Dostum, arkadaşım rahmetli Mehmed Uzun anlatmıştı. İsveç sürgünlüğünün ilk yıllarında aradığı ve mutlaka okuması gereken kitapların büyük bölümünü Stockholm'de bulamıyormuş. İstanbul'daki bir arkadaşına sipariş verip getirtiyormuş. Evine gelen ve kendisinin de çok değer verdiği arkadaşlarından biri, kitapları her defasında gördüğünde çok ilgili davranıp "ne kadar güzel kitaplar, çoğu da güncel" filan deyince! Mehmed de "istediklerini alıp götürüp okuyabilirsin" demiş. Arkadaşı da her eve gelişinde biir kaçını alıp götürmüş.
Aradan yaklaşık altı ay geçtikten sonra bir başka arkadaşı Mehmed'le karşılaştıklarında "Ya hu Mehmed hiç sorma bir hazine buldum. Filan* arkadaşa uğramıştım. Çoğu yeni çıkmış ve burada bulmamın zor olacağı kitapları gördüm. Nerden geldi bunlar diye sorunca! İstediklerini al götür, senin olsun deyiverdi. Ben de toplayıp götürüverdim" demiş.
Mehmed anlamış tabi kitaplarının kendi kitapları olduğunu ve hiçbir şey dememiş. Bir kaç gün sonra kitapları her defasında alıp götüren arkadaşı tekrar evine geldiğinde sormuş! "O götürdüğün kitapları okudun mu? Okudunsa geri getir" demiş.
Arkadaşı gayet rahat bir eda ile; "Ya hu Mehmed, ben seni akıllı bir adam sanırdım. Ben yazarım, yazar. Yazar adam zaten yazıyordur artık, ne okuması. Ben öylesine aldım götürdüm" deyivermiş.
Doğrusu Semih Gümüş'ün bir süredir oluşturduğu www.oggito.com sitesinde "Enis Batur'un Okuma Notları"nı okuyunca hemen aklıma yukarıda yazdıklarım geldi.
Nedense yazar kimliğine evrilen ve kimilerini benim de yakından tanıdığım bir çok arkadaşım maalesef okumuyor. Kelimenin tam anlamıyla okumuyor.
Yine yıllar evvel bir yazar arkadaşım bir başka yazar arkadaşının yazdığı bir kitap üzerine bir tanıtım ve "tavsiye" türünde beğeni yazısı yazmıştı. Tabi yazı dünyasında bu gibi "lojistik" yazı destekleri anlaşılır hallerdir. Ama hakkında yazılan kitabın okunması kaydıyla tabii ki! İyi ve güzel şeyler yazmıştı yazar arkadaşım kitap hakkında. Karşılaştığımda sordum "filanca kitap hakkındaki yazını okudum, merakımı bağışla sen o kitabı okudun mu?" Tabi arada kitabı benim de okuduğumu hatırlatarak. "Niye" diye sorunca kitabın, yazdığı övgüyü hak etmediğini zaaflarını, eksik gediklerini anlatınca! "Olur böyle şeyler dedi. Bir arkadaşımdı rica etti. Ben de şöyle bir girişine baktım bir de sonuna göz attım, arka kapağa filan, yazdım işte"
Bir reel gerçeği aslında anlatmıştı arkadaşım.
Evet okumuyoruz, hem de genellikle okumuyoruz. Okumadığımıza dair eleştirilerim okura dair değil, o belki bir başka yazının konusu. Ama yazarlar da okumuyor. Kaba gerçek bu maalesef...
Bu sebeple Enis Batur'un Oggito'daki Özkan Ali Bozdemir yazısındaki Nasıl Yazıyorum'dan öte Nasıl Okuyorum anlatısı çok kıymetli...
Yazmayı kendisine düstur, yaşam biçimi addedenlerin okuması ve ilkeselleştirmesi gereken metinlerden.
"Okumak ve yazmak arasındaki ilişki beraberinde türlü soruları, sorunları da çağırıyor elbette. Biri olmadan ötekinin önemi daha net anlaşılabilir mi? Konunun düğümlendiği noktada okumanın bütün bir hayat boyunca devam edeceği gerçeğini hatırlatmakta fayda var" diyerek ekliyor Batur. "Yazmak öyle değil, olmasa da olur demek güç ama okumak kadar büyülü, dönüştürücü ve güçlü olmadığı açık."
Üstelik bunu yazı yazma serüvenin odağında olan bir efsunlu yazarın söylemesi önemli! "Yazının içinde olmak, yazabilmek zaten okumayı gerektirir, yalnızca yazmayı öğrenmek için değil üstelik. Düşünmenin, yorumlamanın, ifade etmenin yolu illaki okumaktan geçiyor."
Daha geçtiğimiz hafta Diyarbakır'a bir proje nedeniyle gelen bir yazar, yayıncı yakın dostumla, benzer konuları konuşurken aslında yazarlıkla ve dahi okurlukla pek de alakası olmayan ama medyatik popülerliğe ziyadesiyle sahip kimilerinin yine kimi yayınevlerince allanıp pullanarak kayıt cihazlarına konuştuklarının editörlerce kitaba dönüştürülüp onbinlerle ifade edilen basımlarla piyasaya sürüldüğü tuhaf zamanları yaşıyoruz.
Okumuyoruz, evet yazarlar olarak okumuyoruz! Çünkü okuma gibi bir derdimiz yok. Yazarlık gibi bir kimlikle kendimizi bir "halt" sanıyoruz. Okumanın naif, içten insanı düşündüren, tartıştıran ruh halinden uzaklaşalı sanki hayli olmuş gibi...
Okumadığımız için de kelimelerin kıymetini bilmiyoruz. Kıymetini bilmediğimiz kelimeler bir süre sonra kıyametimize dönüşüyor. Yazı diye yazdıklarımız bitakat kalıyor. Amiyane tabiriyle sırıtıyor. Kendimize ait edebi metinler yerine sıkça atasözlerine, deyimlere, gündelik hayatta çokça ve sıkça kullanılan edebiyata ait olmayan dile hapsoluyoruz. Sonra da okur okusun bizi taltif etsin ve onunla mutlanalım diyoruz.
Çoğumuzun dünyası "sanal dünya"nın kısa metinlerle sınırlı hercümercine hapsolalı da hayli oldu...
Hem belki biraz kendimizle yüzleşir düşünürüz ha, ne dersiniz...