Kişinin kendi yaşamına ilişkin bilgileri, biriktirdiği deneyimlerini, hata ve sevaplarıyla birlikte anlattığı öz yaşam öykülerini okuduğumda zenginleştiğimi hissederim. Hayatı, bilmediğim başka başka yönleriyle tanıma ya da tanıma olanağım olmamış/olmayacak insanlarla tanışmaya vesile olur, öz yaşam öyküleri.
Sosyal hizmet uzmanı olmam hasebiyle; çocuk, kadın, yaşlı, engelli vb. gibi sosyal hizmet alanlarına dair konularda teorik çalışmalar kadar kıymetlidir bazı öz yaşam öyküleri benim için. Yaşlılık alanında çalışırken deneyimlediklerimi, “hayatın sair hali”ni sürdüren yaşlı insanların öykü-portrelerini de -bazı teorik bilgileri içinde eriterek- yazıyorum bazen, bu türün daha çok kabul gördüğünden hareketle.
Evet, severek -ve öğrenerek- okurum öz yaşam öykülerini. Hayatı sıra dışı bir mücadeleyle geçmiş bir kadının öyküsünü, yaşlanma deneyimini anlatan bir yaşlının öyküsünü, engelli çocuğunu büyütme sürecinde yaşadıklarını yazanı, engelli olup yakaladığı yüksek hayat başarısını başkalarına örnek olsun diye yazanın yazdıklarını, Alzheimer hastası annesine bakan evladın yazdıklarını ya da kronik bir sağlık sorunu yaşayan birinin öyküsünü yazmasını takdir ederim hep.
Damdan düşen bilir ya, damdan düşenin halini. Bu anlamda kıymetlidir engelli çocuğu olan annelerin deneyimlerini paylaşmaları. Engelliler alanında -özellikle bakım konusunda- en etkili öğrenme-öğretme biçiminin akran eğitimi olduğunu söylerim sırası geldiğinde. Engelli annesi olup aynı veya benzer “şey”leri yaşayan ve her daim “Benden sonra n’olcak?” sorusuna yanıt arayan akran-anneler için bir akran-annenin yazdıklarına kıymet biçmek kolay değildir.
Bu yazının konusu işte böyle bir kitap: Sizin Hiç Maviniz Var mı?
Kitabın konusu: “özel” bir çocuğu olan annenin yoğun ve yorucu geçen yaşamının son yedi sekiz yıllık döneminde ya da halen daha devam eden süreçte deneyimledikleri ya da damıttıklarından kendine kalanlardan paylaşmak istedikleri.
Kitabın yazarı -kamuoyunca yakından tanınan bir ekran yüzü- Özge Uzun.
“Özel” bir çocuğu olan insanların yaşa(n)ma olasılığı olanları, kendi öyküsü özelinde anlatan yazar Özge Uzun; kitabın “başlangıç” kısmında açıklıyor, niye yazdığını.
“Özel çocuk anneleri kendilerini daha az dövsün ve onlara rehber olsun; kadınları anne olduktan sonra anlamakta güçlük çeken, onlardan uzaklaşan, doğan bebekle beraber onları yalnızlığa iten erkekler okusun; önyargıları olan ve ‘vah vah’ ile başlayıp ‘ama’ diye devam eden insanlar ile hayatta kötü şeylerin hep kendilerinin başına geldiğini düşünen insanlar okusun; şükretmeyi gerçekten bilmeyen, en ufak sorunları kocaman yapan, sahip oldukları mucizelerin farkına varamayan anneler okusun; özel bir çocuğa sahip, düşen savaşan gizli gizli ağlayan ölmeyi hatta birlikte yok olmayı düşünen yorgun bıkkın en ufak bir şeyde yüzünde güller açan ama gözlerinde hep hüzün olan anneler okusun” diye yazmış “karanlık hikâye”sini anne-yazar.
“Beni ben yapan bu hayatta tanıdığım en güçlü savaşçı, öğretmenim, imtihanım, oğlum, kahramanım, mavi gözlü küçük devim Dağhan bu karanlık öykünün hikayenin en aydınlık ve en masum yüzü. Dağhan’ı çoğu kez anlayamayan, anlayamadığı için mutlu edemediğini düşünen ve suçu ona cevap veremeyecek bir meleğe atan, onunla ayakta duran, olan yanlışlar(!) karşısında cezayı hep kendine kesen, döven, kanatlarını kanatmaktan çekinmeyen, hep minik umut parçalarına tutunan, bazen yaşadığı hayattan nefret eden, çoğu kez de şükreden, içindeki yalnızlıktan bir türlü kurtulamamış bir kadının” Özge Uzun’un, çok uzun sürecek Dağhan’lı yolculuğunun –şimdiye kadar ki bölümü- hikâyesi”nin yer aldığı kitabı çabucak okuyup bitiriyor insan, eline alınca.
Mideniz kasılarak, ağzınız kuruyarak, yutkunmakta zorlanarak, avuç içiniz terleyerek, “Ben olsaydım ne yapardım” diye düşünerek ve “Ohhh, çok şükür sağlıklı çocuklarım var” diye şükrederek ya da “Torunlarımda sağlıklı olur inşallah” diye bencilliğe düşerek okuyorsunuz “gel-gitlerle geçen kaçmak, gitmek, unutmak ve başka bir yerde var olmak” isteyen -Dağhan’ın annesi- Özge Uzun’un yazdıklarını.
Kitabı özetlemek zor ama deneyeceğim yine de.
Şubat- 2007. Tam da hayatıyla ilgili yeni kararlar aldığı, yeni bir işe başlamanın arifesinde, kariyeriyle ilgili biraz da hırsla dolu zamanda, kabus bir hamilelik sürecinin sonunda çıka geliyor minik kelebek Dağhan dünyaya, üstelik hiç ağlamadan.
Hamilelik sürecinde Özge Uzun’un plesantasında yoğun bölgesel kanama saptansa da doktor bu kan pıhtılaşması sorununu önemsemeyince kan sulandırıcı iğne de uygulanmıyor. İşte bu “tıbbi atlama” Dağhan’ın annesine, babasına ve diğer sevdiklerine kendileri için yaptığı planları bir kenara bıraktırmasına ve Dağhan’ın kendi planlarını, hedeflerini uygulamaya sokmasına vesile oluyor.
Kuvözün içinde gözleri bantlı, ayak ve kolları kilitli, ayakları bileklerine kadar yapışık bebeğini gören Uzun, bu görüntülere ek kalça çıkığı, sindaktili ve polidaktili, eklem gevşekliği tortikolisid, hipotoni, kubbe damak olduğundan habersiz o esnada.
Daha sonra doktorların anlattıklarını çaresiz, tüm hayalleri yıkılmış, geçmeyecek bir kalp ağrısı ve var olup olmadığını bilmediği bir ümidi beklemenin sancısıyla dinliyor; nev-i şahsına münhasır bir durumdaki oğlunun durumunu. Tek tek bir çok yeni doğanda görülebilen ama hepsinin bir arada ve tek bir bebekte görülmesi tıp tarihinde hiç rastlanmamış bir hal, yani Dağhan sendromu.
İlkin teratolojik özellikteki kalça çıkığı halledilmeli diyor, doktorlar. Bu ardı ardına yürüme-koşma garantisi olmayan en az yedi sekiz ameliyat anlamına geliyor. Akabinde kalp ameliyatı var. Eklem gevşekliğine eklem kısıtlılığı da ekleniyor.
Anne Özge’nin hatırladığı ilk duygu öfke; sonraları kendini ayakta tutacak, kendini bırakmasını ve düşmesini engelleyecek olan öfke duygusu. Dağhan için –ailecek- yaptıkları her bir şey, öfkesini biraz azaltıyor, kendini daha iyi hissetmesine yol açıyor anne Uzun’un. Zaman zaman o da eşi gibi kendi sessizliğine gömülüyor, karı-koca arasındaki “yalancı” iyilik hali sürerken, içlerinde ayrı ayrı karanlık bir boşluk büyürken.
Bir yaşına dek hiç ağlamayan ve gülmeyen, sadece acı çığlıkları atan, her şeye tepkisiz kalan Dağhan motor gecikme nedeniyle başını kontrol edemiyor, desteksiz oturamıyor, elle tutamıyor. Göz teması da yok. Uzun bir fizyoterapi süreci başlıyor, karı-koca için de psikoterapi…
İnsanın hayatının roman olması için çok çalkantılı veya ilginç olmasının gerekmediğini, farklı gelişim gösteren bir çocuğa sahip olmanın da bazen bunun için yeterli olduğunu söylüyor yazar. Şimdiye kadar hiç fark etmediği kendileri gibi pek çok acı çeken anne-babayla tanışıp karşılaştıkları bu süreçte anne-yazarın yaşadığı en büyülü anlardan biri: Dağhan’ın ayaklarını yatakta çarşafa sürterken çıkardığına tanık olmak.
Uzun’un ‘yumuşak karnım, aşil topuğum’ dediği oğlu beş yaşına kadar çok sayıda operasyon geçiriyor. Fizyoterapistinin de engelli bir oğlu var ve Uzun’a “Kendine bak, süslen, makyaj yap, kendine vakit ayır. Bunu sadece sen mümkün kılabilirsin. Kimse senin için bir şey yapamaz” diye öneriyor.
Özel bir televizyon kanalındaki sabah haberleri sunumu işine devam ediyor bu arada. Dağhan’ın durumunu çevresindeki insanlardan bilen sayısı çok az.
Günlerden bir gün Dağhan’ın durumunu konuk olduğu bir televizyon programında anlatıyor, akabinde de röportaj veriyor makul sayıda. İşte bu paylaşımlarının bazılarınca “çocuğunu kullanmak” olarak değerlendirilmesi çok acıtıyor Uzun’u.
“Anlatmazsan saklamak ve utanmakla suçlanıyor; anlattığında, haykırdığında ise duygu sömürüsüyle suçlanmak” hali, bu konumdaki aileleri ne denli zorlayıcı bir durum ve ne büyük haksızlık diye düşünüyorum şimdi bu satırları yazarken.
Dağhan şimdilerde yedi sekiz yaşında ve “özel” çocuk olmayı sürdürüyor. Kız kardeşi Şiva’ya “abi”lik yapıyor. Sevdikleri onu desteklemeyi sürdürüyor. Anne-babasının arasındaki “kapatılamaz boşluk” büyüyor. “Anne Özge” sıkça “kadın Özge” olduğunu hatırlıyor epey sonra.
Kitabın yazarı Özge Uzun da Mevlana’nın “Küle döndüysen, yeniden güle dönmeyi bekle./ Ve geçmişte kaç kere küle dönüştüğünü değil,/ kaç kere yeniden küllerin arasından doğrulup,/ yeni bir gül olduğunu hatırla.” amentüsünü içselleştiriyor.
“Sözümü ve izimi bu dünyaya kazımak için, belki bir gün Dağhan okur diye yazdım” diyen yazarın bu kitabını okumak için pek çok neden var. Ellerine, yüreğine sağlık Özge Uzun. Sana Dağhan’lı, Siva’lı ve diğer sevdiklerinle birlikte çıktığın bu uzun süreli yolculukta, en çok sabır diliyorum. (ŞD/EKN)