istanbul’a gelince ayağımın tozuyla parklarda yapılan forumlardan birisine gittim. son bir aydır gelinen noktaya tanık olmak istedim. insanların katılımı, heyecanı, içtenliği, ciddiliği ve sahihliği daha öncesinde olduğu gibi yine beni çok etkiledi. konuşanları, onların konuşurkenki tavırlarını, dinleyenleri, onların söylenenlere yönelik tepkilerini keyifle izledim uzun süre. sonra da kendi kendime “bu maya tuttu” dedim.
kentsel dönüşüm ve mülkiyet
forumun o akşamki gündemi kentsel dönüşüm ve buna karşı verilen mücadele örnekleriydi. pek çok farklı yerde mücadele eden insanlar oradaydı, kendi deneyimlerini ve geldikleri noktayı anlattılar. insanların yaşam alanlarını koruma çabalarından yola çıkarak, yaşamlarına ve geleceklerini düşünerek, kapitalizmin uygulayıcısı rant kesimlerine karşı nasıl mücadele verdikleri, nasıl müdahale ettikleri konuşuluyordu.
yaşamım boyunca bir dikili ağacım olmadı. toprağın, binaların, yaşam alanlarının özel mülkiyetine hep karşı çıktım, en azından bana bulaşmasın istedim bugüne kadar. ama o anda kendimi bir “mülk sahibi” olarak düşündüm. bu yapılanları bir mülk sahibi olarak yaşasaydım neler hissederdim diye aklımdan geçirdim.
atamdan, dedemden bir bina, bir toprak parçası kalsaydı bana ve kentsel dönüşümün rantiyecileri onları elimden almak, gasp etmek isteselerdi, kendi belirledikleri biçimlere dönüştürmeye çalışsalardı, beni ve çevremi oradan sürerek “soylulaştırma” çabalarının doğrudan etkilediği bir insan haline getirselerdi ve benim olanın benim elimde kalması için, beni mücadele etmeye zorlasalardı; ne yapardım acaba?
uzun süre orada bu tür uygulamalara maruz kalanlardan birisi olarak bunları aklımdan geçirdim. o zaman hem çaresizliği, hem de isyan etmenin birbirini tamamlayan ve doğuran, aslında aynı ruh halinin iki farklı görüntüsü olduğunu fark ettim.
“y”ler her yerde
işte tam o sırada, daha önce anlattığım “y”lerden birisini gördüm. parkın az ışık alan bir yerinde uzanmış, sırtındaki abasıyla neredeyse toprakla bütünleşmiş gibiydi. keyifle ama kıpırdamadan ve hiçbir tepki vermeden büyük bir dikkâtle izliyordu konuşulanları.
dayanamadım yerimden kalktım ve usulca olduğu yere gittim. ancak onun duyacağı kadar bir sesle “merhaba” dedim ve yanına oturdum. o da benim merhabama aynı şekilde karşılık verdi.
forum iki saat sürdü ve sonuna kadar o da ben de tek sözcük etmeden ve aramızda konuşmadan forumu izledik.
bitip de herkes dağılmaya başlayınca ilk konuşan o oldu:
“bir yolunu bulup hep bizi yazıyorsunuz” dedi. sonra da ekledi: “bu bizim de hoşumuza gidiyor!”
kısa bir sessizlik anı yaşandı. etrafa bir göz attı. sanki söyleyeceklerinden korkuyor gibiydi.
“siz yazdıkça bizim yaşamımız zorlaşıyor ama; şimdi daha yakından ve sürekli izliyorlar bizi.”
özür diledim. onların durumlarını ve yaşamlarını zorlaştırmak gibi bir derdim olmadığını söyledim.
“yok, yok biliyoruz. ama ne yazık ki gerçekte yaşadığımız bu. gezi’de yaşadıklarımızı anlatmıştınız yazınızda. fazlası yok, eksiği var. aynen öyle oldu. bir süredir daha az görünmeye çalışıyoruz.”
yine sustu ve bir süre düşündü:
“bu akşam konuşulanlara dair düşündüklerimi anlatırsam onları da yazar mısınız?”
yanıtımın ‘evet’ olacağından emin olduğu için kesintisiz sürdürdü konuşmasını:
mülkiyetten vazgeçilmeli
“bu akşamki toplantıda konuşulanları ve verilen mücadele örneklerini dinledin. kentin eski halini, mülkiyet sistemini, mülkün dokunulmazlığı ve kutsallığı üzerinden bir bakışın uzantısı bir yaklaşımla talepte bulunuyorlar. sahip olunanlara dair ‘savunma-koruma’ temelli bir mücadele sürdürülmeli.
“çünkü yaşamın her anı aslında bir mücadeledir. hemen her durumda iyiler kötülere, haklılar haksızlara, akıldan yana olanlar aptallıklara, ileriye gitmeyi isteyenler gericilere, mal mülk sahipleri hırsızlara, dolandırıcılara ve talancılara karşı mücadele halindedir. ama bu kez, belki de ilk kez bunların hepsi aynı anda, aynı yerde ve aynı kişilerin mücadelesi halinde yaşanıyor. ‘umutsuzluğu’ mutlaklaştırmak ve insanlarda yaygınlaştırmak istemesem de aklımın dediği bir gerçeği ifade etmeden duramayacağım: gördüğüm o ki bu mücadelenin sonu en azından korunmak istenenlerin kaybı ile sonuçlanacak.
“başka bir deyişle, verilen bu mücadele istenen o hedeflere ulaşılacağı anlamına gelmeyecek. bence mücadelenin tek bir yararı olacak, o da süreçte öğrenilenler ve kurulan ilişkilerle bu ‘forum’ların yaygınlaşması ve katılımcıların sayılarının artması ve niteliğinin yükselmesi, giderek her yerin bir ‘forum’ haline gelmesi olacak.
aslında bu yeni durumda hayal edilenlerle ileride varılacak toplumsal yapının öğeleri oluşturulacak.
“mülk üzerinden değil, yaşama ve barınma hakkı üzerinden bir kullanım biçimi olarak ‘yerleşme’ değil, ‘geçici konaklama’ diye bir olgu gündeme gelecek. biz böyle yapıyor, böyle yaşıyoruz. aslında bu insana da doğaya da daha uygun.
“şimdi sahip olunan mülkü korumak yerine, ‘bulunduğun her yer sen oradan gidene kadar yalnız senindir; yeni yerler bulmak ve gitmek ise görevindir’ gibi bir slogan benimsenmeli ve yaşam bu gerçekliği anlayarak, anlatarak ve yaşayarak yeniden örgütlenmeli.”
‘gökdelen’ romanının gerçeği
sonrasında benim de okuduğum ve çok önemli bulduğu tahsin yücel’in “gökdelen” romanına getirdi sözü.
“orada anlatılanlar belki de romandaki hikâyenin yaşandığı 2074 yılına varmadan gerçek olacak. verilecek olan mücadele ancak bu tarihi ileriye taşımayı sağlayacak muhtemelen.
“bu yüzden mücadelenin bıkmadan usanmadan ve elbirliği ile sürdürülmesi gerektiğine de inanıyorum. çünkü bu mücadele süreci, mücadelenin hedefinin ötesinde, o süreçte yaşananlar ve onlardan öğrenilenler bakımından çok değerli ve önemli.”
o konuşurken kentsel dönüşüm ve buna karşı verilen mücadele örnekleri bizzat yaşayanlar ve canlı tanıkları tarafından aktarıldığı sırada söylenenler aklıma geldi.
kafamın içini okumuş gibi “mülkiyet”in tarihsel seyrinden söz etmeye başladı. zaten bildiğim şeyleri başka bir bağlamda ve ifade biçimiyle dinlemek keyifliydi.
“insanlık yerleşik düzene geçince ve sınıflı toplumlar ortaya çıkınca üzerinde yaşanılan toprak ve mekan bir mülkiyete dönüştü. o mülkün ilk sahibi sayısı o zamanlar yüzlerce binlerce olan, sonra giderek azalan, nihayet teke inen ‘tanrı’ydı. üzerinde yaşayan insanlar da dahil yeryüzündeki her şey tanrının mülküydü. tapusu yoktu, aktarılması, miras bırakılması söz konusu değildi.
“sonra zaman geçti, köleci topluma gelindi. küçük küçük de olsa bazı bölümleri, sınırlar çizilerek ‘erk’ sahiplerinin eline geçti. erk sahipleri bir anlamda tanrıdan aldıklarını söyledikleri tasarruf yetkisiyle onların kullanım ve hakkında karar verme gücünü ellerine aldılar. bunu çoğaltmak ve korumak için fetihler, savaşlar yaptılar.
“bir gün geldi onlar birbirlerini yendiler, birbirlerinin üzerinde olduklarını benzerlerine gösterdiler ve imparatorlar, krallar haline geldiler. bu kez her şey tanrının yeryüzündeki gölgesi olan ‘kralların mülkü’ haline geldi.
feodal toplumun bağrından çıkan kapitalizme doğru dönüşümün temel unsurlarından birisi de ‘tanrı’ ve ‘kral’ olmayan bireylerin de 2mülk sahibi’ olabilmeleriydi.
“bu hak, kapitalizmin doğup, yerleşmesi ve yaygınlaşıp genişlemesi için inanılmaz bir koşul ve olanak sağladı. hem maddi yaşamda, hem de o maddi yaşamın içselleştirilmesi sürecindeki duygusal, düşünsel, tinsel alanda feodalizmin tümüyle tasfiyesi açısından bir motor işlevi gördü bu hak ve yetki. mülkün önce küçük parçalara bölünmesi, sonra bunun yeniden birleştirilirken yarattığı değer artışıyla sonuçlandı.
“ama bugün yalnızca üretken emeğin artı değerinin sermayeye eklenmesi sürekli büyümesi, çoğalması gereken sermaye için yeterli değil. kapitalizmin şimdi yaşadığımız sermayenin küreselleştiği evresinde, para kendi başına kendini büyüten bir motora, bir araca, unsura dönüşmüş durumda. tüm egemenlikleri kendisinde toplayan, insanın yarattığı ama şimdi kontrol ve denetim dışı bir frankeştayn’a dönüşen bu varlık olarak ‘yeni tanrı’ artık para.
“o güç her şeyi olduğu gibi mülkü de artık dönüştürüyor. günümüzde toprak ve mekanlar artık onların kullanım ve piyasa değerlerinin üzerinde başka bir anlama geliyor.
“herkesin içinde yaşadığı evlerinin pembe fırfırlı perdeli, köşesinde televizyonun, bir tarafında yemek masasının, bir tarafında kanepesinin olduğu şirin oturma odaları artık bunun ötesinde bir özelliğe sahip.
“o artık kendisini büyütmekten başka bir amacı olmayan ‘para’yla aynı şey olmuş durumda. işte bu tarihsel evrimi değiştirmek artık olanaklı değil bence.
“gökdelen romanında anlatılan hikmet hoca’nın taksim cihangir’deki babasından kalan iki katlı, bahçe içindeki evine, istanbul’un her yanını ‘niyork’taki gökdelenlerden bir güzel gökdelenlerle donatma derdinde olan ‘karadenizli mütayit’ temel diker tarafından tankla, tüfekle, polis ve yargı gücüyle el koymasıyla, şimdi istanbul’un ve türkiyenin pek çok yerinde yaşanan kentsel dönüşüm uygulamalarının aslında birbirinden farkı yok. biri sanal öteki gerçek. ama ikisi de aynı şey aslında. dolayısıyla sonuç belli!”
Peki, ne olacak?
“birincisi halen yapıldığı gibi ‘mücadele2 sonu ne olursa olsun o süreçte öğrenilecek olanlar ve sağlanacak deneyimler açısından sonuna kadar sürdürülecek. ama bununla beraber başka bir şeyin daha yapılması gerekiyor bence:
“bu da gelecekteki toplumun ve o toplumun yaşam biçiminin oluşturulması için geçilmesi gereken zorunlu evrelerden birisi aslında. “biz de yaşam biçimimizle ve yaptıklarımızla aslında bunu gerçekleştiriyoruz. bireysel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı her yerde bulunulan yeri ve mekanı işgal ederek çok sayıda kolektif yaşam alanları ve toplulukları yaratılmalı.
“gezi direnişi bu anlamda bir oluşturulmuş yaşam alanıydı; orası herkesindi, ama en çok da orada olanların ve yaşayanlarındı. şimdi parklar aynı durumda. henüz o parklarda gezi’de olduğu gibi kesintisiz süren bir kolektif yaşam oluşturulmuş değil, ama giderek ona doğru dönüşeceği de çok açık.
“yine gezi parkı’nda olduğu gibi buna izin vermeyecekler. güç kullanarak, yakarak, yıkarak, öldürerek bunların oluşmasını engellemek isteyecekler. ama tıpkı özel mülklerin paranın egemenliğine geçmesi gibi, süreç içinde bu yaşam alanlarının da kalıcı hale gelmesini önleyemeyecekler.
“yaşanılan koşullara göre yalnız parklarda değil, bulunulan her yerde, öncelikle zaten toplumun tümüne ait kamusal mekanlardan başlayarak bu tür ‘işgal’lerin artması ve yaygınlaşması gündeme gelecek. bu da her gün güneşin doğması kadar mutlak ve kaçınılmaz bir sonuç.
“oralardan da sürecekler, atacaklar muhtemelen. ama gezi parkı’ndan atılma süreci nasıl bütün parkların ‘gezi’ye dönüşmesini gündeme getirdiyse bu kez de aynısı yaşanacak.
“geleceğin toplumu bir başka düzlemde yeninden yaratılacak ‘ilkel komünal toplum’ biçimi ile kapitalizmin sürdürülmesi için iliğine yağına kadar tüketilmek üzere baskı altına alınmış oradan oraya dolaşan ve kapitalizm için bir hammaddeden başka bir şey olmayan ‘robot insan sürüleri’nin oluşturduğu bir toplum ile hem parayı hem de bu düzeni yönetecek olanlardan oluşan ikili bir toplum olacak.
“herkes bu iki seçenek arasında, kendi isteğiyle de değil, koşullar öyle gerektirdiği için birinin içinde yer alacak. günün birinde başka ve yeni bir tarih yazılacak, o tarihi yapanlar bugün parklarda, alanlarda ve mekanlarda yeni yaşamın nüvelerini yaratanlar olacak.”
bıraksaydım daha çok konuşacaktı, ama izin istedim.
tavrı ve söylemi değiştirmek gerek
bana “anlıyorum, söylediklerim sana çok uçuk geliyor, ama ne yazık ki gerçekler böyle. perşembenin gelişi de çarşambadan belli oluyor. son olarak bir şey daha eklemek istiyorum. bunları aslında söz alıp kendim söylemek isterdim ama tıpkı senin gibi onlar da beni ‘uçuk kaçık’ bulacaklar, belki ellerini birbirinin etrafında çevirerek konuşmamı bitirmemi isteyecekler. en azından sen yazıp çiziyordun, epey okunduğunu da duyuyorum, hiç değilse senin aracılığınla herkese ulaşmış olur” dedi.
sonra da şunları ekledi:
“bu forumların katılımcıları, yaptıklarını, yaşadıklarını ve olanları hâlâ yeterince düşünmüyorlar bence. yaptıklarının ve gelinen noktanın da hâlâ yeterince farkında değiller.
“bu farkında olmama, çözümleme eksikliği ve olanların ‘teori’sini oluşturmama ileriyi ve sonradan olacakları, dolayısıyla yapmaları gerekenleri belirlemekten de onları alıkoyuyor.
“oysa bunlar pek çok yerde yazıldı, çizildi, dünyanın her yerinde olanların özeti, teorik çözümlemesi, zizek, hardt, negri, vb. düşünürlerce yapılıyor, yayınlanıyor. Onları daha çok okumak, anlamak, bilmek, kendi ortamlarımıza çevirmek, uydurmak gerekli. dünyayla temas ve birbirinden haberdar olmak çok önemli.
“bu akşam da olduğu gibi yapılan konuşmalarda genellikle daha önceden öğrenilmiş, mevcut ezberlere doğru bir sıkıştırma duygusu hakim. bunun da nedeni bu tür durumlarla ilgili eğitilmiş, alışkın olanların ve sürekliliğini sağlayanların çoğunlukla eski politik yapılardan gelen insanlar olması, onların daha çok ve uzun konuşması.
“sadece onlar konuştuklarında da, hep kendi bildikleri üzerinden çözümlemelere gittikleri için dönüşüm çok yavaş oluyor, ayrıca kopuşlar yaşanıyor. somut olaylar bile soyut biçimde konuşuluyor.
“insana dair temel meseleler gündeme gelmiyor, getirilmiyor yeterince. daha küçük grupların teması olarak kalıyor. dayanışma ve yardımlaşma temel ihtiyaçlarla sınırlı kalıyor. insanların varlık ve varoluş sorunlarıyla, kişisel gelişimlerinin yeterince farkına varılmıyor.”
tavrımdan derdimi anladı. “peki çok geç oldu, bu akşamlık yeter, nasıl olsa yeniden buluşur, konuşuruz” dedi.
ben ayağa kalkınca o da pançosunu başına çekti. birkaç adım attıktan sonra geriye doğru dönüp baktım. adeta toprakla bütünleşmişti. galiba tam da demek istediği buydu. kentsel dönüşümün yapamayacağı tek şey bu bütünleşmeyi engellemekti. (ms/yy)