yıllar önceydi; günü, yaşadıklarımızı düşünürken, muhtemelen de küçük bir olaydan etkilendiğim için olmalı, ara ara olduğu gibi bir film hikâyesi geldi aklıma. bölüm bölüm yazdım o konuda aklıma gelenleri, ama birleştirip bir film “sinopsisi”ne dönüştüremedim.
hikâyemde bir gerilla lideri dağdan aşağıya iniyordu. savaştıkları hükümet kuvvetlerinin komutanıyla görüşmek, barış yolunu açmak, “daha çok kanın akmasını engellemek” için.
her türlü riski göze almıştı lider! gidecek, görüşecek ve bitirecektir bu savaşı. artık gerçek ortaya çıkmış, yeterince kuvvetli bir şekilde dile getirmese de herkes görmüştür. artık iki taraftan da daha çok insanın ölmesinin bir anlamı yoktur.
uzun ve zorlu bir yolculuktur bu iniş, görüşme, uzlaşma ve dönüş. ama gerçekleşmelidir. bir şeyler ters giderse sonuçta dökülecek kan yalnızca kendi kanıdır, onu göze alır. doğumu çok yaklaşan ama karnında ters duran bir bebeğin olduğu bir kadın bu yolculukta ona eşlik eder. birlikte geçirirler yolculuğun büyük bölümünü. lider kadın olmanın yükünün büyüklüğünü bir kez daha o yaşama mücadelesi içinde görür anlar. zaman zaman çatışsalar da, birbirlerinden başka şeyler de öğrenirler o yolculuk boyunca!
sonunda görüşme gerçekleşir ve kanın akmaması için ne yapılması gerekiyorsa karar verilir. gerilla lideri dönerken yol daha bir kolaydır. anlaşma yüzünden kendisini güvenlik içinde saymaktadır nasıl olsa! bir otobüse biner, sırtladığı yükün büyük bölümünü atmıştır bu görüşmeyle, daha rahattır. bir çocuk gibi uyur otobüsteki koltuğunda.
sonra bir düş görür: düşünde birlikte gittiği kadının doğurduğu kız çocuğu okul çağına gelmiştir. bir sınıfta ve tahta başındadır. kendi anadilinde “kadın” sözcüğünü yazar tahtaya. bekler, geri döner bakar; sonra da “hayat”...
uykusunda gülümser lider... o kıza doğru. mutludur. hemen değilse de attığı bu maya tutacaktır. o sırada bir patlama olur. artık otobüs de içindekiler de yoktur... kapkara bir karanlık her yeri, yok etmiştir. perde de karanlıktır. sonra o kapkara perde de bir yazı belirir: hemen ardından perdenin altındaki çeviride “yedi yıl sonra” yazar. ardından gelen ilk sahnede de yine bir kız çocuğu vardır. yine bir sınıftadır arkadaşlarının arasında sırasından yavaşça kalkar ve tahtanın önüne doğru gider; önce “kadın”, sonra “hayat” yazar. bu kez ikinci sözcüğü yazdıktan sonra döner geriye bakar ve gülümser. gerilla liderinin gülümsemesine benziyordur, gülüşü. yüzünde o gülüş, görüntü donar! film biter.
“tembelliğimin” dışında bunları o zaman yazmayışımın nedenlerinden birisi kimsenin böyle bir filmi çekemeyeceğini düşüncesiydi aslında. çünkü o güne kadar bu ülkede değil bir filme konu etmek, “gerilla” lafının söylenmesi bile suç sayılırdı.
“jîn” filmi
“jîn” filmini bilmem kaç kişi izledi bugüne kadar? vizyona girdiği sırada izleyerek ben de izleyenler kaç kişi ise onların arasına katıldım.
izlemeden önce duyduğum kadarıyla, iyi kötü, doğru yanlış, bir çok şey söyleniyordu film hakkında. izledikten sonra yazılanları da okudum. kimine katıldım, kimine katılmadım.
filmi izlememiş olanlara filmin sitesinde yazılı olan sinopsisi özetlemek belki bu söylenenleri değerlendirme konusunda en azından yönetmenin filmi yaparken ne düşündüğünü anlamak bakımından yararlı olabilir:
jîn, 17 yaşlarında, hayata katılmak için çıkışları zorlayan ve bu yolda karanlık ormanları cesurca aşmaya çalışan, sanki bir ‘kırmızı başlıklı kız’dır.
film, jîn’in bilmediğimiz bir nedenle, dağdaki silahlı bir örgütten kaçmasıyla başlar. hem kaçtığı örgüt elemanlarından, hem de kolluk kuvvetlerinden gizlenerek, dağlarda, ormanlarda yapayalnız günler ve geceler geçirir. amacı bir büyük şehre, hayata, belki de hiç görüp bilmediği büyük dünyaların hayallerine ulaşmaktır.
küçük ama dayanıklı vücudu, taze ama güçlü iradesiyle kendine doğanın ürkütücü karanlığı ve vahşiliğinde yer açmayı başarır. çatışmaların ortasında kalır, üzerine açılan ateşlerden cesurca korunmayı bilir, korkar, üşür, karnını doyurur. ona en büyük gücü ve teselliyi, belki benzer tehditler altında beraber saf tuttuğu hayvanlar verir. bir bombardımandan korunmak için bir ayıyla bir ini paylaşır, bir geyikle dayanışır, yaralı bir eşeği tedavi eder, yumurtasını yediği bir vahşi kuşla anlaşır, bir vaşak tarafından teselli edilir, bir yılan tarafından uyarılır, bir at tarafından korunmaya çalışılır... sonunda elde ettiği sivil giysilerle dağdan iner.
ancak onun için ova dağdan daha tehlikeli, daha tehditkar ve daha can yakıcıdır. ne kadar uğraşsa ve çırpınsa da gittikçe daralan çemberden çıkıp hayalini kurduğu yere(?) bir türlü varamaz. küçük narin vücudu gibi kalbi de ağır yaralar almaya devam eder. büyük bir hayal kırıklığıyla dağlara, yalnızlığına geri döner. doğanın içine, melankolik, uzanır. yine bombaların ve kurşunların altında, devrilen ağaçların, parçalanan hayvanların arasına sıkışır. artık isyanı çaresizliğe dönüşmüştür.
bu çıkışsız yolda, yaralı bedenini ve kalbini kucaklayacak, ağaçlar ve hayvanlardan başka kimsesi yoktur.
bir sürü acemiliği içinde barındırmasına karşın yine de güzel bir film. bir kaçış ya da daha doğrusu “kaçamama” hikâyesi aslında. izlerken “jîn/leyla” ile bu süreç birlikte yaşanılıyor, ona, arkadaşlarına ve savaştıklarına belirli sempati/empati ile yaklaşılması sağlanıyor.
kısacası pek çok açıdan”cesur” bir film “jîn” ve filmin yönetmeni reha erdem’in sinema yaşamında bence dönüm noktalarından birisi.
“jîn”in çığlığı
filmden çıkınca aklımda iki şey vardı. birincisi filmin sonundaki “çığlık”tı. diğeri de bu filmde kılığı, kıyafeti, silahı, yapmaya çalıştıkları, yaptıkları ve yaşadıklarıyla “gerilla”ların gösterilmesiydi.
pınar doğu da farklı bir yönden ele alarak, t24’teki “jîn'in çığlığı” başlıklı yazısında yazdı bu çığlığı.
çığlık da, onu duymak da çok önemli. hem ses, hem de anlam olarak. üstelik bence filmin en politik tavrı da bu. bu çığlık aynı zamanda bu çığlık bu beklemeye karşı da çok ciddi ve kuvvetli bir tepki. o çığlığı “jîn” attı, tam ölürken, ama bence çıkardığı ses yalnız onun sesi değildi. bu konuyla ilgili, bu konudan etkilenen herkesin sesiydi bence. gerillanın duymadığımız sesiydi, başta “jîn” olmak üzere, tüm “jin”de simgeleşen tüm “kadın”ların sesiydi; oğlunu, kızını, eşini, kardeşini, babasını, anasını kaybedenlerin, cinsi, ırkı, dili, dini ne olursa olsun. bence o çığlık bu süreçte yaşananlara karşı duyulmayan, çıkarılmayan bir çığlıktı.
bu çığlık aynı zamanda, herhangi bir yolla, en çok da sessizliğiyle, sessiz kalışlarıyla “çığlık atanların” sesiydi. dağın, taşın, kurdun kuşun, ağacın, otun, kökün, dökülmüş yaprağın kısacası “hayat”ın sesiydi ve hepsi bence o seste bunların hepsi birleşerek o “çığlığı” meydana getiriyorlardı.
bu çığlığı duymak için elli bin insanın ölümünü beklemek gerekmiyordu kuşkusuz. dahası o çığlığı sürekli duymak ve duyurmak gerekiyor bu coğrafyada ve dünyada, gerçekten ve sürekli bir barış gelene kadar!
ama çığlığı duymak da yetmiyor bence. o çığlığın öncesinde tüm film boyunca ve aslında yaşamın tümünde belirleyici unsur olan “sessizliği” de duymak ve anlamak gerekiyor.
kadınların doğal yetileriyle çok daha iyi anladıkları ve kullandıklarını düşündüğüm bu “sessizliğin” yaşamın her anında varolduğunu göstermesi de filmin bence önemli bir başka özelliği. üstelik bunun yine bir kadın üzerinden ve onun tutumuyla anlatılmış olması, tıpkı çığlıklar, tıpkı sesler gibi “sessizliği duyma” konusunda da “eksik” olan, erkeklere ve egemenlere çok şey anlatıyor, eğer fark edebilirlerse...
şu anda da gerçekten duyuyor muyuz bundan çok emin değilim; ama eğer duymuyorsak en azından bu çığlığı ve onun öncesi ve sonrasındaki “sessizliği” artık duymalıyız!
gerillanın gösterilmesi
eğer yanlış bilmiyorsam türkiye’de çekilmiş ve yapılmış bir filmde ilk kez “gerilla” bu filmde olduğu gibi bir “insan”, bir “kadın” olarak onu niteleyen sıfat olarak değil de o sıfatı taşıyan varlık olarak anlatılıyor.
bende kalan ikinci iz de bu! üstelik bunu bir “türk”ün anlaması ve anlatması çok önemli. birçoklarının dediği gibi “tarafsız” ve onu oluşturan politikaya girmeden anlatmış olması da bendeki bu “iz”in önemini, anlamını ve değerini azaltmıyor. “insan”dan yana olmak taraf olmak ve politika yapmaktır da onun için!
barış sürecinde barışma amacıyla karşısına oturup konuştuğuna hâlâ “terörist” denilen bir ülkede, amaç, hedef ve yaptıklarına katılırsınız ya da katılmazsınız ama kendilerine göre özgürlükleri ve idealleri için mücadele edenleri, kendileri için yaptıkları tanım çerçevesinde göstermek oldukça önemli bir aşama. yıllar önce aklımdan geçenleri perdede görmek bu yüzden de beni çok etkiledi sanırım.
eleştirmeden önce varlığını kabul etmek, nefret söylemiyle değil, anlamaya çalışarak yaklaşmak, durumu tüm nesnelliği ile algılamak, yaşama ve tabi ölüme dair karar verecek olanların belki de en önce yapması gereken tavırların başında geliyor kanımca. bunlar yapılmadan da barışın gerçek anlamda gelmeyeceği çok açık.
bunu politikacıların ve o politikaları uygulayanların yapmasından çok daha önce sanatçıların yapması da, sanatın ve sanatçının gerçek rol ve işlevini göstermesi bakımından önemli.
bu filmden sonra benzer başkalarının da yapılacağını, bu sözcüğün de yalnızca belirli bir kesimde değil her yerde gündelik yaşamın içine gireceğini düşünmek güzle bir duygu.
üstelik de onun söylendiği sırada bu sözcüğün kullanılma gereğinin artık ortadan kalktığı bir noktaya gelinme olasılığı da çok daha önemli.
çünkü “gerilla” sözcüğü de son kerte de tıpkı “asker” gibi “savaş ve ölüm” sözcüklerinin öncülü. savaş ve ölüm olasılığının ortadan kalkması ise çok güzel, insani bir tutum ve “yaşamın üstünlüğü”nü ortaya koyan bir gerçeklik.
dil, kadın ve hayat
bu ülkede çok uzun yıllar “kürtçe” bir dil olarak kabul edilmedi. aslında sürecin böyle acılı olmasının nedenlerinden birisi de bence bu. insanları kendi dillerinde geliştirdikleri kendi kavramlarıyla anlamazsanız onları gerçek anlamda anlamak olanaklı değildir. kendi dillerinde konuşamayanlar da kendilerini tam olarak anlatamazlar hiçbir zaman!
türkiye cumhuriyeti kürtleri de kürtçeyi de yok saydı ve dolayısıyla hepsini “türk” saydığı yurttaşlarının böyle bir etnik yapıdan ve dilden haberdar olmalarını istemedi, dolayısıyla da öğretmedi, öğrenilmesine izin vermedi. öğrenilmediği, bilinmediği için de o dil de konuşanlar da azımsandı, küçümsendi.
böyle olduğu için de bu ülkenin çoğunluğu “kürtleri” de “kürtçeyi” de bir gerçeklik olarak görmedi son yıllara kadar. oysa bu dil öğrenilseydi, anlaşılsaydı fark edilecekti kürt insanı da kültürü de.
filmle ilgili bir yazıda belirtildiği gibi, bu dilde bir harfin üzerine konulan bir işaretin, ya da o işaretle anlatılan sesin, “kadın”ı “hayat”a ya da “hayat”ı “kadın”a dönüştürdüğü daha önce öğrenilebilseydi, bu dili konuşanlar da, dilin ardındaki kültür de, kültürün içerdiği yaşama ve insana bakıştaki felsefe de çok daha iyi ve doğru bilinebilir, dolayısıyla her şey çok daha farklı olabilirdi bu coğrafyada!
filmle ve anlattıklarıyla ilgili olarak son söz olarak “ekşi sözlük”te karşılaştığım kendisine “dolls” adını alan yazarın şu sözlerini sizlerle paylaşayım. çünkü filmi en güzel anlatan tanımlamalardan birisi de belki de burada anlatılanlar:
“renkleri öyle göz alıcı ki jin’in. öyle güzel ve öyle belirgin ki; ağaçların rengi, gökyüzünün rengi, taşların rengi, geyiğin rengi, ekmeğin rengi, jin’in yazmasının rengi, üzerine geçirdiği elbiselerin rengi, sesinin rengi, ellerinin rengi, nefesinin rengi, adımlarının rengi, suyun rengi, ayın rengi, gecenin rengi...
“gerçek olamayacak kadar canlı” diyor insan, bu manzaraya baktıkça. gerçek dünya bu kadar renkli değil çünkü, bu kadar cıvıl cıvıl değil, bu kadar doğal değil, bu kadar sakin değil. insanın elinin değdiği hiçbir yer bu kadar “hayatta” kalamaz; yavaş yavaş ölüm, yıkım, gürültü, ve acı işler içine elbet. sindiği her yeri yakıp yıkan, dokunduğu tüm renkleri solduran, canlı cansız her şeyi yerinden oynatan, kulakları sağır eden bir gerçeklik var dış dünyada çünkü. üzerindeki renksiz üniformayı çıkarıp en güzel renklerini kuşanan jin’i de solduran, diğer tarafa geçmeyi her deneyişinde yüzüne tokat gibi inen, onu bir türlü içeri almayan, kırılan kanatlarını mavi bir yeleğe ve yok olan umutlarını içine giydiği dantelli taytına gizlemesine sebep olan… hep aynı gerçeklik işte.
anlatılan bu renkler yalnız “jîn”de yok, “hayat”ta da var!
o renkleri görelim duyalım ve koruyalım. yaşam da ancak o zaman korunmuş olur çünkü! (ms/as)