İlahi adaletsizlik ne kadar tavizsiz.... Yine de acı sözleri yutarak... Yazının başlığına ters düşmeden... Seni anlatmak istiyorum.
İlk kitabın "Gölgeler Çekildiğinde"yi, hoş bir tesadüfle keşfedişimden kısa bir süre sonra, sürprizli bir şekilde tanışmıştık. Bir kitapevinde elime aldığım romanın arka kapağındaki yazar fotosundan hoşlanarak, sayfalarını karıştırmaya başlamıştım; o çok hızlı göz atışta, iki kadın arasında geçen bir tutkudan söz edildiğini fark edince, ne kadar heyecanlandığımı, sevindiğimi anlatamam. Hani çölde serap görmek gibiydi, 1999 yılında... Ve en önemlisi de yazarın üslubuna bayılmıştım. Seninle bilgisayar ekranı aracılığıyla karşılaşmamızda, mimar olduğunu ve ilk romanının yayınlandığını söyler söylemez, "Gölgeler Çekildiğinde mi?" demiştim. Ve bu defa sen çok şaşırıp, mutlu olmuştun; kitabını okumuş biriyle karşılaşmaktan... Sonrasında yüz yüze tanışmamız, Karaköy İskelesindeki buluşmayla... İlk defa bir yazar evi görmüştüm ve beni hayal kırıklığına uğratmamıştın; çok küçük olmasına rağmen; kitaplar, kitap raflarıyla dolu duvarlar... Her tür gösterişi, yapmacıklığı dışlayan, alabildiğine kendinde bir kişilik... İnsanı rahatlatan bir doğallık... Işıltılı bir yüz.... On yıllık bir dostluğun başlangıcı böyleydi işte...
Beni ve senin evindeki buluşmalarda tanıdığım diğer ortak arkadaşlarımızı cezbeden şey neydi, diye düşündüm? Çünkü özel bir caziben vardı -çapkınlığından söz etmiyorum ama - belki de insanlara kendi sıkıcılıklarını unutturabilme yeteneğiydi bu... Ne zaman sana gelsem, Cihangir'deki evine çıkan o dar -düşme korkusuyla adımlarımı çekinerek attığım- merdivenleri tırmanırken, sanki başka bir insana dönüşürdüm; çocuklukta hissedilebilen türden bir yaşama sevinciyle dopdolu olurdu içim... Senin dünyan, ağır feodal toplumun; asık yüzlü, kaygılardan ibaret, daraltıcı, boğucu kültürel ikliminin uzağında -kontroller, raporlar, tahlillerle geçen günlere rağmen- kederden uzak, her an, her güzel şeyin olabileceği, heyecanlı ve eğlenceli bir karşı dünyaydı.
"Deniz, ışıltılı İstanbul, rüzgârlı gece, savrulan mum ışıkları, perdeleri açık Cihangir evleri..."
Sevgililerin ayrılma, barışma haberleri, aldatma hikâyeleri ya da yeni başlayan aşkların fısıltılarından konuştuğumuz, sevdiğimiz yazarlar, okuduğumuz kitaplar, izlediğimiz filmlerin kritiklerini yaptığımız ve elbette Bilitis'teki son atışmaları yorumladığımız; yükselen müziğin, içilen şarabın, cin toniğin sıcaklığında -sana çok yakışan bir hareketle- yıktırıp pencereye dönüştürdüğün eski duvar cephesinden, boğazın vapurlarla kaynaşan sularını seyrederek, neşe ve dostluk kültürünü yücelttiğimiz yıllar... Ve ben senin dostluğunla öğrendim ki, acı kültürü teslimiyete, neşe kültürü ise direnişe ilişkindir...
İnsanlar para ve sağlık olmaksızın mutlu olamayacaklarına, ancak her ikisine birden sahip olurlarsa, keyifsizliklerinden tümüyle kurtulacaklarına inanıyorlar. Para kazanma zorunluluğunun sürmesine ve adını duyunca bile insanların kendilerini bıraktıkları kanserle mücadelene rağmen, mutlu olmak için problemlerinin sona ermesini beklemedin... Bunların dışında, insana mutluluk veren başka şeyler her zaman bulunabilirdi:
"... Param olursa akşamları bir kadeh şarabımı içeceğim, param olmazsa yıldızlara bakarak suyumu yudumlayacağım, ama bana dair, bahara dair zamanlar... Güzel işte... Bu mevsimi seviyorum"
Acı kaygı kültüründe, keyif çatma anları tembellikle ilintilendirilse de, sende gördüğüm bunun tersiydi; yani çalışkanlığın keyif alma becerisini geliştirdiği, keyif almanın çalışkanlığı beslediği... Seninki belki Girit köklerinden gelme bir yaşam adabıydı. Anneni tanıyınca anladım; hafızanda saklayıp, yeri ve zamanı geldiğinde, muzip bakışlarla söyleyiverdiğin, güldürürken meramını anlatan o deyişlerin aile mirası olduğunu...
Yaz mevsimine tutkuyla bağlıydın. Her yaz gelişinde aklıma düşecek bu... Bilitis'te hayallerini sıraladığın bir listende "yazları uzun, kışları kısa yapsam" demiştin. Gökçeada günlerin, sıcak mevsimin tadını doya doya çıkarmanı sağladı, ne iyi ki... Kekik, gül, iğde kokularıyla sarmalanmış o adaya âşıktın...
"Gül ve iğde kokuları vazgeçilir gibi değil"
Aşkla yaşayıp, aşkla yazışına her zaman saygı duydum, imrendim. Burnundaki sivilce yüzünden ölesiye mutsuz olabilen insanlar diyarında, yıllardır zehir kürlerine maruz kaldığın halde, yaşamaktan ve yazmaktan hiç vazgeçmedin... Yine bir kemoterapi kürü sonrasında, içimi ferahlatan hayat dolu sesini duyunca, dayanamayıp "vallahi ikimizi duyan, senin değil de benim kemo aldığımı düşünür" demiştim.
"Bütün yazdıklarım dünya üzerinde yazılan niceleri gibi çölde bir kum tanesi, ama yazmak bana insan ilişkilerinden iyi geliyor"
Kanser hastalığının yorucu tedavi sürecine rağmen, son on bir yılına -dördü roman, biri "nehir söyleşi" olmak üzere- beş iyi kitap sığdırabilmiş olman bana inanılmaz geliyor. Yazarken ve konuşurken kullandığın akıcı ve şenlikli Türkçeyi okumak ve işitmek çok keyif vericiydi. Yine de üzüldüğüm bir şey var; hastalık sürecindeki üretkenliğine ne kadar hayran olsam da, sağlıklı ve daha uzun bir ömre sığdırabileceğin romanlardan mahrum kaldığımızı bilmenin üzüntüsü bu... Yazdıkların senin iyi kumaş yazarlardan olduğunun kanıtı zaten... Son kitabını, azaldığını anladığın zamanın nedeniyle, elindeki malzemenin hepsini kullanamadan kapattığını biliyorum. Aleyhine olan bunca koşula rağmen, ancak yazma edimine duyduğun saygı ve çalışma disiplinin sayesinde sağlam kurgulu, anlatım bozukluklarından azade romanlar üretebilirdin, öyle de oldu... Kitabı yayınlandığında, tüm gazete ve televizyon programlarında boy gösterebilen, çok popüler kimi yazarların eserlerindeki kulak tırmalayan ifadeleri, özensizlikleri düşününce; senin dile ve yaptığı işe saygılı, emekçi tutumun daha çok değer kazanıyor gözümde... Ve hiç bitmeyen hastane, tetkik- film, tedavi koşuşturmaların içinde, hem dostlarınla ilişkilerini, hem yazarlığını sürdürmeyi nasıl başardığını hâlâ anlayabilmiş değilim...
"...Mesela şehir hatları vapurları yine aynıdır; peşindeki martıların kanatları yine kirli, yerlerdeki susam tanecikleri yine sayısız, içerisi yine taze çay kokuludur. Ama bütün bunlar artık birer cümledir benim için."
Seni arardım, içim dolduğunda... Dinlerdin, asıl söyleyeceğine geçmeden önce, durumla dalga geçen bir cümle kurar, güldürürdün... Seninle konuşurken abarttığımı düşünmeye başlardım bile... Elif ve ben endişeliyiz şimdi...
"... Ben tıpkı yaşarken nasılsa, ölümde de sadece insanın bencilliğini görüyorum... Nasıl birini severken hep kendimizi öne çıkarıyorsak, 'en çok beni sevsin, bana âşık olsun, benden başkasını gözü görmesin, benimle yaşasın, benimle paylaşsın, mutlu olacaksa benimle olsun, yoksa olmasın vs... ' diyor, 'ya mutlu olsun da, kiminle olursa olsun"' diyemiyorsak, ölümden sonra da farklı düşünmüyoruz... Gidenle birlikte biraz daha yalnızlaşmamıza, onunla var olan başka bir dünyanın yok oluşuna kızıyoruz... Bizi, biz istemeden ve dönüşsüz bir biçimde terk ettiği için üzülüyoruz daha çok... Yoksa kimse 'yaşasaydı da şu güzel havayı o da teneffüs etseydi, yaşasaydı da bir daha âşık olsaydı, yaşasaydı da kadınlar üzerine yazarken ve sonrasında yazdıklarını okurken kendine belki de ona çok zevk veren bu yazma eylemini bir daha gerçekleştirebilseydi' demiyor."
Ne yazık ki, aynen öngördüğün gibi Birgül'cüğüm; seninle var olan bir dünya yok oldu ve bu bizi üzüyor, kızdırıyor -yedi yıl evvel kardeşimi kaybettiğimde de olmuştu- senin gidişinle, iç bahçemden büyük, çok büyük bir ağaç söküldü. Altına sığınabildiğim tüm o yeşil dalları, hayata bağlayan derin kökleri, gerçeklikle aramı iyi kılan sağlam gövdesiyle... Dalların, gövdenin, köklerin yerinde şaşırtıcı bir boşluk oluştu. O üzücü boşluğun, o çukurun kıyısında öylece duruyorum şimdi. Bu yüzden bana acımanı beklemiyorum elbette -"aa biz hayatımızı kaybettik, sen içinin çukurlarından bahsediyorsun şeker?" filan derdin herhalde- yaşayacağız ve göreceğiz; hepsi bu değil mi?
Yaşasaydın ve sürdürseydin; gül ve iğde kokularından mest olmayı, gece balkonda ay çıkacak mı diye beklemeyi, cesur erotik romanını bitirip, yayınlatmayı, ruhun karanlık köşelerini aydınlatabilmek için senin ışığını gereksinen genç arkadaşlarınla söyleşmeyi, bir daha âşık olmayı, Bilitis'e can kattığın denemelerini yazmayı, oğlunun yönetmen olarak alacağı yeni ödülleri görmeyi, mavi gök altında bu güzel havayı teneffüs etmeyi, yaz tatillerini dostlarınla geçirmeyi...
"Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden...
Birçok seneler geçti, dönen yok seferinden"
Sen ve ötekiler memnunsunuz, buna inanmayı sürdüreceğim ben... Öte boyuttan çok söz ettiğim bir gün, bakışlarındaki "kadın ruhlar âlemiyle bozdu" bakışını kaçırdım sanma... Kaçırmadım ama o konuşmaya çok ihtiyacım vardı, sen de zaten sonuna kadar nezaketle dinledin beni...
Belki kaybettiğime üzülmekten çok, seni tanıdığım için sevinmeliyim şimdi...
Kitabın Eflatun Koza'yı "hayatıma ışık düşüren tüm kadınlara," ithafıyla başlatıyorsun. Ben de hayatlarına ışık düşürdüğün kadın arkadaşlarından biri olarak, sana ömrüm boyunca minnettar kalacağımı söylemek istiyorum... Ve mavi yeşil boncuklu, uçarı bakışlarını çok özleyeceğimi...
"... Çünkü bir "kardeş" sahibi olmuştum. Bunun adı mucize benim için... Unutma hiç..."
Hiç unutmayacağım kardeşliğimizi...
Not: Yokluğuna ağlayan sesimi hayli kıstım, elimden geldiğince... Bu kadarını da çok görmeyeceğini umuyorum.(HS/BÇ)