Büşra Akova ve Ömer İzgeç aralarında gerçekleştirdikleri edebiyat sohbetlerini bianet için derliyor. Hemsohbet adını verdikleri ilk sohbet Barış Bıçakçı'nın kitapları etrafında dönüyor.Hemsohbet Osmanlıca - Farsça kökenli bir kelime, sohbet eden, arkadaş anlamına geliyor.
Konu Bir Dersim Hikayesi seçkisindeki öyküsünden başlıyor, üslubu üzerinden devamla "Bizim Büyük Çaresizliğimiz", "Sinek Isırıklarının Müellifi", "Aramızdaki En Kısa Mesafe" gibi eserlerine ulaşıyor. Bu arada François Truffaut, Michael Ende Ursula K. Le Guin ve J. D. Salinger'i de anıyorlar.
Ömer İzgeç: Murathan Mungan’ın Bir Dersim Hikâyesi seçkisinde Barış Bıçakçı, konuyu bir çocuğun bilinçaltındaki tezahürü şeklinde işler. Başkarakter, yeni bir futbol topu almak istemektedir. Teyzesinden ve annesinden bunun için istediği parayı alamayan çocuk mutfaktan bir ekmek bıçağı kapar ve küçük kuzenlerinin oynadığı odaya gidip, ardından kapıyı kilitler. “Para verin bana!” diye bağırır dışarıya ve eğer istediğini vermezlerse, çocukları keseceğini söyler. Dışarıdakiler kapıyı zorlayınca “Para istiyorum,” diye ekler, “vermezseniz çocuklarınızı keserim, size 38’i yaşatırım.” Dışarıdakiler kapıyı açması için yalvarır. Çıkması için, ama nereden?
Bu öykü, yaşananların acısına ek olarak edebiyatın gücünü de iliklerimize kadar hissettirerek seçkideki birçok metinden ayrılıyor. Barış Bıçakçı’nın yazar olarak kendini gereğinden fazla önemseme tuzağına düşmeden, önemli şeyler hakkında kelâm ederken dingin, rafine bir üslubu koruyarak yazdığını düşünüyorum. Kavramların etrafında, onlara dokunarak kirletmeden, sömürmeden ve sakince dolanırken mizahı da katıştırmayı ihmal etmiyor. Oldukça da iyi yapıyor bunu bence.
Buşra Akova: Bence de. Soru sorup bırakma işini de iyi yapıyor. Hakkında ne söylense ya eksik ya yanlış olacak ve ortaya çıktığında her türlü tarifini utandıracak bir şey yaşandığında, en tatmin edici cevap basit bir soru olabiliyor. Hatta bazı soruların cevabı öylesine kendinden menkul oluyor ki soru işareti bile koyamıyorsun.
Şehir, taşra ve bozkır
Ö: Bu bahsettiğin, aslında Bıçakçı metinlerinin tipik bir özelliği. Ufak temaslarla olayların, kavramların özüne inme beceresinden bahsediyorum. Bazen bir soru olabiliyor, kimi zaman da ufak bir ânın anlatımı. Meselâ bu konuştuğumuz öyküde taşra sıkıntısını uzun tasvirlere, varoluşsal duyumsamalara yer vermeden, hem de bir çocuğun gözünden çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Öte yandan bir akrabanın gelişine, aslında dışarıdan herhangi birinin gelişine, onlarla birlikte getirilecek hediyelere yüklenen anlamda o coğrafyanın, bozkırın yalnızlığını, sessizliğini ve aslında derinden derine terk edilmişliğini görüyoruz. Mekân olarak Munzur’ın seçilmesi tabii ki bu terk edilmişlik vurgusunu tarihsel çerçeveyle de birleştirip, söylenmek istenen sözü parlatmadan kuvvetlendiriyor. Böylesi bir edebiyat anlayışının ve işçiliğinin akabinde tek bir soru dediğin gibi çok yerinde ve güçlü bir etki bırakabiliyor: Dışarıdakiler kapıyı açması için yalvarır, çıkması için, ama nereden?
B: Bozkırın terk edilmişliği ve kanayan coğrafyalarımıza edebi pansumanlar son yıllarda konuya vakıf ya da değil çoğu yazarın illâ ki değindiği konular. Barındırdığı dram malzemesinin bolluğu ve alıntı modasına uygun düşebilecek büyük lafları kolayca edebilme imkânı vermesi bakımından da hasatı kolay bir tarla. Orağını kapan dalıyor.
Ö: Haklısın. Orağını kapanın daldığı tarlalar gani gani. Ben de bu harcıalem tutumdan pek hoşlanmıyorum. Ancak taşra edebiyatının yani bozkır, kanayan coğrafya gibi, son yıllarda yükseldiğini ya da eskisi kadar fazla ilgi gördüğünü düşünmüyorum. Bilâkis, belki son on yıldır bir şehir edebiyatı baskınlığı söz konusu. Öykü kitaplarında ve dergilerde yayımlanan metinlerde bu açık bir şekilde görülüyor. Taşradaki o sessizlik, bir büyükşehirdeki vapurda martıları izleyen kadının yalnızlığına dönüşmüş durumda. Bir yandan da son birkaç yıldır Ankara metinleri furyası başladı. Sonuçta o bozkırın sessizliği büyükşehirlere taşındı ancak son derece de tekdüzeleşti sanki. “Sıradan insanların, sıradan görünen yaşamlarındaki ayrıntıları anlatan’ yazar istilâsına uğradık. Bıçakçı, yine diğerlerinden bu yönüyle de ayrılan iyi bir şehir anlatıcısı. Ankara her kitabında başkahramanlardan biri olarak çıkıyor karşımıza. Bu sürekliliği takip etmek edebî açıdan bir hayli zevkli geliyor bana.
B: Kısa zamandır takip ettiğim dergilerde her sayı mutlaka bir taşra hikâyesine denk geldim. Çok da şahane olduklarını söyleyemem. Belki ondan sürekli prim yapmak için sömürülen bir mevzu olduğunu sanıyorumdur. Son on yılın konuları nasıl evrilmiş çok farkında da değilim. Haklı olabilirsin. Yine de her ay bir felâketin yıl dönümü olmuşken, kanamak coğrafi bir özellikken, bombalar seslerini duyabileceğimiz kadar yakında patlarken, yani doğu artık o kadar da doğumuzda değilken, içerdiği dramlar açısından şehir edebiyatının da taşra edebiyatıyla ortak kümesi büyüyecektir diye öngörebilirim. Aynı özensizlikle sömürülecektir. Halihazırda da yapılıyor zaten. Dediğin gibi "sıradan insanların, sıradan hikâyeleri" istilâsı. Gerçekten sıradan olan anlatılabilse bu kadar sıkıcı olmayabilirlerdi diye düşünüyorum. Hep bir şok etme merakı içindeki yazarın, normalleşmiş gösterdiği anormal kahramanlarla kendini övme hali. Aslında iyi yapılsa buna bile katlanabilirim. Yani. Belki. Ama çok iyiyse. Olmuyor tabii.
Tok tutan aforizmalar
Ö: Normalmiş gibi gösterilen kahramanlar aslında belirttiğin gibi insanın özüne dair bir çıkarım yapmak, ya da yazarının toplumsal bir yaraya parmak basmasına yardım ve yataklık için sıralarını bekliyorlar. Çağın bir getirisi herhalde, hızlı tüketilebilen, anlık etki yapan cümleler peşinde herkes. Diğer birçok şeyde olduğu gibi, bir cümleden zevk almaktansa, zevk aldığımızı göstermek gayesindeyiz. Barış Bıçakçı’nın eserlerinde de böyle anlamı yoğun, altını çizme hissi uyandıran cümlelere sıklıkla rastlanıyor. Ama “kırk yaşımızda, yüreğimize yirmimizde sıktığımız bir kurşunla ölüyoruz" ya da “insanın kendi dünyasını ve dilini susarak koruması ne tatlı paradoks'' diyen bir yazardan bahsediyoruz. Elbette bunu da sömürmeden, dengeli, aforizmanın bizi beslemediğinin ama tok tutuğunun bilincinde yapıyor.
B: Aforizmanın çok olanı azla anlatma işlevinin az okuyarak çok okumuş gibi görünme heveslileri tarafından sürekli talan edildiğini görüyoruz. Sinek Isırıklarının Müellifi’nde bu konuda bir iki cümle etmişti Bıçakçı: “Edebiyat ne yazık ki kolayca dolaşıma girecek cümlelere dönüşüyor. İnsanlar birbirlerine yazacakları, söyleyecekleri ifadeler peşindeler. Has okuyucuyu da aşındıran bir şey bu.” Bu aşındırmayı bir tarafa koyarsak, şiire düşkün bir okur olarak edebiyatın azla çok anlatma hallerinden büyük keyif alıyorum. Gerçi daha normal, öyle pek derin anlamlar içermeyen cümlelerini de çok sevdiğim oluyor. “Cemil bu kadınların kendisine neden çekici geldiğini düşündüğünde, onların belirli, sınırlı anlar içinde hayal ettiğini fark ediyor. Bakışmaların, kur yapmaların, dokunuşların ve sevişmelerin baş döndürücü anları. Bu hayali kadınların çekiciliği aslında düpedüz bu güzel anların toplanabilirliği inanışına dayanıyor çünkü insan buna inanmak istiyor: Güzel şeyler toplanabilsin, güzel bir elma ile güzel bir armut toplanabilsin lütfen.” gibi. Neye yordun da sevdin dersen verecek bir cevabım yok. Öylece benimsedim. “Güzel şeyler cinsine bakmadan toplanabilsin” diye miting yapılsa en önden giderim. Elimde de üzerinde “Elma ve armut değil elmarmut” yazan bir pankart taşırım.
Ö: Herkes kendi evinde yapabilir belki bu mitingi. Bıçakçı’nın katılmayacağını söyleyebilirim, zira o bir evsever. Kitaplarındaki ev vurgusu hakkında ne düşünüyorsun?
Huzur veren ev
B: Bıçakçı’nın evleri hep huzur uyandırır bende. İçinde yaşayan herkesin kendi ritmiyle dolandığı, sade, sakin evler. Kalabalık aile ortamlarından bekâr evlerine kadar böyle. İnsanın gidip bir odaya yerleşesi geliyor. Aramızdaki En Kısa Mesafe hariç sanırım. Evde genelde gergin bir ortam olduğu hissini hatırlıyorum. Kitabın sonuna, “-Aldım verdim ben seni yendim- Bu bir çocuk oyunu değil, hayatın özeti. Çocukken içim sıkılırdı oynarken. Satır aralarındaki manâların ağırlığı içime çöküyormuş demek ki,” diye not almışım. Sorduğuna göre senin de bir yorumun var.
Ö: Yersizlik ve yurtsuzluktan ya da aykırı yaşamlardan beslenen veyahut nemalanan diyelim, birçok yazarın aksine, evin Bıçakçı eserlerinde bir son kale olarak karşımıza çıktığını düşünüyorum. Bir nevi kurtarılmış bölge yani. Mesela Sinek Isırıklarının Müellifi’nde, okuduğu bir şiir Cemil’de eve dönme istediği uyandırır. Onun için güzelliğin şaşmaz ölçütü budur. Hemen eve dönme isteği uyandıran şey güzeldir. Sonra tabii bir de ıslanmış nohut, kaynayan reçel ve toplu konutların kendine has günlük sesleri var. Ne yalan söyleyeyim, Bıçakçı kitapları bende de benzer hisler uyandırıyor. Sinek Isırıklarının Müellifi’ndeki Cemil’in sıkıntısını çok yakından biliyorum, belki onunla da ilgisi vardır.
B: Ankara ve yazarlık kesiştiğiniz yerler tabii. Ben de okurken hem Cemil’den, hem Nazlı’dan, daha doğrusu ilişkilerinden çok etkilendim. Zaman zaman kafamda dönen bir ilişki modeline oldukça yakın bir şeydi onlarınki. Kendini anlar ve haklarını gözetir gibi karşındakini de gözetmek, içindeki her boşluğu onunla doldurmaya çalışmamak. Önemli bence. Bıçakçı okumak böyle alternatif ilişkileri izlemek açısından da büyük keyif.
Jules ve Jim gibi
Ö: Truffaut’nun Jules et Jim (Jules ve Jim – 1962) filmi aklıma geldi. İki kitabında bu filmine gönderme var. Bizim Büyük Çaresizliğimiz’de de göndermenin ötesinde, benzer bir durumu işler. Filmde iki erkek ve bir kadın vardır. Bunların arasındaki dokunaklı, incelikli, dostlukla aşk arasında giden, sürekli dönüşen çok hoş bir öyküyü anlatır Truffaut. Karısını görmeye devam etmek için, dostuyla evlenmesini isteyebilen bir adam, bunu sorunsuz ve huzurluca yaşayan bir üçlü, aşk, dostluk ve tuhaf bir bağ vardır. Dediğin gibi, haklarını gözetir gibi karşısındakini gözetirler. Bu duyarlılık, haslık Bıçakçı’nın eserlerinde de var. Kabul görmüş kıstaslara göre doğru ve uygun olanı değil, gerçek olanı gösterir. Bizim Büyük Çaresizliğimiz’in Nihal’i de filmdeki Catherine’i çağrıştırdı bana.
B: Bıçakçı o filme gerçekten gönderme yaptı mı, yani niyeti bu muydu bilmiyorum. Nihal ve Catherine birbirinin çok zıttı karakter özelliklerine sahip. Biri ne kadar sessiz, sakin, tereddütlüyse diğeri bir o kadar neşeli, fevrî ve gözü kara. Tabii tüm kavramlar zıddıyla kaim hayatta, ünlü çiftler gibi ayrılsalar da hep birlikte anılırlar. Sevgi-nefret, siyah-beyaz, güzel- çirkin. Bu bakımdan sana birbirlerini çağrıştırmaları da normal. Jules et Jim filminde beni en çok etkileyen şey Catherine’in, Jules’un evlenme teklifine verdiği şu cevaptır: “Siz çok kadın tanımamışsınız. Ben çok erkek tanıdım. Bu bir denge sağlayabilir, dürüst bir çift olabiliriz.” Sanırım bu replik üstüne apayrı bir konuşma yapmak gerekebilir.
Ö: Unutmuşum o repliği. Ayrı bir konuşmayı hak ediyor, evet. Film ile kitap arasında bir kadın, iki erkek, dostluk, birlikte yaşam, ötekini zapturapt altına almaya çalışmayan ikili ilişkilerle başlayan bir çağrışım söz konusu. Bizim Büyük Çaresizliğimiz’de Nihal ayrıca ikisinin de ilgisinden memnundur. Hatta bu ilgiyi kışkırtacak, biraz da çocukça şirinlikler yapar. Ender-Çetin, Ender-Nihal, Çetin-Nihal arasındaki ilişkilerde yüzeydeki sınırlar bazen kaybolur, sonra yeniden oluşur. Böyle ikircimli bir durum var kitapta. Jim et Jules’de de benzer bir devingenlik, tedirginlik hissettim. Bunlardan dolayı bir bağlantı kurdum sanırım.
Her şey gelip geçiyor
B: Konuşmamızın başına dönmek istiyorum ben yine, Ekber, Sen… öyküsüne. Çocuğun misafirlerin gelişiyle yaşadığı heyecanın sönüş süreci de önemli. Bahsetmeden geçmek eksik olur. Şöyle yazmış bu geçişi Bıçakçı: “Ama bir gün her şey birdenbire yavaşladı, soldu ve eskidi; birdenbire.” İnsana dair çok belirleyici ve derin bir duygu durumu. Bozadam’da sen de değinmiştin mektuplardan birinde: “Bir an sonsuz gibi gelen bir mutluluğun dahi kendini böyle, yavaşça alışmanın rehavetine teslim etmesi beni hüzünlendirmişti. Üstü yaldızlarla, renkli tozlarla kaplı bir resim gibi. Yaldızlar ve renkli tozlar bir üfürükte dağılınca altından yine bildik ve kadim hüznümüz ile çaresizliğimiz çıkıyor.”
Hüznümüz ve çaresizliğimiz. Kalıcı olan bu mu gerçekten? Her şey geçiyor elbet. Geçmeyen duygulara da mutluluk, mutsuzluk, aşk, yas, acı artık neyse o, bir çeşit saplantı ya da algılayamama gözüyle bakıyoruz. Aslında her şeyin geçmesine ben çok kızıyorum. Ufacık aklında tutabiliyorsan yaşadıklarını, bir sonraki mutluluğunun da geçeceğini o en mutlu olduğun zamanda bile biliyorsun. Gözlerimi kapatıp anımın keyfini çıkaracakken bu bilgi keyfimin terkisine oturup yuları eline alıyor. "Gül sen gül," diyor, "uzun sürmeyecek, sürdüğü görülmedi." İnsan uzun sürmüyor ki zaten, andan ne bekliyorum? Ah mutluluk, ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın. O yer de hep içimize denk gelir. Müslüm babadan bir şarkı patlatmadan sözü benden alsan iyi olacak.
Bir çocuğun dilinden yazmak
Ö: Ne diyebilirim, şair romancının dediği gibi her şey birdenbire yavaşlayıp, solup, eskiyor. Sonra, yenisi... Yine Bizim Büyük Çaresizliğimiz’den bir alıntıyı unutmadan: Her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Bıçakçı, sözünü ettiğin alıntıda ve ayrıca özellikle Aramızdaki En Kısa Mesafe’deki pasajlarda bir çocuğun algısından yola çıkıp, çok güzel saptamalar yapar.
B: Bir çocuğun ağzından yazmanın çok katmanlı zorlukları var. Bıçakçı’nınkileri dinlerken ifadeleri bir çocuğa yakıştıramamanın sıkıntısını hiç hissetmedim. Okuyan için büyük hoşluk. Ursula K. Le Guin de bunu hakkıyla yapar. Anmadan geçemeyeceğim. Sesler, Güçler ve Marifetler üçlemesi bir çocuğun ağzından yazmak isteyenler için ders kitabı sayılabilir. Bir de Maeve Binchy var. İtalyanca Aşk Başkadır ve Geri Döneceksin gibi romanlarından hatırlanır belki. Bir yazar olarak hayranı değilsem de çocuklar söz konusu olduğunda şahane yazdığını kabul etmek zorundayım. Senin aklına gelen başka yazarlar da vardır.
Ö: Var tabii ki. Benim çok sevdiğim Michael Ende ve Momo kitabı mesela. Sonra Sallinger’i ve küçük bir çocuk olmasa da bir ergenin başkarakter olduğu Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabını saymalıyım. Romanın başkahramanı Holden çaresizliğiyle ve beceriksizliğiyle kimi zaman Dostoyevski'nin yeraltı adamını da çağrıştıran, bazen sinir bozucu olan bir tiptir. Kitaptaki kısacık, romanın ismine de açıklık getiren üç cümlelik bir bölüm beni çok etkilemişti. Holden, çavdar tarlasında koşan çocukları, onlar bu tarlanın ucundaki uçurumdan düşmeden yakalamak istediğini anlatır. O uçurumdan düşüş, çocuksu masumiyetin yitimidir. Holden onları düşmeden yakalayacaktır, böylece çocuklar sonsuza değin çocuk masumiyetiyle kalacaklar, etrafta koşuşturacaklardır. Söylenmek istenenden ziyade bunun ansızın, sakince, kısacık ve arı bir şekilde yapılması hoşuma gitmişti. Saflık, incelik, haslık, artık ne dersek... Bu kısa bölümün etkisi daha önce Holden'in başından geçenlerle, onun bir nakış gibi ince ince işlenmiş karakteriyle daha bir anlam kazanır. Bizim Büyük Çaresizliğimiz’de benzer bir etki, "bizim büyük çaresizliğimiz Nihal'e âşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışı" cümlesiyle ortaya çıkar. Zarif, her şeyin yerli yerinde olduğu, metnin gelişiminde çok şık duran, benim pek sevdiğim bir bölümdür. Aslında Barış Bıçakçı bunu her kitabında yapıyor. Onun aforizmacı yazarlardan ayıran da bu sanırım. Ek olarak, yeni kuşaktan, nefes aldığı kulvar dolayısıyla edebiyat çevresinde pek de anılmayan bir isim var bence. Mizahçı Umut Sarıkaya. Öykülerinde çocukların ruh hallerini, bize özgü ev durumlarını muazzam anlattığını, çok güzel detaylar yakaladığını düşünüyorum. Şunu okuyacak sakallı, kolları yamalı kadife ceketli ağır ağabeylerin yarım ağızla güldüğünü görür gibiyim. Edebiyat da çocuk gibi lâkin, nereye saklanıp da bizi sobeleyeceği bir muamma.
Bir nevî münzevi yazar
B: O sakallı gözlüklü arkadaşların yamalı ceketleri çok su kaldıracak bir konu. Ozan Çınar bir söyleşisinde onlar için "duayen kılıklı yavşaklar" gibi tastamam bir tanımlama kullanır ve ekler: ”Eğer bir kurt olduğunu düşünüyorsan kocamayacaksın, yoksa eğlence başlar.” Son zamanlarda bazı isimler için bu eğlencenin başladığını ben de görüyorum. Akademik olarak incelemek ya da kavramsal olarak işaret etmek dışında kullanılacak her türlü tanımlama, etiketleme, türlere ayırma, esere misyonlar yükleme gibi çabalar daima geçersizdir. Sınırın çift taraflı bir kavram olduğunu, içerisi ve dışarısı arasındaki farkın çizenin durduğu taraftan fazlası olmadığını ve olayların onaylardan bağımsız yürüdüğünü biliyoruz.
Umut Sarıkaya’nınsa nefes aldığı kulvar farklı, doğru. Kitapları karikatür ciltlerinin olduğu raflarda bulunuyor. Şahane anlatımı dışında benim gördüğüm tek fark bu. Her yazısı ve her karikatüründe yakaladığı ayrıntılarla bizi kim olduğumuz yerden vuruyor.
Ö: Bu kim olduğumuz yerden vurmak hususunda Bıçakçı’yı da bir hayli başarılı buluyorum. Mesela anlatısındaki son derece entelektüel bir karakteri, bir bölüm sonra halı sahada top peşinde koşarken görebiliyoruz. Bir de kitaplarında sevdiği filmleri, metinleri, şiirleri, müzikleri referans veriyor. Hatta Sinek Isırıklarının Müellifi’nde Cemil’e hayatın bir şölen olduğunu hissetirenler şeyler diye bir liste var. Bunlar okuyucusuyla arasında farklı bir yakınlık kurulmasına yardımcı oluyor. Öte yandan, kitap dışında okur-yazar birlikteliğini reddeden bir edebiyatçı. İmza günlerine, söyleşilere, röportajlara yanaşmıyor, ortalıkta hiç görünmüyor. Bir nevî münzevi yazar diyebiliriz. Bu metinden doğan yakınlık ile, göz önünde olmayı sevmeyen uzak yazar duruşu okurlarıyla arasındaki bağı diğerlerinden farklı kılıyor.
B: Düşündüm de sureti bile yok kafamda. Bir fotoğrafını bile görmemişim. Eskiden benim için sevdiğim yazarlar da yarattıkları kahramanlar gibi bir karakterdi. Tüm mevzuya hâkim, bilge bir karakter. Artık farklı, yazarların da gerçek birer insan olduklarını ve kafalarının etrafında yüksek dozda erdemden dolayı parlayan bir hâle bulunmadığını fark ettim. Başka şeyler de fark ettim. Haliyle biraz hayal kırıklığına uğradım tabii, fakat çabuk atlattım. Şimdi de kitapçı raflarını tarayıp okumadığım bir yazarın kitabını aldığımda asla arama motorlarından kim olduğuna bakmıyorum. Bıçakçı için de hiç bakmadım. O hâlâ benim için kitaplarındaki kahramanlarından biri.
Ö: Bir büyübozumu olduğu kesin. Artık yazara ulaşmak, o yazarın kitabına ulaşmaktan daha kolay olabiliyor.
B: Hem bir büyübozumu hem de bir sihirli an. Çünkü ne zaman ki yazarların düz insanlar olduklarını anladım işte o zaman yazdıklarımı yayınlama hevesi düştü içime ilk defa. Yazarların normalleşmesi okurların yazarlaşmaşıyla bedelleniyor sanırım. Bu yazarlaşma da egosu tatlı bünyelerde okuma hevesini törpülemek gibi bir yan etki yapıyor. İnsanlar iyi olduğunu düşündükleri şeyleri överken kendilerini övmekten aldıkları zevke yakın bir tatmin duyarlar. Okuduğundan bahsetmenin moda olduğu şu günlerde yazar ya da eser övmek sık kullanılan bir böbürlenme yöntemi. O yazarın kendisi olabileceğini, tek kelimeyle muhteşem eseri kendisinin yazma ihtimalini düşünen arkadaşların çıldırmaları da normal sanırım. On satır yazmış, yüz satır yazdığı hakkında yazmış, kazayla da iki övgü almış insan daha ne okumakla vakit kaybetsin allasen? Okumanın verdiği zevki, o dinlenceyi başka dünyevî nimetlerde bulamayan biri olarak böyle bir noktaya gelmiş insanlara üzülüyorum. Bıçakçı da Sinek Isırıklarının Müellefi’nde farklı bir bağlamdan dalıp aynı sulardan çıkmıştı:
“Siz de bilirsiniz, anlatmaya değer şeyleriniz olduğunu, bir gün bunları anlatacağınızı, yazacağınızı düşünmek ne güzeldir ve bu düşünce bir kez yer etti mi nasıl da perişan eder insanı! Şu dünyadaki en yüksek mertebe olan okurluk mertebesi size yetmemeye başlar. İnsan olmak size yetmemeye başlar. Dünya olmak istersiniz.” (BA-Öİ/HK)
Barış Bıçakçı'nın eserleri:
Herkes Herkesle Dostmuş Gibi, İletişim 2000
Veciz Sözler, İstanbul, 2002
Aramızdaki En Kısa Mesafe, İletişim, 2003
Bizim Büyük Çaresizliğimiz, İletişim, 2004
Baharda Yine Geliriz, İletişim, 2006
Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, İletişim, 2008
Sinek Isırıklarının Müellifi, İletişim, 2011