Suçluluk duygusundan kurtulmak mümkün müdür? Ya da, Macbeth gibi ellerimizdeki kanı temizlemeye mi uğraşırız ölene kadar?
Kardeşim İçin, aktörlükten yönetmenliğe geçiş yapan Scott Cooper’ın ikinci filmi. Film, kendi küçük cehennemlerinde sıkışmış insanların içine bulundukları karanlıktan sıyrılmaya çalışırken daha da dibe batmalarını, adaletin, adalesizliğin, gücün ve güçsüzlüğün birbirine girdiği karmaşık bir dünyaya davet ediyor izleyenleri.
Pennsylvania’nın kasvetli Braddock kasabasında çekilen film, çelik fabrikasının dökümhanesinde eriyen, azalan yıpranan hayatları, belalı şehir halkının yozlaşan düzen karşısında yenilişini konu alıyor.
Kavurucu ve zalim, ama yine de ölmekte olan bir güneş dökümhane. Buna rağmen, hayatını kazanma derdinde olanlar için hala çekici, borçlar, faturalar, çeşitli mesuliyetlerle cebelleşenler için kaçınılmaz olarak varılan bir nokta. Bu kasabadan kurtulmanın tek yolu ise savaşa katılmak. Aynı kahramanımız Rodney Baze’in (Casey Affleck) yaptığı gibi.
Irak’tan dönen Rodney, hala savaş bunalımında ve korku içinde. Buna karşın kardeşi Russell (Christian Bale) fabrikada kalmış, yine de beladan kurtulamamış, içkiliyken yaptığı araba kazası sadece kendi hayatını değil, birçok yaşamı paramparça etmiş.
Her ikisi de cezalarını çekmelerine rağmen, iki kardeş de masum çocukların ölümüne şahit olmuş ve büyük suçluluk denizlerinde yüzüyorlar. Fakat, Russell hayatını yeniden toparlamaya başlayınca Rodney, kendine zarar vermeye son derece hevesli şekilde boksa veriyor kendini. Ki, burada New Jerseyli azılı rakipleriyle karşılaşıyor.
2008’de açılıyor film, ama çok geçmeden önceki yüzyıla dönüyor, özellikle de 70’lerin Hollywood’una. Ki, bu da kara bir toz bulutu gibi çöküyor kahramanların üzerine. Cooper, Altman, Casssavetes ve Malick gibi yönetmenlerden alıntılar yapıyor, ancak şüphesiz ki, geri plandaki en büyük gölge Michael Cimino’nun Avcı’sına (1978) ait. Umutsuz, çelik-şehri dizaynı, suskun puskun adamlar arasındaki gerilimler ve savaş yorgunu gönüllünün ölümcül bir spora kendini adamış hali. (Rus ruletinden ziyade dağ tırmanışına merak)
Üstelik Christian Bale’in arz-ı endam ettiği, görkemli bir canavara hayran kaldığı Cimino’nun temasına reverans yapan bir plan bile var filmde. Psikotik Harlan DeGroat’u (Woody Harrelson) ilk görüşümüzde de yazlık sinemada Dehşet Treni (2008) oynuyor. Kız arkadaşına ve patronuna saldırdığı sahnede de biraz Deliverence (1972) havası mevcut.
Görüntü Yönetmeni Masanobu Takayanagi, gururla sarıldığı 35mm kamerasıyla retro havasını güçlendiriyor, iç burkucu bir nostaljiye sürüklüyor kurguyu. Vietnam’dan Irak’a savaşlar değişmiş olabilir, ama onurlu savaşın şekli hep aynı demek istiyor adeta.
Orijinalitesi tartışıla dursun, komik şekilde maço olan film, yine de yükü oyunculukların sırtlamasına izin vererek yerinde bir karar vermiş yönetmen. Bale muazzam, duygularını sürekli kontrol altında tutmaya çalışıyor, muhtemelen performansı derin bir acı ve pişmanlık kuyusundan damıtılmış.
Willem Dafoe da aynı şekilde son derece kararlı adımlarla etkisi altında alıyor seyirciyi. Sam Shepard ve Forest Whitaker gibi yardımcı roller de güzel bir tat bırakıyor damaklarda. Casey Affleck, zamanın ötesinde bir karakter gibi görünüyor her daim.
Savaşın, yokluğun, çaresizliğin zifte, katrana buladığı karanlık bir dünya gözlerimizin önündeki. Tüketim toplumunun varolan düzeni ve çarpıklığını yaşatmada nasıl büyük bir rol oynadığını da gözler önüne seriyor film. Bahislerin, para ve çıkar kavgasının şekillendirdiği yaşamların zalim de olsa zulüm gören de, aslında birbirinden pek de farklı olmadığını, aynı çarkın dişlileri arasında yontulmaya mahkum olduğunu da vurguluyor.
Hikayenin kusurlu melodramatik entrikalara kaymaya başladığı noktada, çok aşina olduğumuz insani duygularla sarmalanıyoruz ve ayaklarımızın yere basması sağlanıyor. Bizler de yumrukları çılgınca çarpan bir kalple, maçoluğu da hüzünlü melodik namelerle karşılıyoruz. (ZGŞ/AS)