Hayatı boyunca 50'den fazla filme imza atmıştı, 1964'ten beri rekoru halen kırılamamış, açık havada kurulan en büyük film setinin mimarıydı; yine de sinema dünyasında onu hatırlayan çok kimse yoktu.
Asil davranışlarını teyit eden bir mizacı yok değildi, ama kendine İtalya'da "Polonyalı Prens" dedirtmesine rağmen mütevazi kökleri vardı.
Geçmişinden pek bahsetmezdi, fakat günlüklerinden de anlaşılabileceği gibi sanki ruhuna sahip olup onu mütemadiyen rahatsız eden iblislerle mücadele ettiği kesindi.
Medyatik bir cenazeyle Roma'daki Katolik mezarlığına gömülmüş olmasına rağmen aslen Polonya Yahudisiydi.
İtalya'da bir baronesle evli olmasına rağmen, fazla reklamını yapmasa da eşcinselliğini dolu dolu yaşamayı bilmişti.
Michał Waszyński hakkındaki The Prince and the Dybbuk adlı yapım uluslararası belgesel festivali IDFA'nın programında yer aldı. Dünya prömiyerini gerçekleştirdiği Venedik'ten ödüllü film, Viyana'dan sonra Hollanda'nın başkenti Amsterdam'da da seyirciyle buluşmuş oldu.
Yönetmenliğini Elwira Niewiera ile Piotr Rosolosky'nin paylaştığı Polonya/Almanya ortak yapımı film 82 dakika boyunca seyirciyi etkisi altına almayı başarıyor. Waszyński'nin kariyerinde mihenk taşı olan Dybuk (The Dybbuk) filminden yola çıkılarak oluşturulan atmosfer kesinlikle büyüleyici, bir ölüden yaşayan bir insana geçip onu boyunduruğu altına alan kötücül ruhun varlığı birbirinden zarif sinema teknikleriyle yeterince ikna edici olmuş. Geleneksel belgesel sinemasının birçok klişesini layıkıyla kullanan yönetmenler en çok da kahramanlarının olağanüstü yaşamından kesitlerle eli yüzü düzgün bir sonuç elde etmişler.
Çalkantılı yaşam
Filmin başında Roma'da güçlü ve ünlü kişilerin gömüldüğü Campo Verano mezarlığını ziyaret ediyoruz. Arşiv görüntülerinden takip ettiğimiz 1965'teki cenaze sekanslarında İtalya'ya hâkim teatral megalomaninin izlerini bulmak mümkün. Waszyński'nin Orson Welles, Sophia Loren, Ava Gardner, Audrey Hepburn ve her zamanki gibi etrafına pırıltılar saçan Claudia Cardinale ile mesai arkadaşlığı fotoğraflar ve özel görüntülerle seyirciye aktarılıyor. Büyük bir fiyasko olmasına rağmen Anthony Mann'ın Roma İmparatorluğu'nun Düşüşü'nün İspanya'da rekor boyutlu setindeki en büyük katkının kendisinde olduğunu da öğreniyoruz. Nezakette üstüne olmayan bir centilmen, gayet cömert, yaratıcı ve akıllı bir beyefendi olduğu da, onu hatırlayanlar tarafından saygı ve sevgiyle ifade ediliyor. Fakat arada sırada kendi dünyasına çekildiğini ve iblisleriyle adeta boğuştuğunu sezenler de var.
Kimlikler silsilesi
Ne de olsa Mosze Waks olarak dünyaya gelmiş kahramanımız genç yaşta yeni bir kimlik edinmişti. Hayatı boyunca da kimlikten kimliğe bürünme konusunda pek sıkıntı çekmedi.
Polonya'da sinemacı olarak eleştirmenlerin dikkatini çekmesi mistik Dybuk filmiyle olmuştu. Yidiş folklorunun nadide eserlerinden sayılan filmdeki kötücül ruh ona da adeta sahip olmuş ve hayatının geriye kalan kısmında onu terk etmemişti; İkinci Dünya savaşıyla altüst olmuş Avrupa'da oradan oraya savrulduktan sonra İtalya'ya yerleşerek prens unvanı alıp rahata ermesine rağmen…
Tabii mevzubahis lanet, belgeselde daha çok gizlice yaşanan eşcinsellikle yakından alakalı gibi yansıtılmış. Ne de olsa Waszyński'nin filminde orijinal Dybuk piyesinde yer almayan iki genç erkek arasındaki arkadaşlık da var. Homoerotik görüntüler belgeselde bilhassa ön plana çıkarılmış.
Oysa birçok kaynakta Waszyński'nin geyliğini açıkça yaşadığı belirtiliyor. İsrail'e göç etmiş Yahudiler arasında onu tanımış olanlarla, akrabalık bağı taşıyanlarla da görüşmeler var belgeselde. Fakat görünürde dinini değiştirip, geleneksel normların dışına çıkan her insan gibi Waszyński'nin de geçmişiyle bağlarını koparıp cemaatinden tamamıyla uzaklaşması normal karşılanıyor. Nedense hem aile fertlerinin, hem de devasa setiyle hatırlanan filmde yer almış bir figüranın eşcinsellik konusunudaki tavırları ve bunun perdeye yansıma biçimi beni rahatsız etti.
Estetik belgesel
Belgeselde dönem müzikleri kadar, atmosfere güç katan daha minimalist tınıların harmanı seyirciyi görsel efektler kadar etkisi altına alıyor. Nazi zulmünün önde gelen figürlerinden Hitler'in Propaganda Bakanı Goebbels'in Dybuk'u Yahudi düşmanlığına mazeret olarak gösterip haykırarak lanetlemesi gibi sarsıcı anlar da var.
Fakat film her ne kadar bana iyi vakit geçirtmiş ve içimde iyi duygular bırakmış olsa da, Waszyński hakkında yeterli bilgiye, fikre veya duyguya sahip olduğumu yine de söyleyemeyeceğim. Ama bilhassa sinema meraklılarına tavsiye edilebilecek seviyeli ve kahramanı kadar gizemli bir belgesel olduğu kesin. (MT/EA)