35. İstanbul Film Festivali’nin son haftasonunda, ‘Türkiye'de Belgesel Sinemanın Geleceği’ başlıklı bir panel düzenlendi. Tül Akbal'ın moderatörlüğünde gerçekleşen panele Reyan Tuvi ve Can Candan’la birlikte ben de katıldım ve iki saat boyunca, festivaller-belgesel-sansür şeytan üçgeni etrafında dolandık. Geçen sene festivalde gösterimi engellenen “Bakur”un yapımcısı Ayşe Çetinbaş ile ortak yönetmeni Ertuğrul Mavioğlu da aramızdaydı, söz alıp geçen sene yaşadıkları süreçle ilgili fikirlerini paylaştılar. Sansüre karşı sesini yükselten belgesel yönetmeni, yapımcısı ve izleyicilerin de görüş bildirdiği verimli bir sohbetti.
Ne var ki panele, ev sahibi İKSV adına kimse katılmamıştı; ne konuşmacılar ne de dinleyenler arasında bir yetkili yoktu. Anlaşılan buna gerek duymamış, Türkiye’deki belgeselin geleceği ile festivalin geleceği arasında bir bağ görmemişlerdi. Oysa söz alan herkesin, son bir yılda sansürle mücadele anlamında neler yaptıklarına, daha doğrusu yapmadıklarına dair İKSV yetkililerine soracağı çok şey vardı. Sonuçta, belgeselin geleceğinden ziyade festivalin geleceğini (onların giyabında) konuşurken bulduk kendimizi, aşağıda özetleyeceğim gibi. Belki muhatabına buradan ulaşır diye panelde dile getirdiğim fikirleri derleyip aktarmak istiyorum.
Belgeselsiz kalmayan, belgeselle de yapamayan festivaller
Eğer yanlış saymadıysam, bu sene festivalde yerli-yabancı 40 civarında belgesel gösterildi. Ulusal Belgesel Yarışması ile yabancı yapımların toplandığı NTV Belgesel Kuşağı dışında, Berlin’de Altın Ayı alan “Denizdeki Ateş”ten türün klasiklerinden olan “Grey Gardens”a, müzik belgesellerine kadar değişik bölümlere dağılmış birçok yapıtla belgeseller festival programının hatırı sayılır bir bölümünü oluşturuyordu. Hatta festivalin muhtemelen en çok izleyici çeken seansı, bir yerli belgesel olan “Kapalı Gişe”nin gösterimiydi.
Buna karşın, festivalin ‘dövme’ temalı tanıtım filmlerine bakınız; belgesele en ufak bir gönderme yok. Zaten hangi ‘sinema delisi’ vücudunun bir yerine “Kuzeyli Nanook” dövmesi yapar ki! Bana sorarsanız, sinemayı “Dövüş Kulübü” gibi filmlerle, Al Pacino’yla veya ana akım sinemasının bazı ikonlarıyla özdeşleştirmenin, siyasi literatürdeki türcülükten pek bir farkı yok. Ama neyse, bir reklâm ajansı kreasyonu olduğu aşikâr olan bu tanıtım kampanyasını geçelim şimdilik.
Geçen sene İstanbul Film Festivali’nin ilk haftası olağan şekilde seyretmiş, ikinci haftasına girerken bir sansür vakasıyla birlikte şiddetli bir deprem yaşanmıştı, hatırlarsanız. Jüriler, yarışmalar, kapanış töreni toptan iptal olmuş, festival tarihinin belki de en çalkantılı yılına tanık olmuştuk. Bütün bunlara rağmen, hemen ardından gelen festivalde, filmi geriye sarıp hâlâ o ilk haftada yaşıyormuşuz gibi yapmak, ikinci hafta yaşananları zihinlerden silmek mümkün müdür? Anlaşılan İKSV mümkün olduğunu düşünüyor ki bu sene böylesine tasadan, kaygıdan ırak bir festival yaşattı bize.
Toplumun ve medyanın hafızası zayıf olabilir, ama belgeselcilerinki o kadar değil. Neler olmuştu, hatırlayalım: Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olup sinemacıların haklarını korumakla mükellef Sinema ve Telif Hakları Genel Müdürlüğü, festival yönetimini arayarak bir filmin programdan çıkarılmasını talep etti, festival de bu talebi yerine getirdi. Sözkonusu film ‘kötü Kürtler’i konu olan muhalif bir belgeseldi, hükümetin hoşuna gitmeyen şeyler anlatıyordu. Bakanlık bir yandan ‘eser işletme belgesi’ kılıfını uydurup konuyu teknik bir mesele gibi sunmaya çalışırken, öte yandan bu belgeselin ne kadar tu kaka olduğuna dair fotoğraflar/haberler servis ediyordu. O zaman kimse bunu yememiş, bu müdahale herkes tarafından açık bir sansür olarak görülmüştü. O yüzden belgesi olmayıp festivale seçilmiş olan filmlerin yapımcıları, eser işletme belgesi talebinin meşru olmadığını, onu almak için başvurmayacaklarını açıklamış ve tüm yerli sinemacılar topluca festivalden çekilmişti. Festival yöneticileri de her fırsatta, sinemacıların arkasında olduklarını, sansüre karşı mücadelede birlik olmak gerektiğini tekrar edip durmuştu.
Peki geçen bir sene içinde neler oldu? Sansür tehdidi ortadan mı kalktı? ‘Eser işletme belgesi’ni sansür aracı olarak görmekten vaz mı geçtik? “Bakur” gibi filmlerin gösterim güvencesi geri geldi mi? Elbette hayır! Ama öyleymiş gibi yapmamız, dövmelerimizi gösterip sinemaya olan aşkımızı ilan etmemiz bekleniyor bizden.
Bütün büyük festivallerin baskıya boyun eğerek programa alacakları her yerli filmden ‘eser işletme belgesi’ istemeye başlamasıyla sansür kurumsallaşmış oldu. Devleti rahatsız eden bir filmin -büyük olasılıkla belgesel olacaktır bu- Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan onay alamadığı veya almak istemediği için festivalden elenmesinin adı, artık ‘sansür’ değil ‘prosedür’ olacak. Ticari gösterim hedeflemeyen belgesel sinemacılar ve kısa filmciler, bir festivale filmini vermek için 445 TL gibi ek bir masrafın altına da girecek ve bu ekonomik baskıya yine eyvallah diyeceğiz.
Demezsek ve buna karşı direnirsek festivaller arkamızda duracak mı, söz verdikleri gibi? Bu soruyu sormaya hakkımız herhalde var.
Havuz medyasının festival versiyonu
Aslına bakılırsa ‘festivaller’ derken bir avuç etkinlikten bahsediyoruz topu topu. Yoksa Türkiye’de her sene gerçekleşen bir dizi ‘film festivali’ var. Belediyelerin, valiliklerin güdümünde, mülki erkanın huzurunda gerçekleşen hepsi büyük bütçeli bir dizi taşra organizasyonu... Ben bunlara ‘havuz festivali’ demeyi tercih ediyorum. Çünkü tıpkı havuz medyası gibi sahibinin sözünden çıkmayan, bir kaç meşhur sima ağırlayarak imajı düzgün tutmaya çalışan, ama mesela Gezi hakkında bir belgeseli asla kapısından sokmayacak ‘film festivalleri’ bunlar.
Yeni adıyla Antalya Film Festivali, 2014’ten itibaren seçtiği yolda güle oynaya havuz festivallerine katılmayı tercih etmiştir. Belgesel Yarışması bölümünü kökünden söküp atmış, kendisine dikensiz bir program yaratmıştır. Logosundan kolay silinmeyecek ‘sansür’ damgasına rağmen bu festivali bağrına basmaya devam eden gönlü geniş sinemacılara hayırlı olsun! (Sahi, 2014’te Antalya'ya katılan kurmaca yönetmenleri sahneden bildiri okuyup sansüre dair bir belgesel yaptıracaklarını ilan etmişti, ne oldu o iş? Bir gün çekilirse, o belgeseli Antalya’da kaldıkları otel odasında mı izlemeyi düşünüyorlar?)
Sonuçta, acı ama gerçek: Belgeselciler olarak filmlerimizi biter bitmez teslim etmek isteyeceğimiz, programlarını takip ederek büyüdüğümüz bir kaç festival kaldı geriye. Ve İstanbul Film Festivali’ni 20 yıldır takip ettiğini, ama bu sene hiç bir etkinliğine katılmadığını söyleyen Ayşe Çetinbaş’ın dediği gibi “Festivallerle gönül bağımızı koparmak istemiyoruz.”
Peki bunu nasıl yapacağız? Festivallerle ilişkimizi korumak için Kürtlere dair hikâyeler anlatmaktan imtina mı edelim? İçinde Ermeni, gerilla, direniş, gay, vs geçen filmler yapmaktan vaz mı geçelim? Bu yolu seçmeyeceğimize göre, asıl festivallerin bir şey yapması gerekir. En azından geçen sene verdikleri sözler konusunda samimi olduklarını göstermeleri, en basitinden mesela sansürle mücadele alanında büyük çaba harcayan Siyah-Bant’la ortak bir çalışma yapmaları, diyelim bir sinemacı ‘eser işletme belgesi’ baskısına direnmeye karar vermişse, onun arkasında durmaları vs beklenir.
Tabi eğer muhalif sinemacılarla -belgesel türüyle ve yaratıcılarıyla- sağlıklı bir ilişki sürdürmek istiyorlarsa. Aksi halde savrula savrula devlet güdümlü festivaller havuzuna düşmeleri kaçınılmaz.
Panele katılıp onlara bu eleştirileri yöneltmemiz, festivallerle bağımızı korumak adına harcadığımız son bir çaba belki de.
Ankara Film Festivali’ne dair dip not:
Bu sene Ankara Film Festivali’nin Ulusal Belgesel Yarışması jürisine davet edildim, uzun bir kararsızlıktan sonra kabul ettim. Geçen hafta elemeyi geçen bir filmin eser işletme belgesi olmadığı için programdan çıkarılacağı duyumunu alınca, festival yönetimine işin aslını sordum. “Evet, belge getirmediği için bir film programdan çıkacak” yanıtını alınca, şu mektubu yazdım onlara:
“Üzülerek söyleyeyim, öyle bir şey olursa benim jüride görev almam sözkonusu olamaz. Mevzu büyümeden önce, şimdiden net olarak söylemek isterim bunu. Nedenini özetlemeye çalışayım:
Belgeselciler/sinemacılar bildiğiniz gibi Eser İşletme denen belgeyi (özellikle geçen seneden beri Kültür Bakanlığı tarafından dayatılma biçimini) bir sansür uygulaması olarak gördü ve bunu açıkça deklare etti/ettik. Festivaller de, Ankara FF dahil, sinemacıların arkasında olduklarını ama ellerinden bir şey gelmediğini ifade etti.
Bu sene siz de dahil festivaller, tüm tepkilere rağmen bu belgeyi talep etmeye başladı. Ben bu sebeple jüri teklifine epey tereddüt ettikten sonra evet demiştim, hatırlarsanız. Yoksa eser işletme belgesi ile ilgili görüşüm değişmedi. Sonuçta film sahipleri bunu dert etmiyorsa bana laf düşmez diye düşündüm ve iyi niyetle kabul ettim. Ama eğer bir yönetmen/yapımcı bu belgeye başvurmak istemiyorsa, ki istememekte sonuna kadar haklı, ben festivalin değil sinemacının yanında yer almak durumundayım. Bunlar bir yana, programa seçilip duyurulmuş bir filmin her ne gerekçeyle olursa olsun programdan çıkarılmasının tek izahı var benim için, o da sansüre boyun eğmek. Bilginize.”
Hemen sonrasında telefonla arandım, ikna edilmeye çalışıldım. Festival yönetiminin konuyu ‘basit bir teknik mesele’ gibi görme ve geçiştirme eğiliminde olduğunu hayretle gördüm. Geçen sene sansürle cengaverce savaşan festivaller, bu sene ‘şartnamede yazıyor’ düzeyine atlamış. Konunun bizim açımızdan küllenmemiş ve çok net olduğunu anlatmakta zorlandım doğrusu.
Buyrun işte, sansüre karşı mücadelede sinemacıların yanında olduğunuzu göstermek için bir fırsat! Bir belgeselci bu dayatmaya karşı direnmeye karar vermiş. O direnen tek filmi yarışmadan atmak yerine, daha önce yıllarca yaptığınız gibi belgesiz göstermenin bedeli, Ankara gibi büyük bir festival için ne kadar ağır olabilir ki? Eh o kadarcık ağırlığı kaldıramıyor ve ufak bir riski dahi göze alamıyorsanız zaten geçmiş olsun, havuza epey yaklaşmışsınız demektir.