Kitapları önce incelemek, sonra satın almak, okurken, yazarı ve kahramanlarıyla saatlerce bir araya gelmek en büyük keyiflerimden biri. 2008 yılında, daha sonra İletişim Yayınları’ndan “Türkiye, Yahudiler ve Holokost” adıyla çıkacak olan “Die Türkei, die Juden und der Holocaust” kitabında tanıdım Corry Guttstadt’ı...
Hamburg doğumluydu, yaşıtım sayılırdı... Almanya'da çeşitli ırkçılığa karşı hareketlere ve insan hakları konularında çalışmalara katılmış, çevirmenlik ve gazetecilik yapmıştı. 2005 yılında Hamburg Üniversitesi Türkoloji ve Tarih Bölümü'nden mezun olmuş, 2009 yılında aynı üniversitede, elimde kitap olarak tuttuğum çalışmasıyla doktora ünvanını almıştı. ‘
Geisteswissenschaften International’ adlı kurum tarafından ödüle layık görülmüş, 2008/2009 yıllarında Washington'daki "USHMM Center for Advanced Holocaust Studies"den "Ch. H. Revson Foundation" bursu, 2010'da Paris'teki "Fondation pour la Memoire de la Shoah"dan araştırma bursu kazanmıştı. Yaşamının önemli bir bölümünü Holokost araştırmalarına adamıştı. Aynı konulara ilgi duyuyorduk... O çok titiz bir profesyonel, ben ise olsa olsa iyi bir amatör...
İstanbul’da ortak bir arkadaşımız sayesinde biraraya geldik... Çok daha fazla ortak yanımız olduğunu fark edecektik...
Sizi hem bir Türkolog hem de on yılı aşkın bir süredir Holokost ve Türkiye konularında çalışmalar yapan bir tarihçi olarak tanıyoruz. Bu konulara ilginiz nereden kaynaklanıyor?
Türkiye... Aslında konu olarak Türkiye‘yi ben seçmedim, Türkiye beni seçti! Çocukluğumda, 1960‘lı yıllarda, yaşadığım Hamburg banliyösünde pek Türk olmamasına karşın okulu bitirdikten sonra çalışmaya başladığım fabrikada Türk iş arkadaşlarım oldu. O yıllarda sol ve ırkçı karşıtı hareketlere katılmaya başlamış ve Türkiyeli insanlarla dostluklar kurmuştum. 12 Eylül darbesi benim yaşamımda önemli bir dönüm noktası... O günlerde binlerce, onbinlerce mülteci gelmişti Almanya’ya ve ben onları desteklemek amacıyla kurulmuş bir dayanışma komitesinde yer aldığım için iki odalık evim aylarca sekiz-on kişinin kaldığı bir mülteci kampına dönüşmüştü. Onlara bürokratik işlerinde destek vermeye çalışıyor ve bedava Almanca dersi veriyordum. Ama bu derslerde çok başarılı olamamış olacağım ki onlar Almanca öğreneceğine ben onlardan Türkçe öğrendim... Çoğunun Anadolu’lu olması nedeniyle biraz “köylü“ gibi konuşuyordum başta, belki şimdi de...
Türkçe öğrenince mi Türkoloji okumaya karar verdiniz?
O günlerdeTürkiye’deki gelişmeleri ve oradaki insan hakları ihlallerini özetleyip insan hakları kuruluşları için çeviri yapıyordum. Bu çalışmanın sınırları çok dar geldi bana. Türkoloji okuyarak Türkiye’nin tarihi ve edebiyatıyla tanışmak, bilgi edinmek istemiştim. Hiç bir akademik beklentim olmaksızın... Zamanla konuya ilgim arttı ve tezimi yazarak mezun oldum.
Peki Holokost’a olan ilginiz...
Holokost‘a ilgi duymak için özel bir neden gerekmiyor bence... Holokost, benzersiz bir insanlık suçu, bir kıyamet, bir dönüm noktası... Dünya tarihinde işlenmiş soykırımlardan çok farklı... Diğer soykırımlarda da bir halk veya bir grup, bir hükümet, kendi ülkesinde ya da “kendi“ sömürgelerinde yaşayan bir başka halkı öldürmüş, yok etmiş, doğru, ama Holokost farklı... Herşeyden önce, Holokost‘ta Almanların yer yüzünde yaşayan tüm Yahudileri yok etmeyi amaçlaması; sonra bu amaçla ölüm fabrikalarının kurulması... Ve tabii ki Holokost‘u planlayan, örgütleyen ve infaz edenlerin, öyle „vahşi“, eğitimsiz insanlar olmaması... O yıllarda en uygar, en modern ülkelerden biri olan Almanya’nın elit sınıfından olmaları... SS subaylarının birçoğu üniversite eğitimi görmüş, hatta kimileri doktora ünvanı sahibi „entelektüeller“di...
Bu insanların canavar değil insan olmaları çok rahatsız edici...
Öyle... Auschwitz’te gündüz Yahudileri gaz odalarına gönderenler, akşam , yani „mesai“den sonra, evde Beethoven dinlemişler, çocuklarını sevmişler... Ayrıca bugün artık biliyoruz ki, Alman halkının çoğu ya aktif olarak ya da seyirci kalarak Holokost’a suç ortağı oldu. Birçok Alman daha önce komşusu olan Yahudi ailenin evine, mallarına el koydu.
Savaştan sonra bu insanlar ne oldu?
Bizzat sorumlu faillerin çoğu, evine, işine döndü, yaşamına neredeyse hiç bir şey olmamışcasına devam etti. Özellikle Batı Almanya’da savaşta yönetim kademesinde bulunmuş birçok Nazi, devlet ve toplumun sorumluluk taşıyan işlerinde görev aldı...
Ne acı...
Bütün bunları bilerek, Almanya’da yaşamak... Nasıl? Ya delirecektim, ya da konuyu araştıracaktım... Ben ikinci yolu seçtim... Holokost nasıl ve hangi koşullarda gelişmişti? Nasıl mümkün olmuştu? Neslimin çoğu tarihçileri gibi ben de Holokost’un faillerinin ülkesinde yaşamanın korkunçluğu nedeniyle Holokost konusuyla yoğun olarak uğraştım.
Holokost’un varlığından ilk kez ne zaman haberdar oldunuz?
İlginçtir, ilk kez ne zaman duyduğumu hatırlıyamıyorum. Ben okuldayken tarih dersinde bu konu işlenmiyordu; hatta lisede birçok dersin öğretmeni eski Nazilerdi... Sadece Holokost değil, Nazi dönemi bile birçok okulda yok sayılıyordu. Latince ve tarih öğretmenimizin derste savaşta kaç Rus ve Polonyalı öldürdüklerini övünerek anlatmasını, Kimya öğretmenimizin bana derste „Soyadın bir Yahudi soyadı, nasıl oluyor da hayattasın?“ gibi bir soru sorduğunu ve hemen arkasından Wilhelm Busch’un antisemit bir şiirini okuduğunu hiç unutmadım... Ama bu beni aşağılamamış, sadece şaşırtmıştı. Almanca edebiyat dersimizde ise çok demokrat, antifaşist bir öğretmenimiz vardı, bize Nazi dönemi edebiyatı okutmuş ve beni çok etkilemişti..
Peki aileniz Holokost’tan nasıl kurtuldu?
Ben Yahudi değilim... Kimya öğretmenim de yanılmıştı… Dedem ve amcam, yani babamın babası ve onun kardeşi, din değiştirip Hıristiyan olmuşlardı. Ama sonradan Nazilerin ırkçı yasalarına göre ikisi de Yahudi sayıldı. Aslında ikisine de, kâh I. Dünya Savaşına katılmış kâh Yahudi olmayan kadınlarla evlenmiş oldukları için belli „istisnalar“ tanınmıştı ve diğer Yahudilere göre daha fazla yaşama şansları olmalıydı, ama her ikisi de Holokost’ta öldürüldü. Dedem Nazi diliyle „Kristal Gecesi“ olarak adlandırılan 9 Kasım 1938 pogromunda tutuklanıp Berlin’e yakın Sachsenhausen temerküz kampına sürüldü ve orada gördüğü işkenceler sonucunda öldü. 9 Kasım Pogromu Dan Diner’in sözleriyle „Faciadan önceki facia“ydı. Nazilerin amacı, bu pogromla halen Almanya’da yaşayan Yahudileri ülkeyi terke zorlamaktı. Tutuklanan Yahudiler bir kaç hafta işkence gördükten sonra Almanya’yı terk etme şartıyla serbest bırakılmışlardı. Ama dedem salıverildikten bir kaç gün sonra öldü.
Siz bunları ne zaman öğrendiniz?
Birkaç yıl önce... Ben sadece dedemin Holokost‘ta öldürülen „altı milyon’dan biri“ olduğunu biliyordum. Gençliğimde babama soru sormadım, sormaktan çekindim galiba... Onun çekingen hatta biraz korkak olmasından utanırdım. Halbuki babası öldürüldüğünde 16 yaşındaymış, sonra amcası da tehcir edilip öldürülmüş, kendisi de „yarı Yahudi“ olarak tecrit edilmiş, okulu terke zorlanmış ve her gün o korkuyla yaşamış. Ben bunları bir kaç yıl önce Amerika’da yaşayan halalarımdan öğrendim... Babam erken öldü. Bugün kendimi ona karşı mahçup hisediyorum, onun böyle „çekingen“ olması çok doğaldı, ben duyarsız davranmıştım..
Kurbanların çoğu yaşadıklarını anlatmadı, anlatamadı…
Bu böyle biliniyor, birçok kişi ve aile için de doğru... Ancak unutmamak gerekir ki anlatanlar, yazanlar, hatta başka mağdurların da ifadelerini alıp toplamış olanlar var. Örneğin Holokost’ta en fazla kurban veren Polonyalı Yahudiler her şehir ve kasaba için ayrı ayrı anı defterleri tutmuşlar. Hatta daha savaş bitmeden farklı yerlerde Yahudi kişi veya kurumlar bu benzeri olmayan vahşeti belgelemeye başlamışlar. Kurtulanların bazılarının anılarında belirttiği gibi, onlar yaşadıkları vahşeti anlatmak, dönemin şahitleri olmak için hayatta kalma mücadelesi vermişler.
Varşova gettosunda örneğin Emanuel Ringelblum getto kurulduktan hemen sonra farklı siyasi ve dinsel eğilimlerin temsilcileri olan Yahudilerle „Oneg Shabat“ adlı gizli bir arşiv kurmuş ve belgeler teneke kutularda ve süt güğümülerinde saklanarak toprak altına gömülmüş. Bu arşivin yarısı savaştan sonra, gettonun harabelerinin altında bulundu ve çok önemli bir kaynak oluşturdu.
Başka bir örnek de Alman işgali sırasında Grenoble kentinde kurulmuş olup bugün Paris’te bulunan Memorial de la Shoah’nın CDJC – ‚Centre de Documentation Juif Contemporaine’ arşivi… Belge toplamak, o vahşeti savaştan sonra belgeleyip dünyaya göstermek direnişçi Yahudiler için de çok önemliydi, hatta direnişin bir parçasıydı. Haklı olarak kimsenin buna inanmayacağından korkmuşlardı.
O zaman dünya neden Holokost’u bu kadar geç algıladı?
Çünkü savaştan sonra onları dinlemek isteyen pek yoktu. Bunun da farklı nedenleri var tabii ki... İkinci Dünya Savaşının hemen akabinde Almanların „genel olarak“ savaş suçları gündeme geldi. Nürnberg mahkemelerinde Alman Nazi örgütleri ve en önemli sorumluları genel olarak savaş ve insanlığa karşı işlenen suçlar nedeniyle yargılandılar. Yahudi soykırımı özel ve ayrı bir konu olarak ele alınmadı. Almanların işgal ettikleri ülkelerde işledikleri korkunç suçlar göz önünde bulundurulacak olursa bu doğal: Polonya’da, Sovyetler‘de Yahudi olmayan milyonlarca insan katledildi. Fransa ve İtalya’daki direnişler nedeniyle bazı köy ve kasabanın halkı topyekün katledildi, yüzbinlerce insan köle işçi olarak Almanya’ya sürüldü. Dolayısıyla savaşın hemen akabinde Holokost, Almanların genel olarak işledikleri vahşet ve suçlardan sadece biri olarak algılanıyordu, bütün mağdurlar „savaş mağdurları“ydı. Holokost’un özel anlamı ve boyutu bu yüzden çok sonradan anlaşılmaya başlandı.
Soğuk Savaş’ın bu gecikmedeki rolü...
Daha savaş bitmeden önce başlayan Batı-Sovyet kutuplaşması sonucunda Batı Almanya, ABD’nin müttefiği oldu, Nazi savaş suçlularının yakalanması için takip edilmeleri büyük ölçüde duruduruldu. Hatta bazı Nazi suçluları Amerika için çalışmaya başladı.
Almanlar da bir toplum bilinci geliştirerek kendilerini savaşın „mağdur“ları olarak gördüler. Hatırlıyorum, 1960‘lı yıllarda Batı Almanya’nın her köşesinde Sovyetlere karşı afişler vardı... Almanlar mazlum rolünü benimsemişlerdi... Komünistler onların düşmanıydı...
Ama bugün Almanya anma politikasında ve kendi tarihi ile hesaplaşmada örnek olarak görülüyor…
Evet, bugün insan Almanya’da bir anıt, bir tökezleme taşı, bu konuda bir müzeye rastlamadan nerdeyse beşyüz metre bile yürüyemez. Türkiye’den gelen birçok arkadaşım, oradaki politikayı düşünerek Almanya’yı bu konuda övüyorlar.
Ama bu günlere uzun bir mücadelenin sonucu olarak gelindi.
Birkaç örnek vermek gerekirse...
1963-1965 yıllarında Frankfurt’da Auschwitz’te görev yapmış yirmi Nazi suçlusunun yargılandığı Auschwitz Davası... Bu dava, eski Auschwitz tutuklusu ve yıllarca uluslararası Auschwitz komitesinin başkanı olan Hermann Langbein‘ın ve yaklaşık bir yıl bir toplama kampında tutuklu buldunduktan sonra önce Danimarka’ya oradan da İsveç’e kaçan ve savaştan sonra tekrar Almanya’ya dönen sosyal demokrat, hukukçu, Yahudi asıllı Frankfurt başsavcısı Fritz Bauer‘in yılmaz, yorulmaz çabalarının sonucu olarak gerçekleşmiştir. Almanya o günlerde bu tür çabalara düşmanca yaklaşıyordu... Bauer, Almanya’da hakim olan bu siyasi havayı şu sözlerle betimlemişti: „Büromdan çıkınca, kendimi düşman bir yabancı ülkede hissediyorum”
Aynı dönemde Almanya’da Nazi suçlarının araştırılması için savcılıkların ortak kurdukları ‚Ludwigsburger Zentralstelle‘de görev yapan Dietrich Kulbrodt, orada görev yapan hukuçuların, binanın önünden geçen veya yürüyüş düzenleyen faşizan Almanlar tarafından tehdit edildiğini anlatır…
Holokost’u ve Nazi suçlarını belgeleyen ilk kitaplarını hazırlayan, kamplardan sağ kurtulmuş olan Yahudi tarihçi Joseph Wulf, bu duruma tahammül edememiş, 1974 yılında oğluna bir mektup bırakarak intihar etmişti: “III. Reich hakkında 18 kitap yayınladım ve bunların hiç bir etkisi olmadı... Bonn’da demokratik bir rejim olabilir... Toplu katliamların canileri etrafta serbestçe dolaşıyor, evleri var ve çiçek yetiştiriyorlar...“
Bugün Nazi döneminin toplama kampları müzelere dönüşmüşse kamplardan kurtulmuş olanların kurduğu komisyonların ve antifaşist aktivistlerin girişimlerinin önemi yadsınamaz.
1968’den sonra ortaya çıkan „Yeni Sol“ hareketler de toplumda egemen olan „Yeter artık... Bu hesaplaşma bitsin... Asıl biz Almanlar savaş mağduruyuz...“ görüşüne tepki göstermiş ve yeniden örgütlenen Nazilere karşı koymuştur.
Sizin gençken duygularınız...
Genç bir solcu olarak 1930‘larda Nazilere direnen antifaşitlerin „izinde“ydim. Nazilerin kurbanı olarak önce „yoldaşlarımızı“ gördüm, komünistleri, sosyalistleri... Bugün geriye baktığımda, inanılmaz duyarsız olduğumuzu düşünüyorum.
Solcu olarak antifaşist mücedelede yer alan biri, sonuçta kendi iradesiyle hareket eder ve belli bir ölçüde riski de göze alır, her ne kadar bu Nazi veya diğer faşist rejimlerin bu insanları ezme, öldürme politikasını meşrulaştırmasa da ... Ama Holokost’ta Yahudilerin ve Naziler tarafından „Yahudi“ olarak tasnif edilen insanların imhasını amaçlayan politika bambaşka bir olgu.
Bu bambaşkalığın, bu tekilliğin, bu öncesizliğin bilincinde değil çoğu kişi...
Aynen... Örneğin Vietnam’da ve sonra Latin Amerika’da ABD’nin müdahalelerine ve savaş politikasına karşı düzenlenen yürüyüşlerde en çok atılan slogan „USA-SA-SS“ oldu. Amerika’yı birebir Nazilerle özdeşleştiren bir slogan... Bu büyük bir bilinçsizliğin ve duyarsızlığın ifadesi. ABD’nin politikasını istediğiniz kadar sert eleştirebilirsiniz, bu doğru ve gerekli de olabilir, ama SS teşkilatınin düzenlediği Yahudi soykırımı ile eşlemek, bu mümkün değil... Holokost bambaşka bir şey.
Bu tür bir eşlemeyi Almanya’da yapmak...
Çokdaha vahim. Çünkü sonuçta ABD’nin askerleri Sovyet ve diğer ordularla beraber bizi, yani Almanları, Nazi yönetiminden kurtarmış. Bunu kavrayamamak, tarihin diyalektiğini kavrayamamak demek.
Ama siz Anti-Amerikancılığın Antisemitizm içerdiğini ya da tarz olarak ona benzediğini söylüyorsunuz...
Evet... Genel olarak „Anti-Amerikanizm“, özünde bir komplo teorisidir: Nasıl antisemitler dünyadaki her kötülüğün altında Yahudileri görüyorlarsa, Anti-Amerikanizm de Amerika‘yı her olumsuz olgudan sorumlu tutuyor. Böylesine basitleştirilmiş bir dünya algısında bu tür fikirler birleşiyor ve antisemitlere göre Yahudiler Amerikayı yönetiyor oluyor…
Garip ama gerçek... Bugün Almanya Holokost’u nasıl algılamakta?
Alman toplumunda bugün Holokost konusunda, en azından yüzeyde, bir mutabakat sözkonusudur. Auschwitz kampının Sovyet ordusu tarafından kurtarıldığı 27 Ocak ve Pogromun gerçekleştirildiği 9 Kasım günlerinde son on veya onbeş yıldır Alman meclisinde bir anma töreni yapılmakta... Holokost okullarda müfredatta... Almanya’nın hemen hemen her köşesinde, eskiden önemli Nazi kurumlarının bulunduğu yerlerde veya 1933 öncesinde Yahudilerin oturdukları /çalıştıkları binaların önünde anma plakaları bulunmakta...
1990‘lı yıllarda birçok kurumun Nazi döneminde sisteme nasıl katkıda bulunduğu ve Yahudilere ait mülkün gaspından nasıl faydalandığı ortaya çıkınca Almanya’nın büyük müesseseleri, sigorta şirketleri, fabrikaları, bakanlıkları, spor dernekleri v.s. Nazi dönemindeki geçmişlerini bağımsız tarihçilere ya da tarih komisyonlarına araştırtmaya başladılar.
2006 yılında dışişleri bakanlığı için kurulan tarihçiler heyetinin raporları 2010 yıllında kitap olarak yayınlandı.
Alman istihbarat teşkilatı bile 2011 yılında kendi kurumunun tarihini araştırtmak için bir komisyon kurdurdu. Ancak tarihçiler, dosyaların önemli bir kısmının eksik olduğunun hemen farkına vardılar…
Son olarak geçen yıl adalet bakanlığı da bu konuda bir komisyonu görevlendirdi...
Almanya bu yüzden kendi tarihiyle yüzleşmede çok övgü alıyor...
Kuşkusuz son 15-30 yıl öncesine göre olumlu bir gelişme var. Almanya‘da bir takım Holokost araştırma merkezleri kuruldu, çok kapsamlı yeni araştırmalar yapıldı ve var olanlar derinleştirildi. Bugün, Holokost hakkında bilimsel literatür onbinlerce eseri kapsıyor. 1995 yılında Almanya’nın tüm kentlerinde, sadece aşırı sağcı ve Neo-Nazi grupların değil, CDU temsilcilerinin hatta belediye başkanlarının protestolarına rağmen düzenlenen büyük bir sergi, Alman ordusunun suçunu ve katliamlarını ve özellikle Holokost’u gerçekleştirmedeki suç ortaklığını ortaya çıkardı. Bugün ise bu gerçekler artık „genel bilgi“... Türkiye’deki Ermeni soykırım tartışmasından farklı olarak, Almanya‘da Holokost gerçeğini ispatlama gereği yok artık, onu inkâr edenler çok marjinal kesimler.
Şimdi asıl tartışılan, araştırılan sorular Holokost’un nasıl mümkün olduğu, 1933 yılından 1941’e Yahudilerin nasıl adım adım dışlandıkları ve haklarının nasıl gasp edildiği, Alman toplumunun çoğunluğunun tutumu, kayıtsız seyirci ile suç ortağı arasındaki ince çizginin nasıl tanımlanabileceği, hangi ideoloji ve politikaların buna yol açtığı, faillerin kim olduğu...
Nazizm dönemi faillerinin çoğu artık yaşamıyor ama onların çocukları ve akrabaları için, sevdikleri babalarının veya dedelerinin bir katil olduğunu öğrenmek, idrak etmek duygusal açıdan zor olabilir. Bu nedenle son yıllarda, Holokost‘u anma müzelerinin çoğunda „Ailemde bir fail var“ konulu seminerler düzenleniyor. Aslında bu durum Alman toplumunun büyük bir çoğunluğu için söz konusu…
Siz anma törenlerini değerlendirecek olsanız...
Çoğu ülkede bu „anma törenleri“ birer „müzeleştirme“ çabası... Bu „müzeleştirme“ çabası Holokost’un banalizasyonuna, sıradanlaştırılmasına yol açıyor.
Biraz açar mısınız?
Biz „Auschwitz“ veya „Holokost“ sözcükleri ile Yahudileri ölüm kamplarına götüren trenlerin yük vagonları, kampın tutuklarının kollarına dağlanan tutuklu numaraları gibi belli kalıp veya ikonları özdeşleştiriyoruz. İnsan belki idrak edilemeyecek nitelikteki bir vahşeti „sindirebilmek“ için bu tür ikonlara ihtiyaç duyuyor. Ama bunlar yanlış bir imaj veriyor, çünkü gerçek farklı... Örneğin öldürülen Yahudilerin çoğu, özellikle Sovyetler Birliği, Ukrayna, Beyaz Rusya veya Romanya’da öldürülenler, yaşadıkları yerde katledildiler hiç „yük vagonları“na binmediler … Ölüm kamplarına getirilenlerin çoğuna aslında dövme yapılmadı, çünkü onlar bir sayı bile olamadan ölüme götürüldüler.
Holokost idrak edilemeyecek kadar korkunç ve bu vahşetin anlaşılmazlığı, bir kısım edebiyatta, Holokost’un dünya tarihinin „dışında“ bir olaymış gibi gösterilmesine ve adlandırılmasına neden oluyor. Holokost konulu bir takım filmlere ve romanlara da bu nedenle çok çekimser yaklaşıyorum: Gerçek vahşeti ve gerçek koşulları filmde göstermek mümkün değil. Örneğin aç olan, günlerdir yıkanmadan sürülen insan pis kokar, bunu hiç bir filmde göremezsiniz. „Pianist“ gibi ticari filmler, ve birçok roman, toplumun belleğinde var olan belirli klişeleri güçlendirmekte. Mükemmel eğitim görmüş, müzik veya sanatta faaliyet gösteren üst orta sınıf mensubu Yahudiler... Onlarla „empati“ kurmak çok kolay... Şu gerçek gözardı ediliyor... Holokost’ta öldürülen Yahudiler arasında her sınıftan insan vardı, ve doğal olarak alt sınıf insanları çoğunluktaydı, çünkü onların, zamanında güvenilir bir ülkeye kaçma veya rüşvet yoluyla saklanma şansları çok daha zayıftı.
Almanya’da Holokost’u anmak...
Holokost’u anmak Almanya’da çok çok önemli... Ama bazan bu anma iki yüzlü bir tutum içerebiliyor...
Geçen yıl Holokost konulu üç günlük bir konferansa katıldım ve konuyla çok ilgili iki Alman hanımın, kahve molasında, Türklerin ve Arapların ne kadar pis olduğundan bahsettiklerine kulak misafiri oldum, ırkçıydılar. 2012’de Berlin’de Holokost’un Roman kurbanları için yapılmış olan anıtın açılış gününde, bu anıtın beş yüz metre ötesinde toplanan meclis Almanya’ya sığınan Roman mültecileri sınır dışı etme kararını onayladı.
Anma törenleri için önerileriniz...
Bence ritüelleşmiş anma faaliyetleri yerine, dışlamanın, ayırımcılığın, antisemitizm ve ırkçılığın nerede başladığı konusunu irdeleyen ve bu konularda duyarlılığı arttıran anma törenleri çok daha anlamlı, insanlık adına çok daha yararlı olacaktır. (SMS/YY)
* Bu söyleşi Şalom Dergi'nin Ocak-Şubat 2014 sayısında yayımlandı.