Ve politik olan yazık ki zaman zaman genelin gözünde “kayıtsız” da kalınabilendir. Bu bir lükstür. Ve pek çok insan bu lüksü yaşamayı tercih eder. “Politik olan” can sıkar, baş ağrıtır. Oysa evinde odasına kapanan ergenin derdinden tutun da, keyfi kaçmış evliliklere kadar aslında her şey ‘politiktir’.
Bir dejavu ruhuyla bizi selamlayan yeni totaliter düzenin “teknolojik” versiyonunun binbir şekil ve şemalinden her biridir “politik olan”. Tasması kültürün ve dolayısıyla da tarihin elindedir. Hal böyle olunca dijital dünyanın sakinleri olarak bizim payımıza düşen de renkli mi renkli bir fotoşop tarihidir. Ve elbette fotoşop tarihinin içi seni dışı beni yakan suretlerini anlamaya çalışmakla geçmektedir ömrümüz.
Arada bir kendini ekranda görmenin büyüsünden sıyrılan biz orta yaşlılar için sosyal medya bir nevi cadılar bayramı eğlencesi gibi gözükse de, aslında “yeni cemiyete” uyum sağlamaktan başka çaremiz yoktu. Sanal yaşamın hepimize armağanı olan kendi kuyruğumuz ve aplikasyonlarını öylesine içten sahiplendik ki, yeni mecra hepimizi avucunun içine alıverdi. Buralarda tanıştık buralarda küsüştük. Yazdık, çizdik, beğendik, beğenmedik, yürüdük, düştük, isyan ettik, yok olduk, sarhoş olduk, utandık, öldük, dirildik... Tüm bu hengâme içinde açılır kapanır bir hayat kar kaldı bize.
Kendi çapımızda magazin figürlerine dönüştük. Hepimiz 5 dakikalığına da olsa ünlü olduk. Bazılarımız 6. dakika için canını verebilecek noktaya geldi. Bir kerecik bile denesek müptelası olduğumuz bu zehir (nam-ı ekran, atmosfer yahut plasenta) henüz tarihin sonunu getiremediyse bile insanlığın sonuna dair kehanetleri oldukça çeşitlendirdi. (Dikkat: Buradaki insanlık tamamen bir kasabalının gözündeki insanlıktır. O kasabalı da bu metnin yazarıdır.)
Yanlış anlaşılmasın, geleceğe ilişkin öyle robot korkusu falan yok içimde. Zira yapay zekanın sınırı olsa olsa insanın deliliğinin yüzölçümü kadardır. Robot deliremeyeceğine göre. İnsandan korkmaya devam edelim. Bozuk bir çim biçme makinası gibi mesela. Boşa dönen bir mekanizma. Olanca yıkıcılığıyla “anlamı” (ya da hadi romantize edelim yaşamının gizini) yitiren insanın döne dolaşa can havliyle toslayacağı o sınır ne ola ki bedeninden başka.
“Anlama” ilişkin ve dolayısıyla kendine ilişkin derdi olmayanlar için de arzudan yırtmak diye bir şey söz konusu değildir. Zira günün sonunda insan canlısının hapishanesi bedenidir. Ekrandaki aksine vurulan “bedene aşıklar” bu yazının konusu değildir. Ancak onlar da “politik olan” başka bir tragedyanın kahramanlarıdır.
Biz fotoşop tarihinin bu döneminde Kafka’nın açlık sanatından; Bir Açlık Sanatçısı’ndan bahsetmek istiyoruz. Bedenini kurutan atıl kılan bir pasifistten, kendini “hiçbir şey”e adayan yeminli ergenin öyküsünden bahsediyoruz.
Geçici olmayan ve şimdiki zamanın kurgusu içinde belki de hiç geçmeyecek olan bir hesaplaşmanın vücut bulan formundan, bir beden patolojisinden söz ediyoruz. Dört yanı çevrili ergen, bedenini inceltmeyi ve daha da (ve daha da) seyreltmeyi kendine nihai amaç kılarken aslında benlik bütünlüğünü yitirmekten (kendini kaybetmekten) korkar.
Kadınsı beden üzerinde kurulan incelik ve ölçü despotizmi; imkansız kayıp nesnesinin peşine düşen ergenin her elini attığında yaşadığı hayal kırıklığıyla bütünleştiğinde iç gerçeklik de dış gerçeklik de anlamını yitirir.
Öyle ki o artık bir açlık sanatçısıdır. Sahnesi de kendi bedenidir.
“Çünkü aç kalmak zorundayım ben, başka türlü edemem,” dedi açlık sanatçısı. “Bakın hele,” dedi bekçi, “niye başka türlü edemezmişsin?”
“Çünkü” dedi açlık sanatçısı, ufacık başını biraz kaldırdı ve bir öpüş için büzülmüşe benzeyen dudaklarıyla bekçinin, bir hece bile kaybolmasın diye, tam kulağının içine konuştu:
“Çünkü tadını sevdiğim yemeği bulamadım. Bulsaydım, inan bana, tantana yapmaz, tıkınırdım, senin gibi, herkes gibi.”
Bunlar son sözleri oldu, ama kırgın gözlerinde açlığa devam edeceğinin artık gururlu olmasa da kesin kararı vardı daha.” Kafka (Bir Açlık Sanatçısı)
Thomas Szasz, “Anoreksi, politik bir sorundur” der. Günümüz gerçekliğinde anoreksi, “ideal güzellik” ölçülerine ulaşabilmek adına bedenini müebbet açlığa çarptıran kadının klinik durumudur. Ancak mesele sadece fotoşop dünyasının parlak sakinlerinin “ideal güzellik” safsatası değildir.
Anoreksik, kaybettiği çocukluğuna ağıt yakar. Masumiyetinin ve muafiyetinin elinden alınmasını istemez. Kadınlığını silmeye çalışır bedeninden. “Değişmemiş çocuk bedenine” sıkı sıkı sarılır. Tıpkı açlık sanatçısında olduğu gibi arzunun nesnesi bir kara delik ve kara deliğin kendisi de arzu nesnesi haline dönüşmüştür. Bu tastamam ilişki bedeni kurutmaya dönüktür.
Beden kurursa “büyüme” duracaktır. Çünkü büyümek şiddettir. Anoreksik de bu şiddete maruz kalandır. Peki, kimdir bu şiddetin uygulayıcısı zalim? Evde, okulda, sokakta… Kimdir o en geniş yeri kaplayan, kimdir o sesi her yerden duyulan… Kimdir o bir heyuladan zuhur eden… En yakınımızda olan ama hep peşine düştüğümüz? Hangimiz aslında kendimizi kurtarabildik ki bu şiddetten? Ne demiştik; politik olan can sıkar, baş ağrıtır… (EK/AS)