Henüz üniversite öğrencisiyken uzunca kaldığım Karadeniz’de Özcan Alper’in vizyondaki Rüzgarın Hatıraları’na da yansıtılan dalgaların görüntüsü beni kendine kilitleyince, Nazım’ın “oy Karadeniz’in gümüş telleri” mısrasında da geçen o teller bakışlarımdan kanıma karışmıştı. Bu anımı tekrar yaşattığı için yönetmene teşekkür ediyorum.
Ve Kazım Koyuncu ve ekibi olmasaydı, Hayde şarkısında söz arasındaki solo tulumun Karadeniz’in hırçın dalgalarının sesi, yüzü, gücü olabilmesi ve dinleyicisinin içini de aynı hırçınlıkla sevebilmesi, dövebilmesi mümkün müydü? Alper görüntüyle başarmış bunu, kimi ise müzikle; yani hissedebilen başarıyor.
Rüzgarın Hatıraları, hızlı başlayan sahnelerini aniden yavaşlatıyor, pastelleştiriyor ve konuyu ağdalaştırıyor. Alper, Gelecek Uzun Sürer’de yaşattığı hayalkırıklığının ardından yeniden Karadeniz’e kadrajını çeviriyor ve muhtemelen Sonbahar’ındaki konuyu işleyiş tarzını ve güzelim görselliği tekrarlayarak toparlanmak istiyordu. Ancak filmin Karadeniz kısmı başlayınca sürekli manzara görüntüleri izletiyor, bazen salyangoz yürüyüş hızı eşliğinde.
1943’te Türkiye’nin Nazi hayranlığına şöyle bir değinerek geçen film, bununla çok iyi bir iş yapıyor. 1915’ten de eskiye dayanan Alman-Türk işbirliğinde daha çok Almanya’nın hakimiyeti ve yönlendiriciliği baskındır. Han ve Tan matbaası baskınını yansıtmayı başaran yönetmen, ölümsüz “öfkeli kalabalığın” Aram’ın peşinde olduğunu öne sürerek Aram’ın sınırdışına çıkmasına zemin hazırlıyor. Karadeniz sahillerine böylece ulaşabiliyoruz.
1915 demişken, filmde 1915 geçiyor ama bunun ne anlama geldiği ortaya konmuyor. Film 1915’i anlatmıyor. Ermeniler, Süryaniler, Lazlar bu topraklarda azınlık mıdır, azınlıklaştırılmış mıdır? Siz hangisini kullanmayı tercih edersiniz? Filmde 1915’in soykırım olarak resmedildiği, anlatıldığı herhangi bir sahne var mı? Ben rastlamadım.
1915’i hiç farkında olmayan birine bu filmi izletirseniz olayın soykırım olduğunun ayırdına varabileceği şüphelidir. Bu filmi izleyen biz isek yani potansiyel izleyici kitlesine dahilsek eğer, yönetmenin demediğini, diyemediğini hatta izleyiciye dedirtmeye çalıştığını filmi izledikten sonra neden sanki yönetmen ve senaristler öyle diyormuş gibi anlatmaya çalışalım ki?
Filmde, Alper soykırım diyemiyor peki ama bunu izleyiciye mi dedirtmeye çalışıyor? Fatih Akın’ın dolaysız gösterdiğini, Alper bulanıklaştırmakla kalmayıp, izleyiciye söylettirmeye çalışıyor olabilir mi? İzleyici aracılığıyla edinilmeye çalışılan ısmarlama cesarete ilk kez rastlıyor olabilir miyiz? Başka bir garip soru ise; varlık vergisi denilen şey 10 liralık borcu 100 lira olarak gösterme sorunu mudur? ‘Borç’sa, bu borç neyin borcudur?
Borçka’da günlerin geçmediği hissine izleyicinin de kapılması amaçlanmışsa bu başarılmış. Halbuki insanlar her yerde ve huzurla yaşayabilir. İstanbul kalabalığını bazı yörelerin ıssızlığıyla ölçmek hiç de adil değil ve ıssız yerlerde yaşayanlara kalabalıklar içinde büyüttüğünüz o kendi yalnızlığınızla baktığınızı gösterir.
Aram'ın beklediği evrakların ne olduğu net değil. Ülke dışına kaçacak, aranan biri neden ve hangi evrakı ısrarla bekler, buna anlam veremedim. Yönetmen sanki kafasındaki belli bir final sahnesine ulaşmak için çeşitli araçlar bulmuş hissini yaratıyor. Aram’ın Karadeniz'e gideceği, Meryem’in soyunacağı ve Aram’ın mutlaka öleceği baştan belirlenmiş ve geri kalan her şey buna bir dolgu sanki.
Sonbahar’da tabut kullanan yönetmen, bu kez sandalda karar kılmış. Kadınla Aram o evde aynı nedenle oradaydı; gitmek için güvenli çıkış yoktu. Komşu eve yapılan baskından sonra bile, Aram evdekilerin güvenliği için evden ayrılmaya çalışmadı, bunu Mikail zorla sağladı. Sonuçta Aram iki kişinin de kendisi yüzünden ölümüne neden oldu.
Filmin oyuncuları ve oyunculukları da dertli. Ne Menderes Samancılar ne Mustafa Uğurlu Karadenizli spesifiklerini sergileyebiliyor. Onur Saylak'a ise ille en uzun süre rol biçilmiş. Filmde, sanki Meryem’e zorlayarak uzun süreli rol verilmiş gibi görünüyor, çünkü Meryem oynayamıyor. ‘Yüksek bir kütüğün üzerinde bir elle baltayı tutarken, diğer elle tavuk nasıl kesilir?’ sorusuna bile takıldım. Yemekte Aram kadının bakışını kaçamakça yakalamak isteyince Aram’ın kişiliği belirmeye başladı. Aram ve Mikail gibi iki komünistin dinlenilen haberler üzerine hiç mi yorumu, tartışması olmaz? Yerde uzanmış birinin kolunun çıktığı uzaktan nasıl anlayıverilir ve hemen nasıl müdahale edilir?
Aram ve kadın o eve sığınmış birer kişi. Kadın Aram’a Mikail’le aralarındaki yaş farkını; Mikail’den uzak durmasının ya da Aram’a yakınlaşmasının gerekçesi olarak öne sürüyor mu? ‘Mikail beni ev ev, köy köy gezdirir. İtibarım bu evdeki varlığım sayesindedir. Şükür geleceğim güvence altında. Ben bu yaşantı için bu evin kadınıyım’ diyebiliyor mu? Aram ve kadın birbirlerine aşık değilken bile kadın Aram’ın kendisini yanlış anlayabileceğinin kaygısını sergiliyor ve ‘Mikail’den çoktan ayrılacaktım aslında’ diyor. Kadın figürünün filmde sadece bir fon değil, vicdanlı ve saygılı bir birey de olduğu ortaya konuyor.
Aram günlük yaşantısında vurdumduymazken, başkalarını umursamazken, iç seslerini nasıl yorumlamamız gerekir? Aram’ın iç sesleri ile filmde izlediğimiz Aram’ın uyuşmadığını düşündürtüyor ve iç seslerin yapmacık, beylik olduğunu düşündürtüyor. Şu notu düşmem gerekiyor: Özcan Alper fikirlerinde, hazırlık aşamasında ve yaptığı işte samimidir ve bu nedenle bu yazı da samimice eleştiri derdindedir. Özcan'ın görselliği ve müziği ile de öne çıkan bu filmini izlemenizi öneririm.
Rüzgarın Hatıraları mı? Filmin teması rüzgar ile sağlanmış. Anılar birer yapraktır, çimendir, çalıdır, steptir ve onların kımıltısı asla kesilmez. Bilinçaltı ya da arka plan denen şey bir rüzgardır ama canlı bir rüzgardır; sizinle birlikte hep var olacaktır. Bazen yavaşça, bazen sertçe dalgalanır ama asla dinmez, yok dercesinde hafifler ama bitmez, gitmez. Film, 'kişiyi rüzgarıyla' güçlü tartışıyor, örtüştürüyor, görselliyor; tek sıkıcı tarafı, Karadeniz sahneleri boyunca tartışma kendini tekrar ediyor. (AY/YY)