Kürtçe, bilen bilmeyen herkesin dilbilimci kesilerek "İki memleketin insanı birbirini anlamıyor ki" gibi şahika bir argümanla yargıladığı bir dildir.
Yargılama makamında bulunan insanların hiçbiri de bu işin formasyonundan geçmiş uzmanlar değildir. Sadece Kürtçeye has bir "uzmanlıksızlık" bu toprakların eski hastalığı; mesela kimsenin aklına Çuvaşça yahut Yakutça hakkında konuşan birine "Sen bu dili üzerine konuşacak kadar biliyor musun?" sorusunu sormamak gelmiyorken, mevzubahis Kürtçe olduğunda, Hasan Celal Güzel bile Saussure oluverir.
Zaten konu "Kürt sorunu"ysa, hiçbir uzmanlığa lüzum yoktur. İki memleket gez, üç metin oku, beş olaya şahit ol; işlem tamam. Artık sen de bir uzmansın. Acının uzmanı.
Kürtler konuştu, konuşmadı değil. Ama nasıl konuştu?
Acının, acılı edebiyatıyla, daimi bir defans refleksiyle, muttasıl hikâye ederek ve boyuna "o hikâyeler"i anlatarak. Türkçenin yüz aklarından bir Kürt şair anlatmıştı, bir büyükşehirde "Türk edebiyatı" eğitimi sürecinden söz ederken:
"Daima benden bir şeyler anlatmam bekleniyordu ve ben de bir süre sonra habire bir şeyler anlatmaya başladım".
"Anlayışlı efendi"nin varıp varacağı yer de ne yazık orası; "Hadi bize anlat derdini Kürdo". Kürt, derdini "Bildiğiniz gibi değil" diye anlatmaya başladığı andan itibaren marjinallikle suçlandı. Bunun içinde edebiyat da var, akademi de var, kişisel sohbetler de.
Haydar Karataş oturdu bir roman yazdı. Adını da, Kürtçenin bir lehçesi olan "Zazakî"den koydu: Perperık-a Söe.
Kürtçe diye bir dil var, üstelik bunun etimolojisi de var. "Perperık" kelimesi, yansımadan üretilmiş bir kelime. Kürtçenin, Türkiye ölçeğinde daha yaygın lehçesi "Kurmancî"de de "kelebek" kelimesi, benzer şekilde ifade ediliyor; "perperok, firfirok, pirpirk, pilpilîng" gibi.
"Söe" ise, gece manasına geliyor. Ve ortaya bir terkip çıkıyor: "Gece Kelebeği". Küçücük kızına "perperıkam", "kelebeğim" diye seslenen bir annenin terkibi bu. Şimdilerde özür dilenen bir yerin insanlarının terkibi. Ben de özür dileyeceğim bu yazının içinde. Yazının içinde bir özür.
Zihnimiz bizim, mukayeselerle çalışıyor. Konu edebiyat olunca, önümüzde duran şey bir metin olunca, bu kitap zarfına girip masamıza gelmişse, kaçınılmaz olarak kıyaslıyoruz bir başkasıyla. İlk elden söyleyeyim: Perperık-a Söe, benim için dünya edebiyatının büyük romanlarıyla kıyas kabul edecek bir romandır. Hiç mübalağasız, Dostoyevski'yle, Joyce'la, Kundera'yla. Üzerinden bir sene geçmiş romanı okumamın, aklımda şu var, bunu da ilk elden söylemeliyim.
Mor Adentro'yu (İçimdeki Deniz) izlerken, 'konu kanırtılmaya çok müsait ama bu film, bir aktarım ideolojisi olarak buna ihtiyaç duymamış' diye geçirmiştim içimden. Sessiz, sakin, ağır akan, çok 'dramatik' bir mevzuyu "kanırtmadan" anlatan bir filmdi Amenabar'ın filmi. "Ötanazi" yalnız başına zor ve trajik bir mefhumken ve kahramanın durumu ağlatmaya çok müsaitken, buna yüz vermemişti yönetmen. Benim için o filmin alameti farikası budur.
Perperık da, Dersim'i söylüyor.
Zorunlu göçün, dağlara sığınmanın, tedip ve tenkile uğramanın, kırılmanın memleketi Dersim'i söylüyor. Annesinden söylüyor, yani ki o güzel Gülüzar'dan, cânım Gülüzar'dan söylüyor. Ve bunu, edebiyatın o evrensel diliyle yapıyor. Ağlaklığa yüz vermeden, neredeyse şenlikli bir atmosfer çizerek, küçük bir çocuğun gözünden ve ağzından uzun bir yol anlatıyor. İçinde her şeyin olduğu Dersim'deki bir yolu. Yıkımın, kırımın, zulmün, ölümün, göçün, silahın.
Ben çıkıp Haydar Karataş'tan özür diliyorum şimdi. Gülüzar annenin adını hiç bilmediğim için yazdığı bu romana kadar. Gülüzarların hepsinin adını teker teker ezber etmediğim için. Türkülerini bin yıl sonra duyduğum, şiirlerini halen bile halen doğru dürüst bilmediğim için. Diyelim ki özür diliyorum.
Gülüzar anne nerede? Ben ondan özür diliyorum, helallik istiyorum ama o nerede? Mesela gözüne bakıp "Yadê Gülüzar, min biborin, heqê xwe helal 'ke" desem, gözüne bakıp bunu diyebilsem, yanıbaşımızdaki biri "Al bak birbirlerini anlamıyorlar, kadınla anlaşamadı" mı diyecek? Der. Ya peki, Gülüzar anne nerede? Ben nereden, hangi gözden özür dileyeyim?
Perperık'ı ilk okuduğumda, üşenmeyip uzun uzun alıntı yapmıştım bir yazıda kullanmak üzere. Sonra bundan rahatsız olup sildim, yazıyı da yazmadım. Şimdi bu yazıya otururken de bir heves o yazdıklarımı aradım, yok. Memnunum şu an bundan, iyi ki yok. Çünkü alıntılamaya kalksam, metnin tamamını alıntılamak zorunda kalabilirim. Bir metni yeniden yorumlamaya çalışırken, harf harf yeniden alıntılama mesaisinin kimseye faydası yok.
Dört dağ içinde bir Dersim var. İki kapak arasında bir Perperık-a Söe var. Tarih öncesi havlayan köpekler var. Var oğlu var.
Ama Gülüzar yok. Bir çift gözüne, gözümüzü dikebileceğimiz bir Gülüzar yok.
Şunu 'da' diyen bir Haydar Karataş var:
"Coğrafik çözümler dönemi bitti. Ben Zürih şehrinde yaşıyorum, Fransızca konuşanlar burada Fransızca okullarına gitmektedirler. Bu neden mümkün olmasın, neden İstanbul'da Zazaca konuşan ağabeyimin çocukları ya da Kürtçe konuşanlar kendi anadillerinde okullara gitmesinler? Ermeni lisesi var, hiçbir 'sıkıntı' da yok. Teorik kavramlarımızı, o ezber çözümlerimizi bir çuvala koyup ağzını bağlamalıyız. Aklımızı başımıza alma zamanıdır. Yoksa Türkiye'de 1915-16 olaylarından daha büyük felaketler yaşanacaktır. Ben öfkeli kitleler içinde yaşarım, inanın bana o öfke herkesi yakacak kadar sivrilmiştir. Dersim olsa olsa bu ateş arasında kalacaktır. Ancak sonuçları o kadar büyük ki, buna dur demek için, kendimizi yerden yere vurmalıyız. Bağırmalı, isyan etmeliyiz."
Edebiyatımız karadır abiler. Kapkaradır. (MSA/ÇT/AS)