Emre Arolat'ın"Musibet" isimli sergisine doğru yürürken düşünmemek elde değil. Adhokrasi sergisinde kentsel dönüşüm projeleri gökdelenler gibi yükseliyordu göğe. Her birinin gölgesi düşmüştü parsellenmiş İstanbul haritasının üzerine. Ataşehir Finans Merkezi, Çamlıca Camii, Haliç Metro Köprüsü, Taksim Projesi... OpenUrban "Şehrinin geleceğini haritala ve tartış!"diyerek seslenmiş bizlere, şehirleri asıl değiştirenin şehirde yaşayan insanlar olduğunu hatırlatarak.
Biliyoruz ki bu "Musibet" ansızın gelmedi başımıza. Şehirleşme hikâyemiz 50'lerle başlar, 80'lerde plansızlığın ve derme çatmalığın üstüne yeni kaçak binalar dikilir, 2000'leri yaşadığımız bu günlerde ise musibetlerin en musibetini yaşıyoruz sadece. Dinamitleyerek yıkıyoruz yeniden yapmak için koca bir şehri. Önümüzdeki yıllarda kanser belasını katlayarak başımıza bela edecek asbestler savruluyor etrafa bina yıkıntılarından, ansızın gelen deprem gibi çaresizce evlerinin yıkılışını izliyor insanlar... "Orada Hayat Var mı?" soran yok! Yıkımı planlayanlar sormuyor da yeniden yapacak olanlardan bazıları, çok azı, "Durun!" diyemese de bir şeyler anlatmaya, yapmaya çalışıyor. Şehirde yaşayanların hafızasının silinip şehrin kimliksizleşmeye doğru gittiğini gördükçe...
İşte "Musibet" Emre Arolat'ın küratörlüğünde Adhokrasi sergisinde tanıştığımız namı diğer saat hırsızları gibi tamir etmeye çalışarak kusurları seriyor bir bir önümüze... Sergi için özel olarak oluşturulmuş binlerce kilometrekare alanda 165 tasarımcı ve mimar tarafından hazırlanmış 30'un üzerinde proje anlatmaya, göstermeye, olması gerekeni hep birlikte anlamaya, tasarlamaya ve yapmaya çalışıyor... Bu sergi için İstanbul Modern'in sanat eseri merdivenlerinden inebilecek en çok sayıda insan inmeli.
Karşılaşma
Merdivenlerden indiğimizde bizi karşılayan Adil Kebap Dürüm'ün inşaatı tamamlanmış gecekondusu oldu. İnşaatı tamamlanmış diyoruz çünkü sergiye daha önce gelenler bir gecekondu ustası olan Adil Tekirdağ'ı çekiç ve çivi sesleri eşliğinde ustalığını konuştururken gördüler, ama bu kez bir gecekondu mahallesinde değil bir galeride...
Gecekondular yükselip apartman olurken bir zamanların ekmek teknesi, işlevini tamamlayıp çekiliyor tarih sahnesinden; ama işte kente tutunmanın simgeleri olarak unutulmasınlar diye kentin modern sanat müzesinde yeniden kuruluyorlar. Kentin eski gurbetçisi Adil Tekirdağ kendinden sonra gelenlere devredebildi belki yoksulluğu, ama 2000'leri yaşadığımız bu günlerde tutunmak artık daha zor. Yeni gelenler devredilemeyen bir yoksullukla baş başa yıkılıp yıkılıp duran derme çatma hayatlarından geri kalanları toplamaya çalışıyorlar. İşte burada devredilemeyen yoksullukla da karşılaşacağız, ancak bu kez "Musibet"in asıl yüzünü gösterdiği yer olan kara perdelerin ardında.
İçeri girmeden önce şöyle bir çevrenizi araştırırken hemen merdivenlerin yanı başında gördüğünüz beyaz şemsiyeler sizi "Play The City"nin hazırladığı oyunlaştırılmış bir ankete çağırıyor. İstanbul kartlarınızı kullanarak interaktif bir kent enstalasyonunun içinde buluyorsunuz kendinizi. "Ben başkan olsam" adlı kent yönetim anketine katılarak kentsel sorunlara karşı ne kadar hazırlıklı, duyarlı ve de kimler için iyi bir başkan olduğunuzu veya olacağınızı keşfedebilirsiniz.
Ancak dikkat! Yaşadığımız; deprem, içme suyu, trafik, ulaşım, enerji, yatırım... gibi kentsel sorunlara karşı çözüm senaryolarınız sizi pragmatik, halkçı, küreselci... vb. yapabilir. Bu anket, tasarım tekelini, yönetim tekelini veya her şeyin tekelini elinde tuttuğunu düşünenler olsa da ve dönüp bize sormasalar da, kendi sorumluluğumuzu kendimize hatırlatmak, sorunlar hakkında düşünmek için iyi bir başlangıç olabilir.
İşte biraz ileride kentsel dönüşüm mimarlarının kentin tüm aktörleri içinde denge tutturmaya çalışırken düştüğü halleri ve aslında her koşulda içinde yer alarak veya dışında kalarak nasıl da meydanı güçlü tekellere bıraktıklarını anlatan "Töztepe"nin ışıklı panoları görünüyor. Kentsel dönüşüm hikâyesini bir de Töztepe'nin çizgi roman şeklinde Türkçe-İngilizce olarak hazırlanmış kitapçıklarından okumak için birer tane alabilirsiniz.
Hemen yanı başında Tasarım Bienali'nin sunum videosu izlenebiliyor. Bu videoyu internetten de izleyebileceğimiz için biz doğrudan kara perdeye doğru ilerledik.
Kara perde aralanıyor
Perdeyi araladığınızda artık karanlığa geçiş yapıp demir parmaklıklı hapishane kapısından içeri giriyorsunuz. Bu düzenlemeyle sonsuz mavilikteki gökyüzünün altında bir yerlerde sınırların, kentlerin, duvarların içinde dolanıp duruyoruz da, "ne kadar özgürüz" düşüncesinin ustaca takılması sağlanıyor tabii karanlığın içinde insanın kafasına.
Ortama hâkim olan karanlığın içine dalmanızla birlikte aynı anda duyduğunuz kokuyu çözümlemeye çalışıyorsunuz. "Kokusal Gelecekler" projesiyle görsel olmayan bir tasarım anlayışının ürünü olarak, parfüm tasarımcısı ve kimyager Christophe Laudamiel, Bienale sunulmak üzere İstanbul için iki ayrı koku tasarlamış. Boğaz ve Pembe Gül-Beyaz Gardenya, geziniz boyunca farklı saatlerde rehberlik edecek size.
Hala demir kapının eşiğindesiniz. Karanlık dar koridorlar boyunca yolunuzu kaybetme endişesiyle birlikte şehrin kokusu ve karışık sesleri; çığlıklar, anonslar, arabesk müzik, inşaat, tramvay sesleri... Hepsi aynı anda hücum ediyor algılarınıza. Hızla bir nefes çekip ilk odaya dalıyorsunuz. Zira projelerin sergilendiği gezilecek 28 ayrı oda daha var.
Birden giysiler ve ayakkabılardan oluşan bir renk cümbüşü karşılıyor sizi. Giysi takasının yapıldığı, dolayısıyla çağımızda var olmayan bir yer burası. İhtiyaçlarımızla, diğer insanlarla, alışverişle aramıza para girip de biz birbirimize ve her şeye bu kadar yabancılaşmadan önce atalarımız yapıyordu alışverişin en doğrusunu, dolayısıyla en güzelini belki de.
"Giysi Takası" sergisini hazırlayan Hasan Cenk Dereli, Nazlı Ödevci ve Fulya Tekin bu projeyle geçicilik ve tüketim alışkanlıklarının bir sembolü olarak moda üzerinden tüketim kültürünü sorguluyor ve "yapıların ya da kent parçalarının tedavülden kaldırılıp yerine yenilerinin yapıldığı spekülatif emlak üretimine alternatif olarak, halihazır yapı stokunun yeni kullanım potansiyellerinin değerlendirildiği bir sürdürebilirlik anlayışını tartışmaya açıyorlar." Arkadaşlarınızı saymazsak belki de ömrünüzde giysi takası yapabileceğiniz tek yer burası.
Sıradaki odada tasarım objesi haline dönüşmüş beyaz bir koltuk oturmaya çağırıyor sizi ama belli ki evini bulamamış, sergilendiği yerde de mahzun. Can Yalman "Meydandaki Tepki" ismini verdiği bu projesiyle ikonlaşmış "tasarım objesi" ile kentteki gündelik hayat arasında cereyan edebilecek ilişkileri araştırmış. Biraz durup videoları izlediğinizde görüyorsunuz ki İstanbul'da gidilmedik yer bırakmayan, Kadıköy, Taksim, Eminönü ve Bebek'i dolaşan bu havalı koltuk en çok çocukları eğlendirmiş.
Koltuğu beyaz yalnızlığı ile baş başa bırakıp paralel bir evrene geçiyoruz. Burası gazetelerin, televizyonların, faks makinelerinin durmaksızın haber geçtiği medya dünyası. Herkes için Mimarlık-HİM, Korhan Gümüş'ün danışmanlığında hazırladığı "Söz" isimli projeyle kentsel dönüşüm ile medya arasındaki bağlantıyı sorguluyor ve kentsel dönüşümün yarattığı tahribatın kamuoyuna doğru biçimde ve ötekileştirilmeden yansıtılmasının medyanın bir sorumluluğu olduğunu vurguluyor.
"Deplase" isimli proje toplumsal bellek kaybının farklı durumlarını anlatan çarpıcı iki filmle çıkıyor karşınıza. Özden Demir'in "Net 17950" adlı filmi yıkıntılara moloz gözüyle değil de, kentin biriken hikâyeleri, belleği gözüyle bakınca değerinin kilogram hesabıyla ölçülemeyeceğini anlatıyor. Moloz ve hafriyat yığını içinde nefes alan hikâyeler, türlü çeşit sesler, fotoğraflar, eşyalar, anılar... "Adequate" isimli filmde Sinem Serap Duran bu sefer küçük çocuklarıyla birlikte 3 kişilik bir ailenin kocaman bir ticaret merkezinin katlarından birinde süren günlük yaşam rutinine çekiyor sizi. Yerleri değişenlerin her defasında yaşadıkları yerle yeniden aidiyet kurma çabaları, kentlinin bitmek bilmeyen çilesi olarak sorgulanıyor.
Çile her yerde aynı çile. Esra Akcan'ın "Kentsel Yenileme ve İlgili Memnuniyetsizlikler: Kreuzberg-IBA'84-87" araştırmasıyla bu kez Almanya'nın kentsel dönüşümüne kapı açılıyor. Kentsel dönüşümün yarattığı toplumsal travmaları işleyen bu kapsamlı araştırma Kreuzberg'in kentsel yenilenmesini sadece mimarlara, politika üreticilerine değil göçmen kullanıcılara da söz vererek tartışıyor. Tarihi Kreuzberg semtinin nüfusunun yarısını Türkiye'den göç etmiş işçiler oluşturuyor. Söz konusu olan Türk işçiler olunca IBA binalarının üzerinin uydu antenlerle kaplanması kaçınılmaz. Alman devleti uydu anten izni için 1993'te bilgi edinme özgürlüğü anayasal hakkının bir parçası olarak kanuni izin çıkartmak zorunda kalıyor. "Bilginin Özgürlüğü" çalışması IBA binaları üzerindeki uydu anten fotoğraflarını büyük bir çanak anten üzerinde bir araya getirerek geçmişi yeniden canlandırıyor.
İstanbul'un dönemler boyunca kılıktan kılığa bürünme hikâyesini ise Ebru Salah'ın "İstanbul: Kentsel Kılık"projesiyle görmek mümkün. Daha önce hiç bir kent haritasını moda tasarımının üretim kavramlarıyla okudunuz mu? Ya da bir giysi gibi tasarlanmış bir İstanbul haritası gördünüz mü? Ebru Salah, kentsel mekanı bölen çevre yollarını kesme, iki yakayı birleştiren köprüler ve vapur hatlarını dikme, büyük kentsel dönüşüm projelerini yama, kentsel yoğunlaşmanın olduğu rant alanlarını katlama ve standart yapılaşma alanlarını kalıp olarak okuyor. Ve doğrusu kentsel tasarım ve moda tasarım kavramlarını birbiriyle bu denli örtüştürerek hayli isabetli bir analoji kuruyor.
Ah İstanbul! Koca kent, ardına bile bakmadan hızla koşarken metropol kent olmaya, dön bir bak senden önce büyüyenlere, bak da bir soluklan, nefes al, metropol olmak demek ne demek bak da gör diyor "Üç Küresel Metropol: Los Angeles, Şanghay, Kahire" isimli projesiyle Cemal Emdem. Birbirinden farklı coğrafyalarda birbirinden farklı kentsel dinamiklerle şekillenmiş bu üç şehir içinde belki de en etkileyicisi Kahire anlatımı: "Kahire yoksulların metropolü. Varlıklıların sokakları yoksullara terk ettiği, gözüktüğünden bile çok daha karmaşık ve türdeşlik yoksunu bir yerleşme. Sanki biraz zorlansa dağılıverecek, katastrofik bir yıkıma uğrayacakmış gibi duruyor. Diğer ikisinde de müthiş bir keskinlikte olduğu bilinen gelir dağılımı eşitsizliklerini, onlarda çok daha zor okunan bu gerçeği, apaçık bir dürüstlükle yansıtıyor. Ortaçağ'daki ünvanı "ummü'd dünya" (dünyanın anası) olan bu metropol, o sıfatı hala her yerden çok hak ediyor. Güncel dünyayı kavramak için gürbüz çocuklarına değil de bu pasaklı anaya bakmak gerekiyor."
Hala Al-Ani'nin "Konut Tipolojileri" isimli projesinde ise bir başka kent Dubai, postmodern imitasyon, spekülasyon ve similasyon kültürünün paradigmatik kenti olarak adlandırılıyor. Hala Al-Ani, yakın tarihlerde Dubai'nin üst sınıfları için inşa edilen konutları ele alıyor. Tarihsel mimari stillerin referans alındığı bu "villalar" kayıp ya da yakalanması mümkün olmayan bir kimliği arayan serbest doğaçlamalar olarak görülürken, bizde de son dönemlerde Selçuklu, Osmanlı mimarisinden özenilerek yapılan binaları düşünmemek elde değil.
Bir yanda Selçuklu mimarisiyle kurulan yeni şehirler, diğer yanda göğe yükselen rezidanslar eşliğinde son yılların yeni sorusu "İstanbul silueti bozuluyor mu" geliyor akla. Bozulsun, ama algılar da bozulsun. "Dikkat kırılabilir!" uyarısıyla girip de kırık parçaları bütünleştirdiğinizde bir İstanbul silueti ile karşılaştığınızda doğal olarak gördüğünüzü sorgulamadığınız o eski durum değişiyor.
Ceren Balkır Övünç ve Elif Kendir B. sizi rüyasız bir uyku halinden uyandırıyor "Olağanaltı: İstanbul İçin Anaformik bir Manifesto" isimli projeleriyle. Bundan sonra üzerinde İstanbul silueti bulunduran bir tişörtü giymek, hele hele şehrin binalarında, köprülerinde, billboardlarında sürekli her yerde karşınıza çıkan bu olağanlaşmış satış malzemesini görmek iyiden iyiye tahammül edilemez olacak. Kenti fütursuzca yağmalayan "yeni dönüşüm projeleri"nde, "rant merkezli şehircilik için gerekli spekülasyon zeminini ancak "olağanüstü" projeler oluşturabiliyor. Biz kenti metalaştıran, kentsel dokuyu sıraya dizilmiş görünüm bölgeleri olarak algılayan iki boyutlu şehircilik anlayışına karşı, gündelik yaşamda gözümüzden kaçan, karmaşık kentsel ilişkilere dikkat çeken, kırılgan ve tarif edilmesi kolay olmayan bir kent yaşantısını, olağanaltı'nı öneriyoruz."
Farklı açılardan baktığınızda İstanbul siluetinin içine yerleşen karmaşıklaşmış ilişkileri daha yakından görebileceğiniz, yaşayan kenti duyumsayabileceğiniz bir başka çalışma da "40 Nasihat Made in İstanbul". Kolektif bir proje olarak 40 Nasihat, kentin ürettiği öğreten durumlar üzerine bir derleme oluşturuyor. "Nasihat avcılarının" topladığı, tamamıyla İstanbul yapımı olan bu kent nasihatleri çeşit çeşit. Şehrin bir parçası olarak görüyorsak eğer kendimizi, bu kentsel manzaralara bakıp da geçmek olmaz tabii, birkaçına daha yakından bakalım:
Renkli Dublajlı adlı çalışmada gri kepenklerden içi sıkılan zevkli bir Perşembe Pazarı esnafı, dükkânın önünde kesişen iki sokağı elindeki malzemelerle bezemiş. Bu kentsel dövme, dükkân sahibinin hem sattığı malzemeleri hem de sadece kendi inisiyatifiyle yaşadığı çevreyi güzelleştirme talebini teşhir ediyor. Deveye Hendek Atlatmak'ta şaşmamak elde değil. Eğer yamaçta bir evin, bir de araban varsa, garajını çatının üstüne yapıverirsin. (Pınar Mahallesi) Keyif Benim Köy Mehmet Ağa'nın, sokağın ne kadar sahiplenirsen o kadar senin olabildiğinin ispatı.. Bir kentli Galata köprüsü üzerinde bir köşeyi getirdiği barok berjer bir koltukla, pek çok genel müdürü kıskandıracak bir ofise dönüştürmüş, misafir bile ağırlıyor.
Bienalin yıldızlaşan projelerinden bahsetmiştik, onlardan biri de "Musibet" sergisindeki "İstanbul-O-Matik" projesi oldu. Pattu Mimarlık, üzerine bastığınız butonlarla karşınızdaki üç boyutlu büyük ekranda hayal ettiğiniz İstanbul'u şekillendirebileceğiniz interaktif bir oyun tasarlamış. Gerçi son günlerde ortalıkta "tarihi hayal edenlerin değil gerçekleştirenlerin yazacağına" dair veciz sözler dolaşıyor ama bu oyun da zaten, elinde güç olanların isteklerine göre şekillenecek kentlerin neye benzeyeceğinin resmini ayrı ayrı canlandırıyor ve ortaya çıkan görüntüyle güçlü bir eleştirel bakış sunuyor. İstanbul sadece gayrimenkul yatırım ortaklıklarının, TOKİ'nin, politikacıların, turistlerin, yıldız mimarların vs. İstanbul'u mu olacak, yoksa bu oyuna siz de katılacak mısınız?
Son olarak sergideki en etkileyici işlerden biri olan Soundspace'i görerek bitirelim gezimizi. Yaratıcı Fikirler Enstitüsü ve Sertaç Kakı'nın hazırladığı Soundspace için ses yalıtımı yapılmış karanlık, kapkaranlık bir odaya girmeniz gerekiyor. Karanlıktan ve kapalı ortamdan korkuyorsanız çekinebilirsiniz belki ama denemelisiniz, çünkü burada yaşayacağınız deneyim duyularınızı öyle bir açacak ki çevrenizle daha uyumlu bir insan haline geldiğinizi göreceksiniz.
Karanlık koridorlar boyunca duyduğunuz o rahatsızlık veren sesler değil burada duyacağınız sesler. Kentin tüm sesleri, neredeyse tüm sesleri eşliğinde -çünkü martı sesleri unutulmuş- şehrin doğal akışı içinde yaşadığınız, devindiğiniz, nefes aldığınız yerleri gezerken bulacaksınız kendinizi. Hatta belki sizi çıldırtan korna seslerini bile seveceksiniz. Çünkü bu kentte şimdi şu anda süren zaman bizim zamanımız. Ve bu kentin çalışan, üreten insanları olarak hep birlikte mutlu yaşamayı hak ediyoruz.
İnsana dair olan hiçbir ses şehir yıkıntılarının altında kalmasın diyorsanız, İstanbul Tasarım Bienali'nin süren sergilerini gidip mutlaka görün. 13 Ekim'de başlayan I. İstanbul Tasarım Bienal'i 12 Aralık'a kadar devam edecek. (NG/HK)
* Fotoğraflar: Nuray Gönülşen