Madun, bir tahakküm rejimine doğmuş, o tahakkümü yeniden üretmek dışında varlık hakkı olmamış, tahakküm rejimine rızası olduğu varsayılanlara denir. Rızası olduğu varsayılır, çünkü mağdun hayır diyemez. Hayır dese de, hayırları, evet olarak duyulur, çünkü hayırlarını dillendirebileceği bir dili yoktur.
Madun’un bir sözü olabilir mi?
Madun kendi tarihini yazabilir mi?
Yoksa onun sessiz bırakılmış sözü, ancak tahakkümü kuran, tarihi yazanın sesini-sözünü tekrar ettiğinde mi duyulur hale gelir?
Peki kendisine verilen tek dil muktedirin sözünü tekrar etmekse, nasıl karşı çıkabilir?
Bir gün itiraz edebilir mi kendisine dayatılan, kendisinin de rızasını varsayarak, bütün varlığını ve iradesini ezen tarihe?
Madunun bir dili yoksa muktedirin dilinden gayrı, tahakküme itirazını ve direnişini nasıl dillendirecektir?
Hangi dille konuşabilir?
Hangi zeminde direnebilir?
Madun, her şeyden önce hayatta kalmakla güdülenmiştir. Onun varlık zemini kazanmasının tek yolu, kendisini yoksayan bir dünyada hayatta kalarak kendisine bir yer açmaktır. Hayatta kalmak için muktedirin dilinden konuşma çabasını ikiyüzlülük, sinsilik ve omurgasızlık olarak yargıladığımız anda, aslında madunu ezen tahakküm rejimini de yeniden üretme tehlikesine düşeriz. Zira bu sıfatlar, aslında muktedirin, iktidarını sağlamlaştırmak için, madun için kullandığı sıfatlardır.
Kimse madunun “ikiyüzlülük”ten başka silahının olmadığını, bu sıkışmışlık içinde tek varlık alanı açma şansının o ikiyüzlülükten geçtiğini görmek istemez. Bu ikiyüzlülüğü, tahakkümü tersine çevirmek için de kullanabilir madun, tahakkümü devam ettirip ondan nemalanmak için de. Bu seçim, madunun seçimidir: Tahakkümü bozmak veya muktedirlerden olmak seçimi.
Bir dilinin olmaması, direnişe geçemeyeceği anlamına gelmez aslında: Kendisine verilen dilin içinden, farklı bir söyleyiş çıkarma seçimi her zaman vardır madunun.
İstersek biz buna sinsilik, kadir-kıymet bilmezlik, bölücülük diyelim, madun, bizim dilimizle bize karşı gelinecek dünyayı kurabilir. Bu sinsi oyuna girmeyen madunlar ise, gururlu ve onurlu, yok edilirler tahakküm rejimi tarafından : onların yokluğu, iktidarını güçlendirir muktedirlerin.
Bir maduniyet hikayesi anlatılıyor Taş adlı tiyatro oyununda.
Yazan : Marius VonMayenburg Taş oyunu Tiyatro Tek Ağaç tarafından sahneleniyor. |
Burada maduniyet iki katmanlı kuruluyor: erkek öznelerin iktidar mücadelesinde, tarihi yapan muktedirlerle o tarihin ezdiği mağdun halkların öyküsü birinci katmandır (Naziler ve Yahudiler ; sosyalistler ve sosyalizmden kaçanlar; Batı ve Doğu Bloğu). İkinci katmanda ise erkeklerin tarihi yazdıkları bir dünyada, o tarihe maruz kalan kadınların maduniyeti vardır.
Biz oyun boyu bu ikinci katmana odaklanırız. Kadının kendisine varlık zemini açabilmek için, ona tanınmış tek alan olan ev içinden sürer mücadelesi. Bu mücadelede, zulmeden iktidara ve tarihe ortak olma çabası, hele ki bir Nazi subayının eşi söz konusu ise, kolayca kınanabilir. Biri muktedir Alman, diğeri toplama kampına gönderilen Yahudi iki erkeğin zevceleri olan iki kadının kibarca birbirlerinin gözünü oyma çabaları ve bunu da kadın iktidarının gösteri sahnesi olan evi, mobilyaları ve porselenleri sahiplenerek, bir kadınlık dili üzerinden yapmaları küçümsenebilir.
Burada kadınlardan birine “faşist” (Witha), diğerine “ezilmesine rağmen soylu, mağrur ve gururlu” (Mieze) denilebilir ve oyuncular da bu karşılaşmayı bu şekilde anlamamız için, bedenlerinde taşırlar “sonradan görme köylü nazi” ve “şimdi düşmüş ama hala gururlu ve zarif burjuva Yahudi “ kodlarını, başarıyla bize anlatılır bu bedenler üzerine kazınmış sınıfsal kodlarla, bedenlerinde taşıdıkları tarihler.
Tarihin o meşhur karşılaşmasını, Yahudi ile Nazi’nin karşılaşmasını, Taş oyunu bize, o tarihi yapmamış ama sonuçlarına maruz kalmış kadın bedenlerinin karşılaşmaları üzerinden anlatmayı tercih eder.
Burada tahakküm denilen şeyin ne kadar karmaşık ve katmanlı olabileceğini, maduniyetin ve direnişin ne kadar bedende kodlandığını tiyatro sahnesinde açıkça görürüz.
Alman Nazinin karısı muktedir midir hakikaten? Bir tarafta zarafet ve kentsoyluluk, diğer tarafta köylülük ve sonradan görmelik vardır karşılaşan iki kadın bedeninde. İsyan ederiz asaletin ve zarafetin iki valizle toplama kampına gönderilmesine, altsınıfın köylü kodlarından kurtulamayan kaba-saba Nazi kadının ise o güzel mobilya ve porselenlere, yıllarca kıskanıp sahip olamadığı, ancak erkeklerin savaşlarının sonucu olarak ele geçirdiği kadınlık iktidarı ganimetlerini sahiplenmesine. Kırmızı bir isyanı, kırmızı duvar yazılarıyla evine kadar girmiş faşist şiddete isyanı, üstünde gururla taşıyan üst sınıf Yahudi’den yana kılar oyun bizi, sonradan görme, cahil ve zalimliğe göz yumacak kadar akılsız Alman’a bir tekme vurmak, zarif ve kırılgan Yahudi Mieze’yi kucaklayıp korumak isteriz –o kırılganlıktaki gizli güce hayran olarak. Sahneye koyuş, bize kimin sevilesi, kimin küçümsenilesi olduğunu söyler, tarihi bilmeseydik bile kime hak vereceğimizi anlarız.
Madunlar ve muktedirler
Buraya kadar her şey, II. Dünya Savaşı sonrası, soykırım bilgisinin ışığında yazılmış Avrupa tarihinin hepimize öğrettiği kriterlerle uyumludur…
İşler, daha sonraki kuşaklar ve onların taşıyıcısı oldukları, yeniden yazılan tarihler işin içine girince karışır. Zamanda geçişler ve geriye dönüşler ile tahakkümün her yeni tarihsel dönemde yeniden kurulduğunu, hafızanın tekrardan yazıldığını ve madunlar ile muktedirlerin bu yeniden yazılan tarih sayesinde sürekli kılık değiştirdiğini, seyirciyi şaşırttıklarını görürüz.
Evin içine sosyalizm girer, Doğu Blok’undan batıya kaçanların hikayeleri doldurur salonu ve odaları, tanık oldukları, uyguladıkları ve maruz kaldıkları zulmü gizleyip, yeni tarihler devşirip batıya kaçanların boşalttığı eve sığınan işgalci aileler, kendi hikayelerini ve maduniyetten kurtulma hikayelerini taşırlar eve. Her yeni gelen kendi hikayesi ile birlikte evin hikayesini yeniden yazar, hepsi de kahramanlık hikayeleri çıkarır geçmişinden, hepsi de evin aslında kendisine ait olduğunu savunur. Evin beyaz duvarları, geçmişindeki şiddeti gizler. Oysa bütün zulmün ve şiddetin temsilcisi bir “taş”, bahçesinde gömülüdür evin, aslında herkesin olan ve kimsenin olamayan o evin şiddet hikayesine tanıktır taş.
Yıllar geçer, geriye dönüşler ve yeniden tarih yazmalarla, aslında hiçbir zaman hiçbir şeyin değişmediğini, sadece aktörlerin yer değiştirdiklerini, yer değiştirdikçe tarihi yeniden yazdıklarını, bu yeni yazılan tarihi kuşaktan kuşağa aktararak sonunda kemikleşmiş bir “gerçek” haline getirdiklerini görürüz. Kadınlar bu hikayelerde özne erkeklerin yaptıkları tarihe maruz kalanlardır, ancak onlar da ev içinde kendi tarihlerini yazarlar, erkeklerin yaptığı tarih parçalarını yeniden kodlayarak, ilmek ilmek yeniden örerek. Taş hep oradadır, aynı hikayenin sürekli “siyaseten doğru” olacak şekilde yeniden yazılmasına tanıklık etmek, söylenmeyeni, sözsüz bırakılmış olanın sözünü hatırlatmak üzere, sözü edilmeyen zulmü hatırlatmak üzere hep oradadır, evin bahçesinde.
“Taşı defnederiz. (…) Orada durur ve biz onun orada olduğunu biliriz. Günün birinde belki biri tekrar gün ışığına çıkarır.”
Oysa tarih yeniden yazılınca, “gün ışığına çıkarılan taş”ın hikayesi de değişir. Taş, hiçbir şeyi hatırlatmaz, her şeyi yeniden yazdırır.
Üzeri çizilen tarih
Her ne kadar evin duvarlarına sinmişse de geçmişin şiddet ve zulüm hikayeleri, şiddetin üstü beyazla sıvanır, unutmayı ve yeniden kurgulamayı seçen ev sakinleri tarafından kazıyınca evin duvarlarının beyaz sıvalarının altından, kırmızı şiddet çıkar. Ancak o çıkan kırmızı şiddet sloganları bile, “hafızayı diriltmez “, yeniden yazılır bütün hikaye, siyaseten doğru bir biçimde. Evin içinde dolaşır sessiz ve sözsüz bırakılmış, tarihi yeniden yazılmış Mieze’nin kırmızı hayaleti, zulme ortak kendi kadınlığına alan açmaya çalışarak, evin ilk şiddet temelini atan Witha’nın zihninde dolaşır uğursuz bir Mieze hayaleti, kırmızı direngen zarafetiyle. Tarihin üstü çizilip tekrardan yazılmış satırları gibi Mieze’nin hikayesi de yeniden yazılmıştır var kalma çabasındaki Witha tarafından yaptığının içindeki şiddeti reddeden, görmezden gelmeye çalışan, su üstünde kalmaya odaklı Alman Witha…
Mieze, kendisini ezmeye çalışan kırmızı şiddet sloganlarıyla aynı renkte bir elbiseyle dolaşır zihinlerde, şiddetin rengini üstüne zarafetle giyerek damgayı tersine çevirir şiddet rengini direniş rengi yapar. Bedeni bir toplama kampında yok edilse de hayaleti rahat bırakmaz sözde muktedir Witha’yı.
Bu kadınlar masum mudur? “Onlar tarihi yapmadılar ki, savaştan ve günahlarından, toplama kamplarından onlar sorumlu değil ki, savaş onların savaşı değil ki, bu kadınlar madunlar, özne değiller ki!”
Bunu söyleyebilir miyiz gerçekten ?
Maduniyetin ikinci katmanını oluşturan, kendi yapmadıkları bir tarihe maruz kalan, hayatta kalabilme çabası içinde, o tarihi yeniden yazan bu kadınlar masum mudur?
Witha masum mudur? Peki ya Mieze? Daha sonrasında gelen ev ahalisi olan Heidrun, Hannah, Stefanie, her biri yeniden yazılmış tarihin yalanlarını sürdürürken, gerçeğin ipuçlarını görünce bile gözlerini kapatan, siyaseten doğru bir tarihe biat eden ve güçlerini bu biattan alan kadınlar…
Birbirleri ile mücadelede, her biri kendi yeniden yazılmış tarihini kuşanarak bir ötekini ezmeye çalışan kadınların masum olduğunu, şiddetten azade olduklarını kim söyleyebilir?
Sınıfsal üstünlük
Belki bir tek Mieze, içlerinde en masumlarıymış gibi görünür. Oysa toplama kampına gönderilmeden önce, Witha’yı ezen sınıfsal üstünlüğünü, iki kadın arasındaki iktidar mücadelesinin en şiddetlisini yaşatmak üzere donanır, aynı silahlarını donanan bir asker gibi. Sınıfsal üstünlüğünün bütün sembolik şiddetini Witha’nın üstüne boca eden Mieze, bu üstünlüğün ne tür bir şiddet olduğunu bir kez bile sorgulamayan bir kibirle, zarafeti, içine doğup yıllarca içinde yaşadığı burjuva ortamın ona zahmetsizce sunduğu kültürel birikimi, sahip olduğu en güçlü silah olarak Witha’ya çevirir.
Witha piyano çalamaz; Witha oturmasını, kalkmasını, porselen kullanmasını, konsolun ve berjerin ayrımını, şarap içerek konuklarını ağırlamasını bilemez. Witha, Mieze ile geçirmek zorunda olduğu birkaç saat içinde öyle ezilir ki bu sembolik şiddet tarafından, ömür boyu onu terk etmez Mieze’nin hayaleti, hep bir köşeden bütün zarafeti, sınıfsal üstünlüğü ve kibirli, beğenmeyen, onaylamayan bakışlarıyla izler Witha’yı.
Mieze imgesi yalnızca söylenen yalanları hatırlattığı için rahatsız etmez Witha’yı, özenip olmak isteyip de olamadığı, yalnızca “sahip olmakla” yetindiği asaletin temsili olduğu için aslında yakasını bırakmaz kırmızı elbiseli hayalet zavallı faşist kadının. Witha hiçbir zaman layık olamaz ne o eve, ne Mieze’ye…
Witha’yı terk etmeyen sadece vicdan azabı değildir. Mieze’nin sınıfsal üstünlüğü, zarafeti ve korkusuzluğu kuşanmış hatırası, Witha’nın iyileşmeyen aşağılık kompleksi ve ezilmişliğidir aslında.
Bütün bunların yaşandığı yerdir işte ev. Bu oyunda ev kimseye ait değildir. Savaşlar, bombardımanlar, istilalar geçirmiş, sürekli şiddeti taşımış o ev, cemaatlerin, halkların, kişilerin birbirleri ile mücadelesinin alanıdır. “Sıcak aile sohbetlerinin mekanı” değildir, yuva değildir ev, şiddetle ele geçirilen bir mülkiyettir bu oyunda.
Ev, insanların kendilerine yalan söyleme zeminidir, o yalanların mülkiyete sahiplikle aklandığı yerdir. Herkes evin kendisine ait olduğunu iddia ederken, bunu ispat için yeniden yazdığı tarihe evi tanık kılar. Oysa ne evi alır almaz “burası bir Yahudi evi” diyerek huzursuz olan, savaşta yenilgiyi yaşar yaşamaz o evde intihar eden Wolfgang –orada intihar etmek istememişti aslında-; ne yalan bir tarihten duyulan gurur ile sertleşmiş, bir türlü yumuşayamayan Heidrun; ne öksüz bırakılmış sosyalizme hapsolup, anne-babasını zengin ve özgür bir batının hayaletine kaptırdığı için küskünleşip hırçınlaşmış Stefanie; ne “rol modelini” Nazi olmayan, Yahudileri kurtaran büyükbaba yalanında arayan saf ve sevimli Hannah; ne Witha, ne de Mieze bu evin sahibi değildir.
Ev, kendisiyle, zulmüyle yüzleşmeyi reddeden, kendisi ile hesabını yapamayan ve bu yüzden bitmeyen gizli bir şiddeti kuşaktan kuşağa geçiren insanlara sadece bir tek şeyi öğretir gibidir: Evsiz olduklarını. Tıpkı bahçeye gömülüp tekrar çıkarıldığında bütün hikayesi değiştirilen “taş” gibi, ev de içinde gizlenmiş acı hikayeleri taşırken, kimsenin mülkiyetinde olamaz. Sözsüz ve sessiz bırakılmış maduniyetin evi, esasında geri dönebileceğiniz bir yer değildir, çünkü orası hiçbir zaman gerçekten sizin olmamıştır, eviniz olmamıştır. Bir evinizin olması, bir tarihinizi olması demektir ve bunun için daha yapılacak çok hesabınız vardır, kuşaklarca saklanmış geçmişle, ürünü olduğunuz şiddetle.
İşte o hesabı yaptığımız gün, hepimiz evimizi bulabileceğiz ve taşları gömmemiz gerekmeyecek.
“Siz sadece misafirsiniz. Şimdi artık evinize gideceksiniz.” (BT/HK)