfa aralığının eksiklerinden biri şu: Sistemi meşrulaştırma/ haklılaştırma kuramına pek girmiyor. Bir diğer eksiklik, özellikle s.269-270’te, Hofstede’in kültürel boyutlar kuramına hiç girmemesi. Oysa, belirsizlikten kaçınma, güç uzaklığı, erillik-dişillik ve elbette bireycilik-toplulukçuluk, diktatörlükle rahatlıkla eklemlenebilir. s.271 ve 274’te sosyal kimlik kuramına girse de, bunu eleştiren haklılaştırma yaklaşımına hiç girmemesi, önemli bir eksiklik. İsyanlarda kilit rol oynayan siyasal etkililik değişkenine de girmiyor (bunun için, ‘Anaakım Psikolojinin Eleştirisi: Direniş ve Psikoloji’ adlı çalışmama bakılabilir).
Bir yandan, yöntem ve örneklem eleştirisi yapmasına karşın (bkz. s.91 ve s.184), yazar, kitap boyunca (çeviri yanlışı değilse), ‘denek’ sözcüğünü kullanıyor (örneğin, s.261); bu asimetrik bakış, benimkiler de dahil olmak üzere (örneğin, ‘Gezi Direnişi Sonrası Ezilenlerin Psikolojisi’ başlıklı çalışmam) birçok çalışmada eleştiriliyor; bunun yerine ‘katılımcı’ sözcüğü kullanılıyor.
İç düşman, dış tehdit, görece yoksunluk
Yazar, diktatörlüğe götüren birincil etmenler olarak şunları sayıyor: Abartılmış tehdit, istikrarsızlık ve görece yoksunluk. Daha sonra, yazar, ‘Neden Bu İsyan?’ başlıklı yazımda andığım ‘görece yoksunluk’ kavramını anlatıyor (s.94-97). Bencil yoksunlukla, kitleleri harekete geçiren ve adaletsizlik algısıyla ilişkilenen paylaşılan yoksunluk arasındaki ayrıma dikkat çekiyor. Toplumsal karşılaştırma (kendini üstte ya da altta olanlarla karşılaştırma), insanların mutluluğunu da isyan eğilimini de etkiliyor (bkz. ‘Günümüzün Mutlu İnsanlarını Tanıyalım’ başlıklı yazım). Temel düşünce şu: Nesnel anlamda kötü olan ekonomik koşullar, isyanı tetiklemiyor; isyan için, halkın iyi de olsa kötü de olsa bu koşulları kötü olarak değerlendirmesi gerekiyor. Dolayısıyla, devrim yalnızca sosyolojiye değil psikolojiye de dayanıyor. Yazar, bu bağlamda, birçok başka örnekte de olduğu gibi, İran’da ‘devrim’in ekonomik büyüme döneminde gerçekleştiğine dikkat çekiyor ve bunu görece yoksunluk ve toplumsal karşılaştırmaya bağlıyor. Yani bu açıdan bakılırsa, “Türkiye’de ancak ekonomik kriz olursa Gezi başarıya ulaşır” biçimindeki görüş doğru değil. Humeyni’nin devrimden önce bu görece yoksunluğa oynadığını (örneğin “geniş halk kitleleri zenginlerin yaşam standardından çok uzak bir yaşam sürüyor”) ama ‘devrim’ sonrasında, bu vaatlerden bahsetmek yerine, maddi yaşamın önemsizliğine ve aslolanın ruhani yaşam olduğuna vurgu yaptığını söylüyor (s.95-96).
Yazarın sürekli yinelediği bir etmen, iç (iç düşman söylemi, s.102-103) ve dış tehdit algısı. Diktatörlüğü tetiklediğini ileri sürdüğü bu iki yönlü algının özellikle dış boyutu üstünde duruyor. Küreselleşmenin her zaman demokrasi getirmediğini; bunun kimi kesimlerde tehdit algısı yarattığından ya da bu algıyı güçlendirdiğinden, diktatörlük için bir zemin işlevi gördüğünü ileri sürüyor (s.13-14). Dış tehdit algısı ne kadar yüksekse (örneğin, Soğuk Savaş ve 11 Eylül sonrası dönem), din ile ordunun motor işlevi gördüğü diktatörlüğe o kadar çok kayılıyor (s.31-32; s.109-111). Yazar, İran-Irak Savaşı’nın ve rehine krizinin yarattığı dış tehdit algısıyla İran İslam Cumhuriyeti’nin nasıl güçlendiğini anlatıyor (s.93-94); Thatcher ve Bush’un savaş çığırtkanlıklarıyla oylarını arttırması örneğini veriyor (s.98) İran, Kuzey Kore ve Küba’nın Amerika tehdidi algısından yararlandığını söylüyor (s.99); ve Filistinlilerin İsrail’e yönelik her saldırısının İsraillileri daha da otoriterleştirdiğini belirtiyor (s.91-92). Yazara göre, dış tehdit gerçek olabilir; ama diktatörler bunu abartıp kendine destek üreten bir araca dönüştürürler:
“Bu dış tehdit, gerçek olabileceği gibi, müstakbel diktatörler tarafından imal edilebilir ve yönlendirilebilir de. Söz konusu tehdit gerçek olsa bile, burada işin püf noktası öznel olarak nasıl yorumlandığıdır. Tehdidin gerçek ya da kurgulanmış olan doğasına bakılmaksızın, toplumun geneline; “Tehlikeli bir düşman kapımıza dayandı! Bize saldırmak ve yok etmek istiyor! Evlerimizde eli kolu bağlı halde oturamayız!” mesajı verilir.” (s.97)
Yazarın ve yetkecilik ve faşizm üstüne çalışan birçok politik psikologun bu dış tehdit yorumları, özellikle de Hitler gibi örnekleri düşünerek ilk bakışta akla yatkın gelse de, birçok durumu açıklayamıyor. Örneğin, bu, doğru olsaydı; ne Kaddafi ne de Saddam devrilirdi; çünkü onlar da, söylemlerini dış tehdit üstüne kurmuşlardı ve bu, kurgulanmış değil gerçekti. Ayrıca, özel olarak dış tehdit olmasa da, genel olarak tehdit algısının ve politikleşmiş korkunun demokrasinin de önünü açabileceği söylenebilir (bkz. Gezi örneği). Her tehdit söylemi kullanan, diktatör olmadığı gibi, her tehdit algısı da diktatörlüğe yol açmıyor.
Diktatörlüğün psikolojikleştirilmesi
Kitabın, az da olsa, olumlu özellikleri var: Yazarın, diktatöryal yönetimlerin, toplumun her alanında (okulda, işte vb.) küçük diktatörler yarattığını söylemesi (s.112-113), yetkecilik araştırmaları dolayısıyla, bilinen bir gerçek; yine de not alınabilir. İkincisi, yazar, diktatörlerin herşeyi bilen tavırlarını ve konuşmalarının her konuda olmasını andığında (s.246-251), hemen “(...) sizden öğrenecek değiliz” sözünü anımsıyoruz. Üçüncüsü, yazarın, diktatörlük bağlamında, psikanalitik açıdan rasyonalizasyon (“[h]alkımızı onları yanlış yönlendirenlerden korumalıyız” ve projeksiyon (“[y]abancı güçler halkımızı temel özgürlüklerinden yoksun bırakmak istiyorlar” olgularına ve ikisinin bileşimine girmesi (“[b]izleri yanlış yönlere sevketmek ve aramıza çatışma tohumları ekmek isteyen düşmanlarımıza karşı acımasız ve saldırgan olmalıyız. Vefakâr halkımız aramıza fesat sokmaya kalkışan ayrılıkçı sesleri susturacaktır.”), not almaya değer (s.153). Dördüncüsü, yazara göre, otoriterlik, bireysel bir değişkenden çok, bağlamsal bir değişken olarak ele alınmalı (s.277). Ortam, bireyi otoriterleştirebilir. Ancak, bu görüş, bir yandan da, kötülüğün psikologlarının (Milgram ve Zimbardo) bulgularıyla uyumlu. Beşincisi, diktatörlüğe psikopatoloji ekseninde bakmaması (örneğin, başbakan, hasta; bkz. ‘Direnişin Psikolojisi: Kibir Sendromu Tezi Aslında Neleri Örtüyor?’ başlıklı yazım), olumlu. Altıncısı, yazarın, savaşları görmüş Freud’dan yaptığı alıntı, dikkate değer: “insan kalabalıklarını tutkuyla bir araya getirmek daima mümkündür, yeter ki onlara öfkelerini kusabilecekleri başka kalabalıklar gösterin” (s.156). Son olarak, yazarın, Canovan’dan yaptığı alıntı, oldukça yerinde:
“Diktatörlerin kendilerini meşru kılmak için en fazla başvurdukları bahane, yolsuzluklara batmış politikacılardan ve sürekli kavga halindeki gruplardan illallah etmiş olan halkı kurtarmak için, güçlü bir liderin (genellikle bir komutanın) ulusun menfaati adına iktidara el koymasıdır” (s.239).
Öte yandan yazar, diktatörlüğü psikolojikleştirirken, demokrasi için aynısını yapmıyor. Verdiği bir söyleşiye göre, yeni kitabı, demokrasinin psikolojisi konulu olacakmış neyse ki. Öte yandan, bu yeni kitabı şu aşamada dikkate almazsak, elimizdeki kitap, demokratikleşmenin politik psikolojisiyle ilgili neredeyse hiçbirşey söylemiyor (bkz. ‘Gezi Direnişinin Politik Psikolojisi: Ezenlerin Politik Psikolojisinden Ezilenlerin Politik Psikolojisine Doğru’ başlıklı çalışmam); bu açıdan, karamsar bir kitap. Zaten, sık sık, diktatörlüğün insanın doğasında olduğunu ima ediyor (“Diktatörlük, tarih boyunca insan toplumlarında baskın politik sistem olarak varlığını sürdürmektedir”, s.280). Bir diğer sorun da şu: Kitap, yaklaşık yarısından itibaren, kendisini yinelemeye başlıyor. Daha kısa tutulabilirdi. Örneğin, sık sık andığı konulardan biri, elitler eksenli yaklaşımı dolayısıyla, devrimin kendi çocuklarını yemesi olgusu (s.48, 120, s.210-211).
Chavez, Castro ve Rıza
Chavez’le Castro’yu Humeyni’yle aynı kefeye koymasına elbette itirazım var. Üstelik, bunu Venezuela’da ders vermiş olmasına karşın yapması (s.135), bende kuşku uyandırdı. Dahası, yazar, yaygın sol söylemin tersine, Lenin’i de kötücül bir kişilik olarak tarifliyor. Stalin için aynısını söyleyen pek çok solcu (özellikle Troçkistler) var; ama bu eleştiriler, çoğunlukla, Lenin’i ayrı bir yere koyar. Venezuela ve Küba yolculuklarımda, bu iki ülkeyle ilgili olarak, sosyalist açıdan eleştirdiğim çeşitli noktalar oldu; ancak, Chavez’i ve Castro’yu Humeyni’yle aynı kefeye koymayı doğru bulmuyorum. Gerekçelerimi konuyla ilgili çıktığım televizyon programlarında, yol günlüklerimde ve gazete yazılarımda açıkladım (bkz. ekte linkleri verilen ‘Kuzey Kore, Venezuela ve Chavez söyleşisi’ ve ‘Latin Amerika söyleşisi’ adlı televizyon programları; ‘Chavez’in hakka yürümesinden sonra Venezuela nereye gider?’ başlıklı köşe yazım; ve Küba ve Latin Amerika güncelerim).
Yazar, son bölümü, “diktatörlükler nasıl devrilir?” sorusuna ayırıyor. Bu konuya on bölüm içinden yalnızca bir bölümde yer vermesi eleştirilebilir. Ayrıca, daha önce eleştirdiğimiz varsayımlara dayandığı için, bu bölüm zayıf kalıyor. Tekrar tekrar, elitlerin bir ideoloji çevresinde kenetlendiğini, halkınsa kaba kuvvetle idare edildiğini söylüyor (s.34, 141, 282, 283).
Bu, doğru değil. Yazarın deyişiyle ‘kutsal taşıyıcılar’ı merkezinde barındıran ideolojiler; özellikle din ve milliyetçilik, halkı birleştiriyor. Halk, yöneticilerden daha ideolojik olabiliyor. Bu yanlış sonuca, İran’ı diktatörlüğün prototipi olarak alması dolayısıyla vardığını söyleyebiliriz. Ama İran örneğinde doğru olanlar, başka ülkelerde geçerli olacak diye bir kural yok.
Kitleler için ideoloji değil kaba kuvvet geçerli olsaydı; okullarda tüm çocuklara ideolojik eğitim vermek yerine, yalnızca elitlerin çocuklarına eğitim verilecekti.
Bizce doğrusu şu: Elitler, çıkarları çevresinde kenetlenirken, halka “benim çıkarım hepimizin çıkarı” denilir (bkz. Gramsci’nin ‘hegemonya’ kavramı ve ‘AKP, Olimpiyatları Alsa Ne Olacaktı?’ başlıklı yazım); buna herkesi ikna etmek için, ideoloji de kaba kuvvet de kullanılabilir. Zaten konuyla ilgili çeşitli araştırmalarda, rızaya dayalı ve zora dayalı yönetimler ve edilgen direniş gibi kavramlar sözkonusu (bkz. ‘Gerçekçi toplumsal bilimler için görüş ve öneriler’ başlıklı çalışmam; ‘Kamboçya Gezi Notları’ adlı yazım ve ‘‘Bayat’ Bir Kuram: Yoksulluk’ adlı köşe yazım). Ayrıca, yazar, Chomsky’nin ‘Rızanın İmalatı’ kavramından habersiz görünüyor.
Yazara göre, diktatörlüğü yıkmak için, diktatörlüğü destekleyen elitlerin bölünmesini sağlamak hedeflenmelidir (s.283-284). Kaynak seferberliği tezine dayanan bu yaklaşım, halkı ve onun devrimci potansiyelini hiçe sayıyor. Halk isyanlarında elitler oluşur elbette; ama bunlar halk isyanlarını temsil ettikleri ölçüde liderleşir; yoksa, sorun, tek başına, egemenler içi bir çatışmadan medet ummak olmamalıdır. Ama yazar, zaten, yalnızca egemenler içi çatışmadan medet ummuyor; başta söylendiği gibi, askeri müdahaleyi savunuyor (“Bazı istisnai durumlarda (örn. Arap Baharı sırasında Libya ve Suriye’de olduğu gibi), eğer ortada devrilmesi gereken bir diktatör varsa, kitlelerin örgütlenmesi dışarıdan silah desteğiyle el ele yürümelidir” (s.285)). Bir Amerikan üniversitesinde çatışma çözümü programı yöneticisi (bkz. s.355) olan İranlı-Amerikalı bir profesör bunu savunuyorsa, İran’ın dış tehdit algısının güçlü olmasından daha doğal ne olabilir... İran için önerdiği çözüm, savaş. Kendisi, Vietnam ve Afganistan (SSCB ve ABD) hezimetlerinden ders çıkarmamışa benziyor.
Sonuç: Önerilir ama eleştirmek için
Sonuç olarak kitap, sanılanın tersine, Türkiye’deki diktatörlüğe yönelik yazılmış değil ve hatalarıyla, Türkiye’deki demokratikleşme mücadelesine destek olmaktan çok köstek olabilecek nitelikte.
Aslında, yalnızca belli bir kesim araştırmacının doğru bulduğu elitler tezini görüşlerinin merkezine koyması, Türkiye’deki durum açısından dikkate değer bir olumsuzluk ve üstelik “her ülke biraz diktatördür” gibi bir sonuç çıkarmak da, diktatörlükleri sıradanlaştırarak demokratikleşme mücadelesini değersizleştirme riski taşıyor. Yazar, sonuçta, Castro ve Chavez’le Humeyni’yi aynı kefeye koyup kapitalizmi ve askeri müdahaleyi savunuyor. Yazarın diktatörlük-kişilik ilişkisini ve narsisizm açıklamasını reddetmesine karşın, kimi okur yorumlarının, şematik bir biçimde, yazarın böyle bir ilişki olduğunu söylediğini ileri sürmesi, yazar açısından değil ama okur açısından ezbere ne kadar dayanıldığını da gösteriyor (yeniden bkz. ‘Kibir Sendromu Tezi Aslında Neleri Örtüyor?’).
Yazara kitabı neden Emine Erdoğan’a armağan ettiği ve Türkiye hakkında ne düşündüğü sorulduğunda kaçak yanıtlar veriyor. Gerçekten demokrat olsaydı, Gezi’deki gençlerimiz gibi cesur ve atak olurdu. Bu ülkede, insanlar, demokratikleşme mücadelesinde, canıyla kanıyla, baskılarla, işten atılmalarla vd. bedel ödüyor sonuçta. Yine de, kitap, Türkçe’deki politik psikoloji kitaplarının eksikliği koşullarında önerilir. Eleştirmek için de olsa, okunması gerekiyor. Umarım, Gezi Hareketi, ileride daha iyi politik psikoloji kitapları yazacak ve bunlar hegemonik dil olan İngilizce’den diğer dillere çevrilmek yerine, Türkçe’den İngilizce’ye ve diğer dillere çevrilecek.
Peki yazının başındaki soruya dönelim: Bu kitap kimleri aklıyor?
Sorun yanıtı şu: Kitapta diktatör olarak anılmayanlar; ve bunların içinde, Reyhanlı’dan sonra ölüler üstünden mezhep ayrımcılığı yapan Başbakan Erdoğan da var. Ayrıca, bu kitabı, hem de Erdoğan’sız içeriğiyle, Emine Erdoğan’a vermesi, dilbilimin bir kolu olan kullanımbilim (ya da ‘edimbilim’, ‘pragmatics’) ve elbette göstergebilim (düzanlam, yananlam vb.) açısından yorumlanabilir. Daha basit olarak, bir reklam, pazarlama ve halkla ilişkiler atağı olarak da değerlendirilebilir. Emine Erdoğan’ın, kameralar karşısında, içeriğini bilmediği bu kitapla pozlar vermesi, kitabı okuduğumuzda, artık ironik olmaktan çıkıyor. Daha fazla yorum da yapılabilir. Ancak, bütün bu yorumlar, bir gerçeği değiştirmeyecek: Diktatörlere bütün dillerde ‘diktatör’ denir. (UBG/HK)
* Ek kaynakça ve okuma listesi için tıklayın.