"Sakin göllerin kuğusuyduk,
Salınarak suyun yanağında.
Ve okşayarak nilüfer saçlarını gecenin.
...
Birer yolcuyduk,
Aynı ormanda kaybolmuş.
Aynı çıtırtıyla ürperen birer serçe.
...
Birer tomurcuktuk hayatın kollarında.
Birer çiğ damlasıydık,
Bahar sabahında,
Gül yaprağında..."
Yusuf Hayaloğlu
Nisan ayının kararsızlığını mayısın sıkıntısına bıraktığı günlerden bir gündü. Yaşamanın zor, ayların birbiri ardına keyifsiz katılığının keskin olduğu zamanların ortası. Çoğumuzun hissettiği duygunun, kırgınlığın, yorgunluğun o tuhaf adı her neyse, öyle yanlış, öyle bize uymayan anlar bütünü.
Kalabalıklar içinde yoksunluk hissettiğimiz saniyelik geçişler gibi yalnızlıktan güçlü, tek başınalıktan mütevellit; ne öfkeniz sığar içinize ne ayağınızın boşluğa denk gelişi gibi asılı kalan umudunuz bulur yerini yurdunu. Hayatın bilgisi konuşulmaktan eskir çünkü. O anlarda bir cümle gelir yerleşir içinize. Ansızın akla gelişinin bir sebebi vardı elbet, bilirsiniz. Diliniz onunla döner. Gözünüzün önüne getirdikleri saklandığınız yer olur. Beklenmeyen o cılız ışık pencerenin kenarından sızar. Ferahlamayan odalar şöyle bir gölgesinden kurtulur sadece. Toz, yine aynı toz, eski. Evvel, zamanın bıkmadan usanmadan içinde kalır, kalır da siz durmaya çabalarken, hatırlatmak istediklerini “dile benden ne dilersen” diye bırakıverir bir varmışların bir yokmuşların ortasına. “Sakin Göllerin Kuğusuyduk…” ne bilsinler. Bazı duygular karışık, anlatması zor. Aşinalık, hatırlamanın zarafetinden, elden ne gelir?
Bir şarkı ve bir öykü… Kimi ayrıntılar bugüne kadar öğrendiklerimizden sebep, bildiklerimizi şaşırtır. Geçmiş, ucundan bir iğneyle tutturulamaz şimdi olana, olması tahayyül edilene. Okuduğumuz öykülerin yoluna düşeriz hep bu yüzden.
Her öykü kaçtığımız yer aslında. Sıklıkla kendimizden ve pek tabii bizi anlamayı ima bile etmeyen, cesaretsizliğini zorluk olup dayatan hayattan. “Hep aynı yerde karşılaşırız, tesadüf bu” oysa… Ama “Bazen göz göze geliyorsun ya biriyle. Anlıyorsun, anlıyor. İkiniz de biliyorsunuz bunu, susuyorsunuz yalnız.” Tek kelime etmiyorsunuz. Susuyorsunuz yalnız. Ve hatta yalnız.
İşte, Melisa Kesmez’in “Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz” ve “Bazen Bahar” kitaplarına dair söz söylemeye nasıl başlarsın deseler yazarın öykülerinden birini, yaşadıklarınızın yoluna minik taşlarla bırakırdım diye yanıtlar ve şarkının sesini de açmanızı isterdim: Sakin Göllerin Kuğusuyduk zira.
Sırf sana bir şey anlatır o cümle başka herkese susar*
Yeryüzü, düşünür taşınır, olanı biteni daha da karmaşık hale getirmek istesem nasıl olur der ve hayata insanı soru sorsun diye bırakır. Ana soru eklerinden birini “nedir” diye belirler. Kavramlar tek başına anlamsızmış da anlamı güçlensin çabasıyla “nedir”i iliştirmemizi bekler, bekler ve sordukça tanımların güçleneceğini sanır. Ne beyhude çaba. Bilemez sormadan anlatılanları, anlayamaz “nedir” eklenmese bile eylemin farklılaşacağını, okuduklarımızın, biriktirdiklerimizin ve dinlediklerimizin canlı, devingen ve değişken olduğunu öğrenemez zaman geçse de.
Nedir, öykü nedir, edebiyat nedir? Tasarladıklarımızın ve hayal ettiklerimizin bir nefes almak için durup beklediği metinlerin, anlatıların esasen her koşulda yolunun bizden geçtiğini fark edemez. Öykünün sadece duranı, olanı, insanı betimlemediğini, değişimi, nedenselliği, zihindeki kesintisiz zamansallığı, anlamlar arasındaki mesafesini ve yakınlığını biz bulalım ister. Haksızlık etmek bize yakışmaz tabii, bu eylemi tek başımıza sırtlanmamıza gönlü razı olmadığından yazarları yardımımıza çağır. Yazar ve okur bir tanım ve bir adlandırma biçimi olarak büyür, gelişir, dönüşür. Birbirlerini bekler. Sezgiyle, kurmacayla, tasarlanmış olanla ve anlamla. Öykü, gerçeğin yabanıl yanıltıcılığına karşı tasarlanmış, betimlenmiş bir eylemdir, o yüzden anlatır. O anlattıkça okurundur, yazar onu tasarladıkça zamanın.
Melisa Kesmez, ilk kitabı “Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz” ve ikinci kitabı “Bazen Bahar” ile yeryüzünün insana bahşettiği “nedir” sorusunun öznesini değiştirir.
İnsanın omzunda hissettiği ağırlığı paylaşan öyküleri ile anlatılanlarla tanışıklığınıza cevabı veren hayattır artık. Öykülerinin karakterleri o kadar tanıdık ve yaşananlar bizlerin hayatındakilere o kadar benzerdir ki “anımsatır”; sanki bir gün öncesini, eski bir evi, uzak ülkeyi, vapurdaki cam kenarını, telefon kulübesini, terk edilişleri, toplanan kolileri, sessizlikleri, gürültüyü, anneleri, babaları, anneanneleri, halaları, hayattan vazgeçenleri, istenmeyenleri, biten evlilikleri, eksilen aşkları, çocukluğu, rüzgara teslim edilen mektupları, mevsimleri, eskiyen arkadaşlıkları, üstü kabuk bağlamamış bir türlü iyileşmeyen yaraları, yarım kalan sevdaları… “Korkarım biz de herkes gibi birbirimizin hayatından bir tuhaflık olarak geçip gideceğiz” derken “kalbinin bir ucunu bir başkasınınkine teyellemek istiyor insan. Hepsi hepsi bu” diye seslenen, yormayan, yargılamayan, büyük tanımlara başvurmadan, gündelik hayatın sahici dertleriyle hemhal olanları…
Sahiciliğin niteliğini sükunetle besleyen berrak anlatımı ile Melisa Kesmez, kullandığı dildeki saydamlığı öykülerindeki anlamla güçlendirir. Sözlerinin dizildiği cümleler yokuşlara sapmaz ve fakat dil öykülerinin sadece bir aracı değildir. Anlatılarının ritmini belirleyendir. Öykülerinin arka planında dil ve anlam bütünlüklü, aynı zamanda okura yakındır.
Modern zamanların hoyratlığa maruz bıraktığı insanları ve çoğunlukla kadınları seslenir size. Bildiğiniz anlar ve tanıdık mekanların içinden. Zamanı böler Melisa Kesmez. Her bir bölümün içine edebiyatı, şiiri ve müziği ekler. Bu nedenle ilk kitabının üzerinden dört, ikincisinin üzerinden iki yıl geçmiş olmasına rağmen hatırlanan anlatılardır içinde barındırdıklarıyla.
Oğuz Atay, Didem Madak, Sait Faik Abasıyanık, Barış Bıçakçı, Müzeyyen Senar, Müslüm Gürses, Zeki Müren ve Ahmet Kaya. Böylece gerçeklik, görünür olur tüm karmaşıklığına karşın. Bildiğiniz, okuduğunuz, dinlediğiniz bizzat size ait olanların parçalarından yaratılmış bütünlük gibi. Sonrası sessizlik. Çünkü “Sessizliğin de türleri vardı. İnsanın kalbini yerinden oynatan güzel bir anın peşi sıra gelen, kuş tüyü gibi bir sessizlik vardı mesela. Öyle kıymetli bir şeydi ki o, tek bir kelime etsen hayat affetmezdi.”
Melisa Kesmez öyküleriyle size kendinizi bağışlatır. Kapatamadığınız sayfalara nokta koyun ister. Kapanmayan yaraların sızlayacağını bilirsiniz de üstünü saracak kabuğu çıkaracağınız yeri bilemezsiniz ya, öyle anlarda el yordamının telaşına kayıtsız kalışınıza telafi ararsınız. O telafi bir öykü olur kimbilir; “Bazen hayatta hiç beklemediğin bir anda karşına bir şey çıkar ve parmağını uzatıp bir şey gösterir sana” Anneannenden kalan bir kesenin içindeki domates tohumları ne kadar sizdense, yoksun bırakıldıklarından sebep eksik kaldığı evinde bir yılbaşı ağacı olan babanın mucizesi bir o kadar hayattan. Yoksa kim inandırabilirdi bizi bir öyküde, Tayland’da yolu kesişen birbirini tanımayan insanların “sakin göllerin kuğusuyduk” çalarken sustuklarının bizim de hissettiklerimiz olacağına.
Bir şarkı ve bir öykü… Hayat denen uzam, olan biten her şeye rağmen içinde kalabileceğiniz öykülerle tanıştırsın sizi dilerim. “Sakin Göllerin Kuğusuyduk…” ne bilsinler. Bazı duygular karışık, anlatması zor. Aşinalık, hatırlamanın zarafetinden, elden ne gelir? (FD/EKN)
* Melisa Kesmez, (2013), Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz, Sel Yayıncılık.
* Melisa Kesmez, (2015), Bazen Bahar, Sel Yayıncılık.