Güçler arası iktidar mücadelesi biçiminde yaşanan siyaset, bizleri istikrarlı olarak seyirci konumuna itiyor. 1980 askeri darbesinin izlerini silemediğimiz son otuz yıldır, ülkenin tek tipçi ve merkezi devlet geleneğini sarsmayan neo-liberal devlet stratejisinin etkisiyle, siyasal katılımın önündeki duvarlar giderek daha da yükseldi.
Siyasal baskı ve denetim zayıfladıkça ortaya hem otoriter eğilimleri hem de yolsuzluk ve hukuksuzluk skandalları açısından şaşalı bir devlet krizi manzarası çıktı. Sistem çarklarını yine acımasızca döndürüyor. Ve bu sistemin sistematik bir defosu var.
Neden bunca iplik pazara dökülürken, Hrant Dink davasının durumu, Pınar Selek’le ilgili inanılmaz kararlar, Sebahat Tuncel’e yönelen siyasi linç niteliğindeki karar gibi devletin tekçi yapısını ve merkezi otoriter gücünü korumaya dönük hukuk ihlalleri sorgulanamıyor. KCK davasına bağlı olarak usulsüzce yürütülen ve siyasi soy kırım biçimini alan tutuklamalar neden hala geçerli? Neden hala Roboski’de yaşanan katliama bir açıklık getirilemiyor?
Dolayısıyla tekçi devlet yapısını savunmak hala sistem için geçerli. Bu açıdan Kürt meselesi ve demokratikleşme gerçek bir muhalefetin yine en önemli gündemi. Sistemin temel sınırının burada başladığı kesin, nerede bittiği bilinmese de… Ve AKP Kürt meselesinin çözümünde kendi iradesinin ötesinde etkili olan yapısal sınırlarına dayanmış gibi duruyor.
Mevcut durumda çıkışın kolay olmadığından tutun da, olayların 27 Mayıs’a benzer bir darbeyle sonuçlanabilme ihtimaline varan tahminler üzerine konuşuldu. Ancak durum 1960’lardakinden çok farklı olduğu gibi, mevcut krize sadece olumsuz değerlendirmelerle yaklaşmak ve potansiyelleri hiç görmemek ne kadar açıklayıcı bir yaklaşım olur?
Devlet de, siyasal dinamikler de Türkiye’de 1980’lerle beraber yapısal değişimlere uğradı. Ordunun konumu, iç bütünlüğü sarsılırken; burjuvazinin siyasal gücü arttı ve siyasetimiz de ekonomimiz kadar küresel dengelere duyarlı hale geldi. Kaosun dozunu arttıracak böyle arkaik bir müdahale yöntemi, siyasal müdahalenin enstrümanlarının bu kadar arttığı bir devirde nasıl destek bulur emin değilim.
Dolayısıyla analizlerimizde 1980’lerden bu yana siyasal yapılardaki önemli değişimleri dikkate almak önemli. Bunun dışında, siyasal ve toplumsal hayatın dinamizmini gören çoklu değerlendirmeler yapabilmek de bir o kadar önemli. Bunun siyasal olanakların ve toplumsal dinamiklerin siyasal kısıtlılıklarla birlikte değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Bu temelde öncelikle mevcut durumu analiz edecek, daha sonra ise bu sınırlar içindeki olanaklara işaret etmeye çalışacağım.
AKP - Cemaat
Bir kez daha AKP’de temsiliyet bulan hegemonik yeni-muhafazakar bloğun farklı güç gruplarından oluştuğuna ve bunların artık devlet içi bir iktidar mücadelesi verdiğine tanık oluyoruz. Tam da bu devlet içi mücadele sonucunda bugün aynı güç bloğunun parçalanmaya yüz tuttuğunu söylemek mümkün.
Güç bloğu içindeki gruplar geçmişte onları bir arada tutan konsensüs devam ederken, farklı biçimlerde güç biriktirmiş olan farklı yapılanmalar. Şimdi bu güç birikimi hegemonik blok içindeki yapılar arasında bir iktidar çatışmasına yol açıyor. Aynı yapısal farkların bu grupların Kürt meselesine bakış açılarını da farklı kıldığını söylemek mümkün. Bu açıdan da geçmiş de olduğu varsayılabilecek uzlaşının artık dağılmakta.
Buna göre, AKP’nin hükümet olarak Kürt meselesine kısıtlı bir çözüm geliştirme temelinde yaklaştığı ve bu sorunu yönetilebilir kılmak peşinde olduğu, Cemaatin ise bölgede yerel-toplumsal kanalları zorlayan güç olma adına bu sürece isteksiz baktığı görülüyor. Ancak her iki tarafın da niyetlerinden bağımsız olarak, bu güç bloğuna dayanan siyasal liderlik barış sürecini hakkıyla yürütemedi ve kendi yapısal sınırlarına çarptı.
Önümüze serilen manzara açıkça devlet krizi, siyasal temsiliyet ve meşruiyet krizi…
Latin Amerika ve Yunanistan
Devlet organları arasında çatışmaların başladığı, AKP’nin hegemonyasının Gezi’den sonra ikinci bir ağır darbe aldığı bu dönemin karşı atak için yarattığı olanaklara bakmak ayrı bir analiz gerektiriyor. Mevcut koşullarda AKP kendi tabanını konsolide etmeyi bir ölçüde başarsa bile partinin derin bir darbe aldığı bir gerçek.
Tek sorun pek çoğumuzun da işaret ettiği gibi bir alternatifin olmaması. Ancak bunun AKP’nin içten patlamalı çöküşüne ve siyasal krize merhem olamayacağı da açık. Belli ki tıpkı ANAP’ın dağıldığı 1980’lerin sonundaki gibi, bloğun parçaları yeniden kendi mecralarına dönme eğilimi içine girebilirler. Ama asıl bakılması gereken yer sağ blok içindeki konumlanmalardan çok, muhalif zeminlerdeki potansiyellerdir.
Hatırlayacak olursak, Latin Amerika’da, Yunanistan’da 2000’lerde ortaya çıkan hükümetlerin meşruiyet krizinden sol güçlenerek çıktı. Öyle ki şimdilerde bu sol hükümetler neo-liberalizmle ilişkisi bağlamında, iddia ettikleri katılımcı demokrasi modellerini ne düzeyde hayata geçirdikleri konusunda eleştirel bir gözlem altındalar.
Latin Amerika’da hal böyleyken, Yunanistan’da Syriza gibi sosyalist bir koalisyon partisi 2004 yılında aldığı yüzde 4’lük oyu bugün yüzde 27’lere çıkarmış durumda. Bölgeler arası kaba bir analoji yapmanın ötesine geçerek, bu örnekleri incelemek lazım. Bu noktada bu örneklerden en temel farkımız kapıda bekleyen savaş tehdidi. Yani barış koşullarının heba edilmesinin yaratacağı radikalleşme ve çatışmaların yeniden başlama olasılığı…
Dolayısıyla ülkedeki krizin derin bir toplumsal bunalıma dönüşmemesinin tek koşulu demokrasi ve barış.
BDP ve HDP'nin barış direnci
Krizin yarattığı bir zemin olduğunu teslim etsek dahi, bu süreci demokratikleşme sürecine evriltecek öznenin kim olacağı sorusuna yanıt vermiş sayılmayız. Son gösterdiği adaylar açısından olsun, demokrasi ve barış söylemine uzaklığı bakımından olsun giderek sağa kaydığını söyleyebileceğimiz Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP)böylesi bir alternatif olması imkanı söz konusu değil ne yazık ki…
Onun daha solunda duran Türkiye Komünist Partisi (TKP), Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) gibi partiler ise bugüne kadar CHP’yle yaptıkları danstan sıkılmış olsalar da kitlesellikten çok uzaktalar ve tıpkı CHP gibi Kürt hareketiyle temas konusunda ise son derece çekimserler.
Geriye siyasi parti olarak Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ve özgürlükçü sol gruplar-partiler-toplumsal hareketler temelinden kurulmuş Halkların Demokratik Partisi (HDP) kalıyor. Bugün Kürt Hareketinin hala barıştan yana direnç gösteriyor olması önemli. HDP bu arzunun en önemli meyvesi olarak demokrasi ve barış adına sahip çıkılması gereken temel oluşum gibi duruyor. Bu yeni deneyin bir alternatif yaratması birçok kişi açısından mümkün gibi dursa da henüz belirsizliklerle dolu. Ancak Yunanistan’daki Syriza, Die Linke gibi sol-sosyalist gruplar ve toplumsal hareketlerin kimi temsilcileri arasındaki koalisyonlara dayanan partilerin gösterdiği başarı örnekleri, majinal solla bu iş olmaz söylemlerini çürütür nitelikte. Ama elbette bu örneklerde sol ve sosyalist grupların geçirdiği değişimleri görmeden yapılacak bir değerlendirme yanlış olacaktır.
Son olarak yeni siyasal parametreler açısından özellikle Kürt hareketinden dinamizmini alan bu yeni oluşumun mevziisini nereye kuruması gerektiği sorusuna yanıt arayabiliriz. Girişte de belirttiğim gibi Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) kendi yapısal sınırlarına dayanmış gibi duruyor.
Çok daha etkin bir güçken yapamadıklarını şimdi nasıl yapacak belirsiz. Suçu Cemaate atmak ise bugüne kadar kurulmuş olan AKP Cemaat arasındaki ortaklaşmayı görmezden gelmek olur. Kısaca komplo teorilerinden söz eden AKP’nin her anlamda kendi kazdığı kuyuda debelendiği, iktidar savaşında hamle yapmak için cemaate her anlamda çok koz verdiği açık.
Dolayısıyla alternatif grupların ve oluşumların AKP karşısında veya yanında mı sorularına boğulmadan mevzilenmesi gerektiği ve AKP’nin biraz toparlanmasından umut beslemenin yanlış olacağını ön görmek mümkün…
Siyasete yön verecek dinamikler
Bundan sonra koalisyon hükümetleri mi olur, yoksa başka modeller mi bilinmez, ama siyasal krizin bir avaz da aşılacağını düşünmek için koşullar pek uygun görünmüyor.
İster HDP adı altında olsun ister başka bir adda, alternatif siyasetin yüzünü asıl döneceği yer ise Türkiye toplumu.
Başta HDP olmak üzere muhalefet için toplumsal bir başarı kazanmak bir süreç işi ve siyasete yön verecek olan asıl dinamikler toplumsal. Yerel seçimlerde farklı toplumsal kesimlerin vereceği oyların dağılımının gösterdiği pusulayı okumamız bu açıdan çok önemli. Ayrıca iktidar çatışmalarına bulaşmayan yeni bir siyaset tarzının ve alternatif söylemin geliştirilmesi şart.
Vatandaşı artık siyasete doğrudan katılmaya çağırmanın, saydamlığın ancak böyle sağlanacağının söylenmesinin zamanı geldi. Demokrasinin tek çare olduğunu her vicdanlı vatandaş biliyor, ancak kazanamayacak partiye oy vermeme eğiliminden tutun da, kendisini bir irade olarak ortaya koymaktan imtina etmeye kadar varan sinizm temel bir sorun. Ancak bu açıdan bile ortada güç çekişmelerinden sıtkı sıyrılan geniş bir kesim olduğunu biliyoruz.
Alternatif siyaset arayışında samimi olanlar uzun erimli bir mücadele içinde, mevcut toplumsal ve siyasal dinamikleri bilerek, ama onun ötesini tahayyül ederek ilerlemek zorundalar. Bu açıdan sürecin bu etabında yerel seçimler olsa da asıl hedef genel seçimler gibi duruyor. Böyle bakıldığında gerek mevcut krize, gerekse AKP’ye duyulan tepkinin adresi AKP’liler açısından belirsiz olsa da, AKP tabanının dahi sürece tepkisiz kalamayacağını düşünerek konuya yaklaşmak lazım.
Soru en temelde şu: CHP’li ve AKP’li rahatsızları aynı anda gören alternatif siyaset mümkün mü? Katılımcı yönetim ve radikal-halkçı demokrasi temelinde onları çağıracak adresi yaratmak için gerekli şartlar mevcut değil mi? (BY/HK)
* Doç. Dr. Betül Yarar, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, Ankara.