2 Ekim Pazar akşamı Haliç Kongre Merkezi’nde Necip Fazıl Kısakürek adına ödül töreni düzenlendi. Törende Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik bir konuşma yaptı. Bakanın konuşmasının ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Kültür Bakanına “Ömer Bey, bak Nuri Abi ne diyor, tek yol devrim diyor, duydun mu?” deyince Bakan Çelik “Duydum efendim” diye karşılık veriyor. Cumhurbaşkanı düzeltiyor: “Tek yol devrim demiyor sadece. Kültür Devrimi yapacaksın diyor!”
* * *
“Kültür Devrimi” nedir? Bilinen karşılığıyla; Büyük Proleter Kültür Devrimi, ya da daha genel olarak bilinen adıyla Kültür Devrimi, Çin'de 1966 - 1976 yılları arasında yaşanan sosyo-politik bir hareket. Dönemin Çin Komünist Parti Genel Başkanı Mao Zedung tarafından başlatılan bu hareketin amacı Çin toplumundan kapitalist, geleneksel ve kültürel unsurları temizleyerek ülkedeki komünizmi güçlendirmek ve parti içerisinde Maocu ortodoksiyi yerleşik kılmaktı...
Günümüz ülke koşulları, değişen ideolojik kavramlar, iktidar yapısı yukarıda bahsedilen konuşmayı ve talimatı aslında açıklıyor; milli eğitimde nasıl çok yönlü bir değişikliğe gidildiyse kültürel anlamda da eksik kalan yanlar tamamlanmalı! Son dönemlerde bürokratik olarak oldukça çalkantılı günler yaşayan sanat kurumları, idari değişikliklerden sonra yapısal olarak derin bir sessizliğin içine gömülmüş durumda. Öncesinde Devlet Opera Balesi Genel Müdürü Rengim Gökmen’ in görevden alınması, son dönemde de Devlet Tiyatrosu Genel Müdür Vekili Mustafa Kurt’ un “sansür” baskısıya istifa etmesi, ardından bazı bölge tiyatrolarının müdürlerinin istifası, beraberinde çokça tartışmaya neden oldu. Kurum dışından birinin (Necat Birecik) kuruma genel müdür olarak atanması ateşi daha da harlamış durumda.
Necat Birecik görevine başladıktan sonra ikinci sezonunu yaşayan ve neredeyse kapalı gişe oynayan “Macbeth” oyunun askıya alınması akıllarda soru işareti yarattı. Çünkü oyunun askıya alınması, oyunun konusu, işleyişi ve güncelliği açısından hükümet tarafından garipsenmişti! Shakespeare’ in “Macbetch” oyunu iktidar hırsını, iktidar hırsıyla kendi sonunu hazırlayan bir kahramanı anlatmaktadır! Sanırım oyunun, biletlerinin satılmış olmasına rağmen ve ortada hiçbir neden yokken askıya alınması, gösteriminin durması, konusu itibariyle kafadaki soru işaretlerini bir nebze de olsa kaldırıyor. Bunun yanı sıra Devlet Tiyatrosu' nda son dönemlerde, Başbakanlık' ın 'neden üst üste sahneye kondu' dediği Nazım Hikmet' in oyunları yerine Necip Fazıl Kısakürek 'in oyunları sahneleniyor. Hâl böyleyken son dönemlerde kurum içerisinde baskının, zorlamanın ve sansürün, daha da arttığını söylemek mümkün.
* * *
AKP’ nin iktidara geldiği günden bu yana yıldızı bir türlü sanatla - sanatçıyla barışmadığı gibi, sanat kuramları, sanatın, sanatçının yaratım özgürlüğü, tiyatro, sinema binalarına karşı müdahalesi herkesçe malum. Aslında bu herkese malum olan gelenek çok eskilere dayanmakta.
Cumhuriyet Dönemi sonrası Türkiye’deki sanat karşıtlığıyla, yeni jenerasyon yaratma hırsıyla ilk tanışma yani bugün yaşadığımız “Kültür Devrimi yapacağız” söyleminin ilk eylemi Halkevleri’ nin ve Köy Enstitülerinin Adnan Menderes hükümeti tarafından kapatılmasına dayanır. 1951 de Halkevleri 1954 yılında da Köy Enstitüleri kapatıldığında bahane ahlakâ aykırı, sanatsal, karma eğitim vermesiydi. Sonrası ise 12 Eylül darbesinin hemen ardından Fetullah Gülen’ in zorunlu din dersi getiren Kenan Evren’e “tankının paleti olayım paşam, çiğne beni” demesinden başlar, 90’lı yılların ortalarında Melih Gökçek’ in “tükürürüm böyle sanatın içine” demesiyle şeklini alır.
Refah Partisi döneminde gerçekleşemeyen ve 28 Şubat olayı ile dondurulan sürecin temeli aslında eskilere dayanıyor. Bu kronolojik işleyiş “Kültür Devrimi” isteğini kısmen de olsa açıklıyor. O süreç içerisinde duraklama dönemini yaşayan bu algı, şimdilerde yeniden ve daha keskin bir şekilde gündeme geldi. Siz bakmayın süreç içerisindeki “paralelliğin” senkron kaymasına, “dervişin fikri ne ise zikri de odur” sözü tecrübeyle sabittir.
Şimdilerde bu kültür hareketi Mao’dan esinlenmese de işleyişi açısından benzerlikler taşımakta. Nasıl mı? Daha düne kadar “muhafazakâr nesil” yetiştirilmek istenildiği çok açık bir şekilde dillendirildi. Yeni jenerasyona nasıl şekil verilmesi, hangi kalıpta olması gerektiği planlanmıştı. Hem de tanklara palet olmaya gerek kalmadan. Durumu daha iyi açıklamak için çok uzağa gitmeye gerek yok. Elbette ki yeni kuşak edepli, ahlâklı, oturmasını kalkmasını bilen bir kuşak olmalıydı. Dizilerde içki içilmesinden sigara içilmesine, kitaplarda nelerden bahsedilmesi, yazarların hangi konuları işlemesine kadar her şeye bir ayar çekilmeliydi.
Devlet Tiyatrosu yıllardır Osmanlı tarihini anlatan oyunları boşuna oynamıyor! Atatürk Kültür Merkezi’nin durumu yıllardır tartışılır, o bina mimarisinden kapladığı alana kadar rahatsız edicidir! Emek sineması kadar lüzumsuz bir sinema binası daha yoktur. Heykeller mi, hepsi birbirinden ucube! Tiyatro - sinema sanatçıları hepsi uyuşturucu müptelası, alayı alkolik! Hâl böyleyken atadan yadigâr olan sanat kurumlarını kapatma geleneğini sürdürme çabası kimseyi şaşırtmasın.
İşte tüm bunlar henüz zaptedilemeyen kaleyi iktidarın toplumsal algı yaratma politikasıyla zaptetmeme çabasıdır. Sanat, bu ülkede kendi içinde bir cadı kazanıdır hep. Muhafazakâr demokrasi de bu cadı kazanını iyi takip ettiği için, topluma bu konuda istediği gibi yön verebiliyor.
* * *
Bu algı çok sistemli işliyor. En basit örneği, neredeyse son on yıldır devlete, belediyelere ait reklam panolarında dini etkinlikler dışında herhangi bir sanatsal etkinlik haberi görmüş değilim. Dini derneklerin, vakıfların, örgütlerin bütçesi - sayısı ülkedeki tiyatroların sayısına, bütçesine tur bindirir vaziyette.
Anadolu’nun her kentinde en fazla bir tane tiyatro binası varken (bunların çoğu sonradan tiyatro binasına dönüştürüldüğü için yokluktan tiyatro salonu olarak kullanılıyor, eksikleri saymakla bitmez) bu kentlerde varlığını, örgütlenmesini sürdüren, çoğu cemaatin toplantı yaptığı ve mülkiyeti kendilerine ait apartman daireleri, otelleri, yurtları var. Üniversitelerde, öğrenci yurtlarındaki dini faaliyetlere verilen maddi desteğin çeyreği sanatsal faaliyet yapan öğrencilere, kulüplere verilmiyor. Sürekli düzenlenen “en iyi hafız yarışmaları”ndan bilimsel – sanatsal – yazınsal eğilime teşvik yarışmalarına fırsat kalmıyor.
Özel tiyatrolar, sahneler kendi kaderine terkedilmiş durumda. Konservatuardan mezun olan her öğrenci gelecek ve kariyer kaygısından ne yapacağını bilmez durumda. Çoğu, dizilerde meçhul rollerin aranılan adamı, senaristi! Konservatuar dışında, üniversiteden mezunların işsizlik oranı tavan yapmış durumda, neredeyse tüm gençler kaygı ve mutsuzluk içerisinde. Kısaca herkesin bir kayboluş hikâyesi var ve ülke gerçekten bir “Kültür Devrimi” ne hazır!
Özetle; Kültür Devrimi, bugün gündeme gelmiş bir konu değil. Tarihsel sürece baktığımızda aralıklı olarak bu ideolojik değişimleri yaşamış ve hâlâ yaşıyor durumdayız. Bu yaşanılanlara sadece bir ad koymak gerekliydi ve aranan isim bulundu. Siz buna ister Kültür Devrimi deyin, ister Tüsak deyin, ister sansür ya da zorbalık deyin...
* * *
Sanat kurumlarındaki istifalar sonucu devlet tarafından atanan kim olursa olsun günah keçisidir. İster kurum dışı, ister kurum içi farketmez. Bu ülkede sanat – sanatçı yıllardır aynı tehlikeyle karşı karşıyaydı. Şimdilerde kendi finalini görmek üzere. Daha önce yapılmak istenen şey şimdi yeniden yapıldı. Sadece geç farkettik... Çok geç. Her şeye alıştırıldığımız gibi bu olaya da alıştırıldık. Tek fark, bu olayın seyircisi oynayanından daha çok. İlerleyen günlerde seyirciler üzerindeki etkisini çok net göreceğiz... (AY/AS)
* Ahmet Yapar, tiyatro sanatçısı ve yönetmen, Ankara Devinim Tiyatrosu.