18.Selanik Belgesel Festivali'nde seyrettiğim filmlerden biyografik özellikler taşıyan bazılarını kısaca aktarmak istiyorum.
Kahramanlarıyla bir şekilde özdeşleştiğim yapımlarda eski fotomodel Florian Burkhardt'ın sorunlu ilişkiler içinde olduğu ailesi ve özellikle muhafazakâr annesiyle hesaplaşmasına, ABD adalet sistemindeki çarpıklıklar sebebiyle 19 yaşından beri ABD hapishanelerinde tutulan 55 yaşındaki Mark DeFriest'in mücadelesine, sesi Elvis Presley'inkine benzediği için hayatı boyunca dilediği kariyeri yapamayan Jimmy Ellis'e, 1960'ların radikal aktivistlerinden Mayer Vishner'in siyasi bir hareket haline dönüştürmek istediği intiharına ve William.S Burroughs, Robert Wilson gibi simalar hakkında belgeseller çektikten sonra 80'lerde ABD'de yaşanan AIDS patlaması sırasında hayatını kaybeden Howard Brookner'e odaklanıyoruz.
Electroboy
Hollywood'da geçirdiği kısa bir süre dışında, İsviçreli Florian Burkhardt dünyanın en ünlü markaları için verdiği pozlarla tanındı. Fakat kariyerinin zirvesindeyken ışıltılı moda dünyasını bir anda terkederek erkek sevgilisiyle inzivaya çekilmeyi tercih etti. Belirli aralıklarla ortaya çıkıp parlak zekâsının ürünü projelerle gündeme gelmiş olsa da Florian son zamanlarda kendini dış dünyadan mümkün olduğunca soyutlayarak panik atak ve diğer sorunlarını dengede tutmaya çalışıyor.
Belgesel ilerledikçe yakından tanıma fırsatı yakaladığımız ebeveynin Florian üzerindeki etkilerini de gayet iyi anlıyoruz. Aslında tüm bu malzeme yönetmen Marcel Gisler'in yeterince etkileyici bir yapım ortaya çıkarması için yeterli, fakat belgeselin çekimi sırasında Burkhardt'ların hayatından eksik olmayan çalkantılardan yeni bir örnekle karşı karşıya kalıyor ve Florian'ın zorlu bir macerasına daha eşlik ediyoruz. Yıllar önce bir kardeşinin olümüne sebep olan trafik kazasının travmatik etkilerini, ödüllü Electroboy adlı eserin sonundaki kreşendoda mutlaka hissedeceksiniz.
Mark DeFriest
Tamircilik konusunda bir dahi olarak yetiştirilen Mark babası ölünce üvey annesinin gazabına uğrar: Babasının aletlerini çaldığı suçlamasıyla polise şikâyet ettiği Mark heyecana kapılıp yanına bir silah alır, kaçarken yakalanır ve dört yıllık hapis cezasına çarptırılır. ABD'de CIA öncesinde var olan OSS üyesi babasından öğrenmiş oduğu muhtelif hayatta kalma ve mücadele taktikleri sayesinde hapisten defalarca kaçar, nam saldığı tüm ülkede Houdini lakabıyla tanınır. Tahliyesi devamlı ertelenir, ceza üstüne ceza alır.
Sert kurallarıyla bilinen Florida'daki hapishanede bile rahat durmaz. Sık sık gardiyanların ve diğer tutukluların şiddetine maruz kalması, işkenceye tabi tutulması, tecavüze uğraması onu yıldırmaz, hayatta kalabilmek için koğuş liderinin "orospusu" olmayı seçer.
Animasyonla desteklenmiş The Mind of Mark DeFriest (Mark DeFriest'in Aklı) uyuşturucu tacirliği, tecavüz veya cinayet gibi suçlardan dolayı hapiste olanların çoktan serbest kalacağı bir ülkede hapishane düzeniyle inatlaşmanın absürt sonuçlarına tanık oluyoruz. Gabriel London'un yönettiği yapımda Mark'ın eşi ve avukatı, böylesine girift bir dinamiğin psikolojik dengesizliklere dayandığını kanıtlayarak Mark'ı cezaevinden çıkarmaya çalışırlarken, DeFriest'in aklını kendi yararına kullanmaktan aciz bir ABD'nin adalet sistemini tekrar sorguluyoruz.
Orion
Yalnız yaşayan bir annenin evladı olarak doğan Jimmy iki yaşındayken Ellis ailesi tarafından evlat edinilir. Taşrada, tutucu bir çevrede yetişmiş olmasına rağmen müziğe olan yatkınlığını değerlendirip şarkıcı olmayı seçer, fakat ömrü boyunca Elvis Presley'e benzeyen sesi bir lanet gibi peşini bırakmaz. Kendine belirli bir kariyer yapmış olmasına rağmen bu damgadan kurtulmaya çalışır, oysa Presley öldüğünde yokluğunu kabul etmek istemeyen hayranları tarafından yüceltilir.
Orion kimliği ve arkasına saklandığı maskesinin gizemiyle yıllarca yoluna devam eder.
Yönetmenliği Jeanie Finley tarafından üstlenen Orion: The Man Who Would Be King (Orion: Kral Olacak Adam) ABD popüler kültürünün bu nadide simasını yıllar sonra tekrar gündeme taşıyor. Bir türlü kendi olamayan bu dramatik karakter hakkındaki eğlenceli yapımda, Orion'un gerçekten Presley'in kardeşi olma teziyle de karşı karşıya kalıyoruz.
Mayer Vishner
1965 yılında 16 yaşındayken New York'tan bir otobüse binip Washington'daki savaş karşıtı protestolara katılan Mayer, Hippiler'in siyasileşmesini amaçlayan Yippie hareketinde aktif rol alacaktı. Toplumun değişmesi gerektiğine dair inancını mizah, taşlama ve sokak tiyatrosu aracılığıyla ifade etti, yıllarca ön plana çıkan aktivistlerin arkasındaki itici gücü oluşturdu. Nükleere direnirken, Rockefeller uyuşturucu kanunlarının değişmesi için uğraştı. 80'lerde LA Weekly'de yaptığı gazetecilikte de başarılıydı fakat alkol sorunu yüzünden hayatı aksamaya başladı. Yönetmen Justin Schein Left on Purpose (Kasten Bırakılmıştır) adlı belgeselde Mayer'in kendini bitik hissettiği 2010'lu yılların başına yoğunlaşıyor.
Çöp ev misali bir dairede yaşayan pesimist Mayer hayattan çok sıkıldığını ifade ederken sık sık intihar etme isteğinden de bahsetmektedir. Belgesel çekimi aslında onu bir süre oyalar, zaten Mayer'in toplumla paylaşacak değerli fikirleri ve asla ödün vermediği siyasi duruşu sapasağlam durumdadır. Wall Street direnişine katılır, mahallesinde tanınan ve sevilen bir kişidir, ama artık kendini çağdışı hissettiğinden, bir protesto eylemi olarak intihardan başka çaresi olmadığını düşünmektedir.
Belgeselci Schein, Mayer'in kamera karşısında hayatına son verme niyetinin farkına varır ve çöp evde çalışır vaziyette bıraktığı sabit kameraları alarak intihar eylemine bir şekilde engel olmaya çalışır.
Acı çekmekte olan yalnız bir insana yönlendirilmiş hassas bir bakış niteliğindeki yapım, şefkat ve ilgi eksikliğinin nelere yol açabileceğini kanıtlıyor.
Howard Brookner
Çektiği olağanüstü belgeseller dışında Howard ilk ve son kurmaca filminde Madonna'ya başrollerden birini vermişti. Gerektiğinde bohem bir hayat sürdüren çok yönlü sanatçı New York'un hedonist çevrelerinin nadide simalarındandı.
Arşiv filmlerinde ahbapları Jim Jarmush ve Tom DiCillo'ya sık sık rastlıyoruz, ayrıca Andy Warhol, Patti Smith, Francis Bacon, Frank Zappa veya Matt Dillon muhtelif görüntülerde karşımıza çıkabiliyor.
!f 2016'nın programında da yer alan Uncle Howard (Amcam Howard) adlı yapım özellikle 70'lerin sonu ve 80'lerde ABD'deki sanat camiasına, LGBT dünyasına ve eğlencelerine nostaljik bir bakış. Çocukluğunun idolü olan amcası Howard'la ilgili bir belgesel kotaran Aaron Brookner aslında kişisel duygularını bizimle paylaşmış oldu, fakat böylesine zengin bir malzemeden daha sürprizli bir senaryo beklerdim. Yönetmen Aaron, hastalığın sebep olduğu çeşitli komplikasyonlara rağmen gey amcasının sonuna kadar muhafaza ettiği optimist duruşu saygıyla anıyor.
Dönemin gerici siyasetçileri tarafından AİDS'e karşı gerekli önlemlerin alınmadığı ABD'de öylesine değerli bir sinemacının yaşamamış olması her hâlükârda büyük bir kayıp. (MT/ÇT)