Sahra çölü, 15 sene önce Moritanya'ya gittiğimde beni anında büyülemişti. Çölün kıyısındaki antik kent Cinguetti'den nispeten yakındaki bir diğer antik yerleşim Ouadane’ye yola koyulduğumuzda, Fransız rehberimin coğrafyaya uygun gibi görünen aracıyla kum tepelerinin arasında gezeceğimizi de sanmıştım aslında. Bana çok pahalıya mal olan bu hususi geziden çok memnun kalmış olsam da amacıma ulaşamamıştım. Rehber beni dolambaçlı sözlerle oyalayıp duruyordu.
Üstelik aynı gün dönüş yolunda, bozkır olarak nitelendirilebilecek bir düzlükte araba aniden duruverdi. Rehber motoru tekrar harekete geçirebilmek için epeyce uğraştı, fakat bir türlü beceremiyordu. Neyse ki güneşin yakıcı etkisi geçmiş, mevzubahis arıza çöle dair çok özel fotoğraflar çekmem için zaman tanımıştı. Fakat bu arada akşam saatleri gelmişti; rehber beni yoldan geçen ender araçlardan birine teslim ederek kaldığımız otele yollamaya karar vermiş, ben de ister istemez kabul etmiştim.
Kendimi yerel kıyafetler giymiş üç Moritanyalı adamla birlikte arkası açık bir kamyonetin içinde buldum. Onlar önde epeyce sıkışık bir düzende, ben arkada bir mal gibi, tozu dumana katarak ilerliyorduk. Güneş ışınları gücünü fazlasıyla kaybetmiş, ben bir yandan ısınabilmek için iki kollarımla kendimi sıkıca sarmış, diğer yandan engebeli arazide araçtan aşağıya yuvarlanmamak için akla karayı seçmiştim. Ön tarafta dinledikleri, Janis Joplin'in sesini andıran bir kadının adeta saykodelik tınılar eşliğindeki yerel şarkıları atmosferi katmerlendiriyordu. Derken bu araç da ani bir frenle bozkırın ortasında duruverdi. Müzik bitti, üç adam sakin hareketlerle araçtan indi ve ortalığı kolaçan edermiş gibi, bizden başka herhangi bir insan izinin görünmediği uçsuz bucaksız bozkırda bir süre etrafa baktı. Benimle pek ilgileniyor gibi görünmeseler de korkmaya başlamıştım. Güneş batmış, alaca karanlığa doğru hızla ilerliyorduk…
Derken üçü birden tekrar bana doğru yöneldiler, hasır seccadelerini araçtan çıkarıp muhteşem manzaranın ortasında namaz kılmaya başladılar…
Kamyon şoförleriyle baş başa
Moritanya İslam Cumhuriyeti'nde beni en çok etkileyen ise, kadınların toplum içindeki statüleri, çöl coğrafyasında tek başlarına bakkal dükkânı veya kamyon şoförlerine hizmet veren kahvehanemsi restoran gibi işletmelerin başında takındıkları hür ve cesur tavırlar oldu. Hatta şaşkınlık içinde Türkiye'ye döndüğümde, aktardıklarımdan epeyce etkilenmiş eşim Savarona'nın, mevzuyu ayrıntısıyla aktaran "Rosalino Afrika'da" diye bir yazısı Radikal 2'de yayımlanmıştı.
Ağustos ayında İsviçre'nin prestijli festivali Locarno'da en iyi yeni yönetmen ödülüne layık görülen 143 rue du désert (143 Sahara Street/ Sahra Sokağı, no: 143) adlı belgesel tam da bu konuya parmak basıyor. Fakat tecrübeli yönetmen Hassen Ferhani'nin kamerasını şefkatle yönlendirdiği kadın, Sahra çölünün Cezayir kısmında, genellikle uzak yol taşımacığı yapan sürücülerin uğrak yerini işleten Cezayirli Malika, veya isminin de bize fısıldadığı gibi, Türkçe'ye uyarlanmış haliyle "Çöl kraliçesi Melike".
Dükkânı "haram" olarak yaftalanmış, Allah'ın adını sık sık ansa da, din insanlarına olan tiksintisini dükkânına uğrayan imam üzerinden, açık açık ifade eden, toplumun tabularını yerle bir etmiş, kendine has, bağımsız ve güçlü bir karakter.
Ve coğrafyanın doğal özelliklerini, çölün ritmini iliklerinizde hissettiren, bitmesini asla istemeyeceğiniz 100 dakikalık bir belgesel.
İki ayaklı kurtlar
Ufkun alabildiğine uzandığı bölgede, işlettiği dükkânın içinde yatıp kalkan Malika'ya soruyorlar:
- Kurtlardan korkmuyor musun?
- Korkmuyorum, köpeklerim var, onlar beni korur!
- Peki ya iki ayaklı kurtlardan?
Yaşlı, gayet şişman, hasta ve yorgun bir kadın Malika, ama yeri geldiğinde müşterileriyle şakalaşan, Youcef Zergouni ve kalabalık müziyen grubu dükkânı şenlendirdiğinde ayağa kalkıp genç ve yakışıklı erkeklerle raks edebilecek kadar da hayat dolu bir kadın. Hatta yazar Chawki Amari onu ziyarete geldiğinde karşılıklı emprovizasyonlarda bir tiyatrocu edasına bile bürünebiliyor. Fakat aynı dükkânda namazını kılan da var, "kumlu omlet" yiyen de.
Malika kaybolduğunu iddia ettiği kardeşini arayan bir adamla sohbet ederken, kurmaca filmlere taş çıkartacak bir senaryoya da imzasını atıp yalnız karşısındakini değil, seyirciyi bile kandırabiliyor. Kimsesi olmadığını iddia edip halinden memnun olduğunu, toplumu, ailesini çoktan silmiş olduğundan geri dönmeyi asla düşünmediğini defalarca belirtiyor.
Bu arada dükkânın önünden ender de olsa çeşit çeşit araç geçiyor, pek azı durup Malika'nın yanında dinlenerek su içiyor. Aralarında kahramanımızın "erkek gibi" kelimeleriyle betimlediği Polonyalı bir kadın da var. Motosikleti ve deri kıyafetleriyle uzak diyarlardan gelip Tunus'a devam etmeye niyetli gezgin kadın Maya İngilizce, Malika düzgün Fransızca konuşsa da gayet iyi anlaşıyorlar. Bu arada çöl fırtınası çıkıyor, Malika tüm şefkatini kucağına alıp okşadığı, hatta zorla da olsa sertçe öptüğü kedisi Mimi'ye yöneltiyor.
“Namus” meseleleri
1994'ten beri işlettiği dükkânın etrafında yıllar içinde tabii ki bazı değişiklikler de olmuyor değil. Mesela son zamanlarda ortalıkta sık sık Katarlı zenginler dolaşıyormuş. "Burada krallar gibi yaşıyorlar" deniyor haklarında, askerler tarafından korunarak ceylan, kuş veya tavşan avlıyorlarmış. Malika'ya sorulduğunda bölgede ceylan popülasyonunun epeyce azaldığından dem vuruyor.
İktidardakiler hakkında da söylecekleri var: "Allah bizi bu ülkeyi soyup soğana çeviren hain hırsızlardan kurtarsın!"
Geçmişte bölgede “teröristlerin” dolaştığını da hatırlıyor Malika, fakat ona herhangi bir kötülüklerinin dokunmadığını da.
Oysa yakın kasabalardaki halk kendisini “namussuzlukla” suçlamış, şoförlere alkol sattığı ve kadın pazarladığı iddia edilmiş. Gayet mütevazı dükkânına bir ara hırsızlar bile uğramış, fakat Malika asla yılmamış.
Derken dükkânda gayet temiz ve şık giyimli iki adam görüyoruz. Genelde Malika'nın müdavimleri, gittikçe zorlaşan şartlarda çalışan alçak gönüllü şoförler ne de olsa. Sonradan imam olduğunu anlayacağımız bir tanesi Malika'ya hayatı hakkında ayrıntılı sorular yöneltiyor, nazikçe de olsa Malika'yı adeta sorguya tabi tutuyor. Vaziyetten fazlasıyla sıkılmış görünen Malika saygı ve sabırla sorulara cevap veriyor ama adamlar gittiğinde patlıyor: "İkiyüzlü bunlar… Bize vaaz verirler ama bizden nefret ederler, kadınlardan nefret ederler… Sonra da dua edermiş gibi yapıp hacca giderler…"
Belgesel estetiği
Sahara Sokağı, no: 143’ünbirbirinden hipnotik sekanslarla seyirciyi çöl ambiyansına başarıyla sürüklediği kesin. Oyuncaklı senaryo bizi mütemadiyen eğlendirdiği gibi kahramınına bağlanmamızı da sağlıyor. Yaklaşmakta olan 8 Mart kadınlar gününü iki köpeği ve kedisiyle kutlayacağını söylerken kıkırdayıp kendiyle dalga geçen Malika'yı sevmemek ne mümkün!
Yanı başında açılmakta olan akaryakıt istasyonu bir dönemin bitişine işaret etse bile, Malika'yla kısa da olsa beraber vakit geçirmiş olmaktan dolayı kendimizi ayrıcalıklı hissediyoruz. Bize kum tepelerine bakıp sürgününü zevkle yaşadığına dair bir şarkı dahi söylüyor.
Genelde sabit kamerayla takip ettiğimiz ortamdaki dinamikler Brian Eno ve David Byrne'ün Qu'ran'ıyla hareketleniyor. Kamera ritme uygun olarak dükkânın etrafında genişçe bir çember çizerek ilk turu attığında hiç durmasın istiyoruz…
Fakat vurucu darbe, filmin başında duyduğumuz sesi, Malika'yla vedalaşırken tekrar duymamızla geliyor:
Taos Amrouch'un gücü tüm benliğimizi tekrar ve daha yoğun şekilde sarmalayıp sarsıyor, mazide yitirilmiş değerleri bir kez daha "kulağımıza" sokuyor. Sesin enerjisi saygı uyandırıyor, köklerden gelen kuvvet bizi unuttuğumuz, belki de hiç bilmediğimiz zaman ve diyarlara sürüklüyor.
Wikiwand'ın belirttiğine göre Cezayir kökenli şarkıcı Taos, 1947'de romanı yayımlanmış ilk Cezayirli kadın. Annesinden bir hazine gibi devraldığı, Berberi şarkılarını seslendirme kabiliyetini Fransa ve İspanya’daki eğitimi ve araştırmalarıyla harmanlayarak zenginleştirdiği kesin.
Bize de, bu sesi tanımamıza imkân sunan belgeselin yönetmeni Hassen Ferhani'ye müteşekkir olmak düşüyor... (RL/AS)