Bir film düşünün. Düşünün ki filmin çok büyük bir bölümü Kürtçe olsun ve o filmin hem yönetmeni hem de oyuncusu yıllar önce (2001-2002) üniversitelerde "Anadilinde Eğitim" istedi diye okullarından uzaklaştırılan/atılan/hapse atılan öğrencilerden biri olsun ve uzaklaştırıldığı okulun bulunduğu kentte Eskişehir'de düzenlenen 14.Uluslararası Eskişehir Film Festivali'ne filmiyle birlikte gitsin.
Onlar O'nu Kürtçe istedi diye oradan uzaklaştırdı. O, koltuğunun altına sıkıştırdığı Kürtçe filmiyle oraya gitti.
O filmin adı, Zeynel Doğan ve Orhan Eskiköy'ün birlikte yönettiği "Babamın Sesi/Dengê Bavê Min." Film, babasının sesinin kaydedildiği kasetleri arayan bir oğul ile giden oğlunu bekleyen ananın öyküsünü anlatır.
"Babamın Sesi/Dengê Bavê Min" Zeynel Doğan'ın ve annesi Basê Doğan'ın gerçek yaşam öyküsünden yola çıkılarak kaybedilmiş/kaydedilmiş seslere, kelimelere, yüzlere ve geçmişe yönelik bir yolculuğu anlatır. O yolculukta biz, Mehmet'in arayıp da bulamadığı/dinleyemediği babasının sesini dinlerken geçmişte kalmış yüzleri, kelimeleri, acı olayları (Maraş katliamı) ve anası Basê'nin acısını da dinlemiş/izlemiş oluruz.
("Hasan... Oğlum sana Lâlijîn'nin ne olduğunu anlatayım mı? Anneler çocuklarını beşikte yalnız bırakıp gittiğinde çocuklar ağlarsa Lâlijîn diyorlar. Bir de çocuklar göçüp gittiğinde yaşlıları yalnız bıraktıklarında yaşlılar ağlarsa Lâlijîn diyorlar. Bir de senin gibi gidip dönmeyenlerin annesi ağlarsa Lâlijîn diyorlar.")
Her şey Basê'nin (Basê Doğan) doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı Elbistan'a gitmesiyle başlar.
Her şeyin başladığı yer; Maraş/Elbistan.
Maraş/Elbistan'da bir köy... Mevsimlerden sonbahar. Üzerinde siyah mı siyah, simsiyah elbisesiyle bir kadın minibüsten iner. Neden siyah hem de simsiyah bir elbise? Siyah ki ölümün rengi... Siyah ki ağıdın rengi... Siyah ki suskunluğun rengi... Siyah ki yasın rengi... Siyah ki gidenlerden arda kalanların rengi... (Buralarda analar/kadınlar ne de çok siyah mı siyah, simsiyah elbiseler giyer.)
Elinde çantası ile bir kadın. Kadın hem yaşlı, hem de yaslıdır. Film boyunca kadının üzerindeki elbise siyahtır.
Havada rüzgâr vardır, köpek havlamaları duyulur ve kadın elinde çantasıyla yürür. Kimseler yoktur. İnsan ile mekân arasındaki sessiz sözleşmeyi gösterircesine bomboştur her yer. Çünkü buraya kimse uğramaz. Uğrasa bile hemen gitmek ister. Çünkü burada bir zamanlar bildiğimiz ama artık bilmek istemediğimiz "malum sırlar" yaşanmıştır.
Kadın evine girer. Köhnemiş, sıvası dökülmüş evinin içinde dolaşır. Bir şeyler arar sanki. Sesler'dir aradığı... Yüzler'dir aradığı... Kelimeler'dir aradığı... Evini temizlemeye başlar. İnsan ve mekân arasındaki sessiz sözleşme duvardan bir parçanın düşmesi ile bozulur. Duvardan düşen parça ile kadın uyumaya çabaladığı yarım yamalak uykusundan uyanır ve "Hasan..." der. Tek bir sözcük... Tek bir isim... Başka bir şey yok.
(Buralarda analar/kadınlar siyah mı siyah, simsiyah elbiseler giymez sadece. Giden oğulların ve kızlarının sağ salim gelmesi için dilekler de tutulur.) Kadın evden çıkar ertesi gün. Yürür. Üst üste küçük taşların bırakıldığı bir yere gelir. Dileklerini üst üste dizer gibi taşları üst üste dizer ve geri döner. Şehre gelir, yani Elbistan'a.
Sonra Mehmet'i (Zeynel Doğan) görürüz. Diyarbakır'a taşınmışlardır eşi Gülizar (Gülizar Doğan) ile. Eşi Gülizar hamiledir. Eşyaları yerleştirirken çok eski günlerden kalma kasetler bulur Mehmet. Sesler kaydedilmiştir o kasetlere. Sesleri dinler. Tanıdıktır o sesler. Kendi sesidir. Siyah mı siyah, simsiyah elbiseler içindeki anasının sesidir. Giden ve bir daha belki de dön(e)meyecek olan kardeşinin sesidir. O sesler rüyasında kelimelere ve yüzlere dönüşür. Gece rüyanın etkisiyle uyanır. Yanında eşi vardır. Eşi Gülizar'a gece gördüğü rüyayı anlatır. Nereden geldiğini, niçin geldiğini bilmediği, hatırlamak istediği ama hatırlayamadığı sesler Mehmet'i "huzursuz" etmiştir. Çünkü geçmiş düşlere, düşler de şimdiye dönüşmüştür. Ancak bu düşler, bu sesler, bu geçmiş eksiktir. Geçmiş tamamlanmamıştır. Bu tamamlanmamış seslere, düşlere, geçmişe anası Basê'nin Maraş/Elbistan'a gitmiş olması da eklenince Mehmet'in huzursuzluğu daha bir artar.
Mehmet'in bu hali eşinin dikkatini çeker ama bunun için elinden bir şey gelmez. Ve Mehmet içini kemiren huzursuzluğa dayanamayıp Elbistan'a anasını getirmek için gider.
Niçin geldi buralara Mehmet? Nasıl geldi buralara Mehmet? Kim getirdi buralara Mehmet'i? Yoksa hatırlamak/duymak istediği "ses" mi getirdi onu buraya?
("Hasan... Oğlum kengere sormuşlar 'yurdun neresidir?' diye, 'rüzgâr bilirmiş' diye cevap vermiş.")
"Oy Basê Basê..." diye diye çarşıdan eve gelen anasını karşılar Mehmet. Basê giden oğlu Hasan'dan başka bir şey düşünmez, düşünmek istemez. Eve gelen sessiz telefonların da oğlu Hasan'a ait olduğunu inanır Basê. Ve gelen her sessiz telefonda Basê "Oğlu'na", "Hasan'ına" Lâlijîn, Kenger, Pasâri gibi sözcüklerin ne anlama geldiğini Kürtçe anlatır.
Akşam evde televizyon izlerler. Televizyonda "Cabbar kardaş, Cabbar kardaş define burada değil ağacın orasında..." Yılmaz Güney'in bir türlü umudu gerçekleşmeyen Cabbar'ın umutsuzluğunu anlattığı "Umut" filmi vardır. İzlenen film Basê ile Mehmet'in bir türlü gerçekleş(e)meyecek olan "umut"unu yansıtması bakımdan dikkat çekicidir. Çünkü ne Basê'nin oğlu "Hasan"a dair umudu gerçekleşecek ne de Mehmet'in "babasının sesi"ni bulmaya dair umudu gerçekleşecek. Açık olan televizyondan Başbakan Erdoğan'ın Almanya'da söylediği "Asimilasyon bir insanlık suçudur" sözünü de işiteceğiz filmin ilerleyen sahnelerinde.
Mehmet, bir yandan anasını Diyarbakır'a götürmek için çabalar, bir yandan evin bahçesini düzenler anasıyla, bir yandan da onu buraya getiren babasının sesini arar. Bu arayış bazı tartışmaları da beraberinde getirecektir. Anası Basê'ye kendi seslerinin kaydedildiği kasetleri bulduğunu söyler /ama/ babasının gönderdiği kasetlerin nerde olduğunu sorduğunda, anasından cevap alamayacaktır. Anası Basê, babasının seslerini ona nasıl anlatacaktır. Bunları anlatacak kelimeleri nasıl bulacaktır. Bunları yaşamadan, burada yaşanmadan, bu acılara, çaresizliklere tanık olmadan bunları tanımak, tanımlamak, anlatmak mümkün müdür? Hangi sözcük bu gerçekliği, bu çaresizlikleri anlatabilecek? Bunun için Mehmet ne kadar anası Basê'nin dünyasına girmeye çalışsa da pek başarılı olamayacaktır. Çünkü Basê kendi içindeki bütün pencereleri ve kapıları sıkı sık kapatmıştır.
Mehmet babasının sesinin kaydedildiği kasetleri ararken evin bodrum katında saklanılmış kitaplar, eşyalar ve bir sandık görür. Sandığın olduğu yere "Hasan - Güneş 1982" yazısı kazılmıştır. Mehmet sandığı açar. Bir sandığa ne konulmaz ki? Gidenden kalan çoraplar, örülen kazaklar, pantolonlar, ceketler, ayakkabılar... O sandıkta hem geçmiş hem de gelecek saklıdır. O gelecek ki sonsuzluk ve bir gün kadar uzak olsa da yine de saklanır. Mehmet sandıkta eski günlerden kalma gazeteler de bulur. Gazetede geçmişte yaşananlar yazılıdır. Ama asıl yaşanmışlıkları o anları yaşayanlar en iyi bilir. Bir Afrika atasözü ne de güzel anlatır: "Afrika'da bir yaşlı insanın ölmesi bir kütüphanenin yakılmasına benzer." Bir insan neleri neleri biriktirmemiş ki...
Mehmet'i sandığın olduğu yerde gören annesi Mehmet ile tartışır. Mehmet'in "bu eski gazeteleri neden sakladın?" sorusuna yanıt vermez başta. Sonra bize bura(lar)da kimsenin bir daha yaşamak istemeyeceği şeyleri anlatmaya başlar. Eli sopalı, satırlı, silahlı adamlar simsiyah bir günün gündüzünde ve gecesinde geldiler. Öldürdüler... Bunun için buralarda insan ve mekân arasında sessizce bir sözleşme vardır...1979 yılında Maraş'ta tanık olduğu, yaşadığı, unutmadığı ve hiçbir zaman unutamayacakları Mehmet'e anlatırken bize de anlatmıştır Basê.
("Hasan... Oğlum sana Pasâri'nin ne olduğunu anlatayım mı? İnsanlardan kaçanlara, onlardan uzak durana Pasâri derler. Bir de kar kütlelerinin yakınında kar suyu ile büyüyen bir ot vardır. Çok güzel bir ot, biraz acı ama ona Pasâri derler. Bir de senin gibi anasından kaçan insanlara Pasâri derler.")
Sonunda sonbahar da biter. Kış gelir. Yeni bir mevsim. Karlar göğün yedinci katından usulca düşer toprağa. Mehmet ve annesi doğduğu yer olan eve gelirler. Köhnemeye yüz tutmuş evi yeniden düzenlemeye başlarlar. Mehmet sonbahar boyunca kendini gördü, öğrendi, yaşadı ve kendini buldu. Basê, 'Oğlu', 'Hasan'ı' bir gün gelecek diye hala gelen sessiz telefonlara cevap vermekte, ona sözcüklerin anlamını anlatmakta ve bir gün gelecek diye evin kapısını da açık bırakmaktadır. (Buralarda analar/kadınlar siyah mı siyah, simsiyah elbiseler giyip dilekler tutmaz sadece. Giden oğullarının ve kızlarının bir gün geleceğine inandıkları için evlerinin kapısını da açık bırakırlar.)
Filmin ilk sahnesinde uçsuz bucaksız bozkırdaki adamın kim olduğu nereye gittiği belli değildi. Kamera genel plandaydı. Adamın sırtı boşluğa dönüktü ve görünürde ne bir ev ne de bir yerleşim yeri vardı. Sadece uçsuz bucaksız bozkır ve bir ağaç vardı. Sahnenin düzenlenişi de bir "kaybolmuşluk" duygusu vermekteydi.
Filmin son sahnesinde ise "kaybolmuşluk" duygusu yok olur. Sahnenin düzenlenişi bu kez bir "var olmuşluk" duygusu vermektedir. Ağacın yanındaki adamın kim olduğu belli olmuştur. Adam, babasının seslerini arayan Mehmet'tir. İlk sahnedeki kaybolmuşluk duygusu Mehmet'i terk etmiştir artık. Mehmet kendini bulmuştur. Sahip olduğunu hissettiği babasının sesini sırtına almış gibidir. Artık nereye gittiğinin bir önemi yoktur. Geldiği yer daha önemlidir. Geldiği yani ait olduğu yer düşlerine giren ve özlediği babasının seslerinin olduğu yerdir. Ve Mehmet'in babasının sesi, kızı Mori'ye kalan tek şeydir dedesinden.
Filmin Künyesi
Filmin Adı: Babamın Sesi/Dengê Bavê Min
Yönetmen: Orhan Eskiköy, Zeynel Doğan
Senaryo: Orhan Eskiköy
Oyuncular: Basê Doğan (Basê), Zeynel Doğan (Mehmet), Gülizar Doğan (Gülizar)
Görüntü Yönetmeni: Emre Erkmen
Kurgu: Orhan Eskiköy, Çiçek Kahraman
Yıl: 2012
* "Babamın Sesi" filmini doğduğum gün olan 1 Mayıs'ta bana bir "armağan" olarak izlettirdiği için filmin yönetmeni ve oyuncusu Zeynel Doğan'a sonsuz teşekkürler. (KT/IC)