Melisa Kesmez "Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz" isimli ilk öykü kitabıyla 2014’te edebiyat dünyasına derin ve bir o kadar etkili bir giriş yapan, ardından Bazen Bahar ile yerini sağlamlaştıran ve bana kalırsa geçtiğimiz günlerde yayınlanan son kitabı Nohut Oda ile daha uzun süre buralarda olacağını hissettiren bir yazar.
İlk kitaptaki yüksek volümlü ve belki de isyankar sesin giderek dinginleştiği edebiyatındaki incelikli ruh, içimize derinden işlemeye devam ediyor. Hüzünlü de olsa ferahlatıyor. Duyguların sesiyle ama duyguya boğmadan anlattığı her öykü içerde birtakım kapalı kapıları aralıyor sanki.
Melisa Kesmez ile yazma deneyimi, ait olmak ve ‘yuva’, kayıplar ve içinde bulunduğumuz bitmeyen yas üzerine konuştuk.
Nohut Oda, Melisa Kesmez, Sel Yayıncılık, 2018, s. 125 |
Son kitabınız Nohut Oda ismiyle müsemma bir ‘yuva’ kitabı sanıyorum. Bir ‘yuva’dan gitmek yahut gidememekle ilgili öyküler… Gitmek de gidememek de hep aynı yere işaret ediyormuş gibi geldi bana; büyümek. Ve vardığımız yerde büyük sorumluluklar var, ‘kendi hayatının yazarı olma’ sorumluluğu ya da Paul Tillich’in deyimiyle ‘kendi olma cesareti’. Sizi bu temaya yönelten neydi? Nasıl bir anlamı var?
“Ev” sanıyorum oldum olası hayatımın en önemli konularından biri. Ancak özellikle son birkaç yılda üzerine daha çok düşündüğüm, konuştuğum, notlar aldığım bir konu: Bir yere ait olmak, kök salmak ya da kendini bir türlü evde hissedememek ve mütemadiyen o ait olduğun yeri aramak…
Bunun elbette kişisel bir tarafı var ama ülkenin ve kuşkusuz dünyanın gidişatı beni mekân, yuva ve yerleşik olmak üzerine epey düşündürüyor bir süredir. Bu kitaptaki öyküler de tam da bu zamanlarda aklımda dolanmaya ve bir kâğıda geçmeye başlayan, hem benim ruh halimden hem de yaşadığım dünyanın güncel durumlarından etkilenen öyküler. Her bir öykünün dediğiniz gibi “kendin olmak” ile yakından uzaktan bir alakası var. Çünkü bence mekân, insanı doğrudan tanımlayan, hayata anlam kazandıran, onu neredeyse içinde bir çanak gibi tutup uzaya saçılmasını engelleyen bir şey. Bu haliyle ev de, sadece bedeni değil, ruhu da barındıran bir yer. Bu açıdan öykülerde fiziksel bir yuva arayışındaki kişiler kadar, ruhunu dinlendirecek bir yer arayan kişiler de var.
"Hayat devam ediyor" klişesi bir sürü soruyu cevaplıyor
Aynı kitaptaki bir öykünüzden alıntılayacağım; “…özlediğim o muydu, onun yanındaki kendim miydi, yoksa o eski güzel günler miydi, karar vermesi zordu.” Bir kayba ilişkin yasın çok katmanlı halini tek bir cümleye sığdırmışsınız. Yasın biraz da genel ruh halimize dönüştüğü bu zamanda onunla baş etmek sizce nasıl mümkün olur?
Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz, Melisa Kesmez, Sel Yayıncılık, 2014, 140 s. |
Artık yaşamayan, artık seninle aynı hayatta olmayan bir insanı ve onun geride bıraktığı her şeyi onun ardından alıp bir yere koyabilmen çok zor. Birisinin ölüm sebebiyle ortadan yok olması, geride bıraktığı bütün izlere rağmen yok olması, buna tezat bir şekilde senin hâlâ var ve yaşıyor olman ve onun yokluğuyla tek başına baş etmek zorunda olman, galiba insan olmanın en hırpalayıcı yanlarından biri. Ortak anıların tek hatırlayanı olmak büyük bir yük. “Sen yoksun ama ben hâlâ varım” duygusuyla baş etmek için bir reçetem yok. Zamanın ilaç olabildiği şeyler var ama hiçbir ölümden tamamen iyileşmek diye bir şey yok sanıyorum. Bize kalan boşlukları üst üste dizip onlardan anlamlı bir şeyler çıkarmaya çalışıyoruz. “Hayat devam ediyor” cümlesi klişe de olsa bir sürü soruyu cevaplıyor.
Aslında tıpkı öyküdeki gibi yas, sadece ölümü değil tüm ayrılıkları, onunla birlikteykenki kendi halimizi ve geçmişi de kapsıyor. ‘Geçmiş güzel günler’in yasıyla bir ömür geçirebiliyoruz örneğin. Peki artık olmayanın yarattığı boşlukları anlamlı kılmayı ‘zaman’ açısından değerlendirsek? Geçen zaman, ölen zaman, harcanan zaman ve geçmişle ne yapacağız?
Giden her kişi, biten her şey bizden de bir şeyleri alıp götürüyor kuşkusuz. Sonuçta bir hikâye bitiyor ve biz de o hikâyenin kahramanlarından biri olduğumuz için hikâyemizi yitiriyor, belki bu yüzden sahipsiz, başıboş kalabiliyoruz. Zaman tuhaf bir şey; üzerimizden ya da içimizden geçip giderken bizi sonsuz defa değiştirmeye devam ediyor. Bu değişimle eksilen yerler de belki başka şeylerle doluyor, dolmasa bile o boşluk bir noktada artık eskisi kadar hissedilmiyor. Geçmişle ne yapacağız? Geçmişle barışacağız sanırım. Birinin gidişiyle, birinin ölümüyle, güzel bir şeyin bitişiyle, o zamanki ben olarak yaptığımız her şeyle… Kendimizi kucaklayıp bugüne taşıyacağız. Yine de geçmiş güzel günleri gizli gizli özlemeye devam edeceğiz.
"Birinci tekil şahıslar ben değilim"
Bir söyleşinizde geçmiş için ‘artık olmayanlar ülkesi’ demişsiniz. İnatla o günlerin hissiyle yazıyor oluşunuzu ‘unutmaktan korkmak belki’ diye açıklamışsınız. Yazma deneyiminizi geçmişin ve kayıplarla baş etmenin bir yöntemi olarak görebilir miyiz öyleyse? Nasıl bir ihtiyaçtan doğuyor?
Yazmak bir şeylerin unutmamak için kaydını tutmak olarak düşünülebilir, evet. Çünkü ürettiğiniz metin kurmaca dahi olsa insan yazarken belli duyguları sanki kavanozlara doldurup yan yana diziyor. Unutmamak için mi yoksa tam tersine unutmak için mi? Orası biraz karışık. Çünkü sizden yazma yoluyla çıkan bir şey aslında artık sizde kalmıyor, sizden dökülüp yoluna bir kitabın içinde devam ediyor. Yazmak bu açıdan bazı duygulardan kurtulma, onları bertaraf etme metodu olarak da düşünülebilir. Duygulardan, kalp kırıklıklarından, üzünçlerden ve diğer kurtulsak iyi olacak şeylerden… Geçmiş, özellikle çocukluğum ve ilk gençliğim bu açıdan yazma maceramda önemli bir yer tutuyor. Ama hayır, düşünüldüğünün aksine başımdan geçenleri yazmıyorum, bu hikâyelerini yazdığım birinci tekil şahıslar ben değilim. Bazı duyguların peşini kovalıyorum sadece ve onlarla uydurduğum karakterler yoluyla yüzleşiyorum.
Psikanalist yazar AndreGreen bir söyleşisinde şöyle diyor: “Yazı, yazıyı her tarafından aşan bir ruhsal gerçekliğin sancılar içinde doğurduğu çocuktur; ve mesele –yazının gerek söyledikleri, gerekse de söylemedikleri arasından- o ‘yazılamaz’ olan şeyin ne olabileceğine ilişkin belirsiz bir kavrayış edinmektir.” Bu açıdan bakacak olursak sizin yazınızın doğurduğu çocuk en derinde neler söylüyor olabilir?
Bu cümleyi not alıyorum, ne çok şeyi lafı dolandırmadan, hemencecik özetliyor! Yazmak elbette ki yazan kişinin ruhsal gerçekliğinden beslenen bir şey. Ve evet, çoğu kez sancılar içinde yapıyor yazmaya oturan kişi bunu. Çünkü iş yazmaya gelince içinde sanki bir kapak açılıyor ve o kapağın ardında senin dahi ilk kez duyacağın ve sana kendini her zaman iyi hissettirmeyecek bazı şeyler bekliyor oluyor. Mesela affettiğini sandığın bir kişiye karşı duygularının ya da hiç umursamadığını düşündüğün bazı olaylar hakkında bastırdığın tepkilerinin aslında hâlâ orada kaynadığını görüyorsun. İçine atıp atıp orada ne büyük bir tepe inşa ettiğini görüyorsun. Yazarken de sen ne yaparsan yap, bu gizli duyguların iki satır arasından fırlayıp metni nasıl bir anda domine ettiğini görüyorsun. Yazarken planlı çalışan biri değilim, daha serbest ve kendi akışında ilerliyor öykülerim. Dolayısıyla bu kendi yazdığına şaşırma hali, ben buraya nereden geldim sorusu hiç bitmiyor. Öykülerime mümkün olduğunca tarafsız baktığımda, orada güçlü birini görüyorum ama bu gücün arkasındaki dev kalp kırıklığını da görmezden gelemiyorum.
"Ağaçlara sarılmak bizi yalnızlıktan kurtarır mı..."
Belki kişisel bir yorum olacak ancak ilk kitabınızda sonu bıçak gibi kesilen öykülerin yerini son kitapta devamlılık hissi alıyor gibime geldi. Bu farkın yaşamınızdaki karşılığı ya da sizinle ilgili bize anlattığı şey ne olabilir?
Bunun tam olarak neden böyle olduğunu bilmiyorum açıkçası. Planlanmış bir şey değil, yazarken aklım pek biçimsel çalışmıyor; öyküyü başlatan cümle beni nereye götürecek başta pek kestiremiyorum. Ama sizin dediğiniz gibi kişisel yaşamımla bir alaka kurmaya çalışsam, oradan ne çıkacak onu da tam kestiremiyorum. Bu benim belli konular üzerine daha fazla düşünmemle ilgili olabilir. Belki kısa kısa öykülerle biçimlenen tematik bir zenginlikten ziyade belli bir tema üzerinden farklı öyküler, farklı karakterler yaratmak istemiş olabilirim. Bu da daha uzun düşünmemi ve dolayısıyla daha dallı budaklı yazmamı teşvik etmiş olabilir.
Son olarak şehirle bir ‘derdi’ olan bir yazar olarak doğanın kucaklayıcılığına inanıyor musunuz? Yalnızlığımız ağaçlara sarılarak geçebilecek mi? Veya aslında derdimiz çoğunlukla birbirimizleyken, birbirimizin ‘kurdu’yken, evrenin bizi kucaklaması bize yeter mi?
Doğanın her açıdan çare olduğuna inanıyorum. Ağaçlara sarılmak bizi yalnızlıktan kurtarır mı bilmiyorum ama bunun bizi bir sürü hastalıklı düşünceden kurtaracağı kesin. Bunu “ormana gidelim, yeşili sevelim” gibi romantik bir yerden de söylemiyorum. Şehrin orta yerinde de doğayla aynı frekansta titreşmek, kocaman bir organizmanın küçücük bir parçası olduğunu hissetmek ve yaşayan her şeye bu gözle bakabilmek bir sürü şeyi değiştirebilir. İnsanın doğadan kopuşu insanın kır hayatından kopup şehre gelmesinden çok düşünce düzeyinde cereyan eden bir kopuş: İnsan bugün kendini doğada yaşamını sürdüren her türlü canlıdan başka bir yere koyuyor. Oysa bunun tersine inanmak, doğanın hükmedeni değil de bir parçası olduğumuzu fark etmek bütün gidişatı dramatik şekilde değiştirebilirdi.
Bu ‘düşünce düzeyindeki kopuş’ bana kendi doğamızdan kopuşumuzu da çağrıştırdı. Doğaya dönmekten bahsederken belki ‘kendi doğamız’a dönmeyi de konuşmalıyız. Bu da şüphesiz tabiattan bağımsız değil. Ancak derinlikli bir içsel bakışa ihtiyaç var gibi. Bu bakış nasıl sağlanabilir sizce?
Modern hayata hapsolmuş bireyler olarak kendi doğamıza o kadar yabancıyız ki bütün içsel gücümüzü yitirmiş halde neredeyse birer robot gibi belli kalıplar içinde, sonsuz bir hızda yaşıyoruz. Her şeyin hunharca düzenlendiği, özünden koparıldığı, bize belli biçimlerde davranmayı ve içimizdeki vahşinin sesini susturmayı öğrettikleri bir dünya burası. Kendimize nasıl geri döneceğiz bilmiyorum. Belki okuyarak, belki bize biçilmiş hayatların biraz dışına çıkarak, dayatılanı reddederek, daha az tüketerek, sadeleşerek, küçülerek, hafifleyerek, yavaşlayarak, durarak içimize bakmaya başlayabiliriz. İlla pılımızı pırtımızı toplayıp köye yerleşmemize gerek yok. Ki şehri köye götürdükten sonra zaten köye gitmenin de hiçbir anlamı yok. Şehirde kalarak da bu içsel devrimi yapabilir, hem kendimizi hem birbirimizi dönüştürebiliriz.
* Melisa Kesmez’in eserleri: Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz, Bazen Bahar ve Nohut Oda.